103. Bölüm

[KELİME-İ HÜDİYYE’DE MÜNDEMİC “HİKMET-İ                   AHADİYYE”NİN BEYÂNINDA OLAN FASTIR]

İmdi, nâs iki kısım üzerinedir: Nâstan ba'zısı üzerinde yürüdüğü tarîkı ve o tarîkın nihâyetini bilen kimsedir. Binâenaleyh, o tarîk onun hakkında sırât-ı müstakîmdir. Ve nâstan ba'zısı dahî üzerinde yürüdüğü yolu câhildir ve onun nihâyetini bilmez. Halbuki o tarîk, sınıf-ı âharın bildiği tarîktir (23).

Ya'nî nâstan (insanlardan) ba'zısı, ehl-i keşif (keşif sahibi) olduğundan, üzerinde yürüdüğü yolun ve yürüyenin ve bu yolun nihâyetinin (sonunun) Hak olduğunu bilir.
Şiir:
Tercüme:

"Perdeler kalkmadan evvel der idim
Zikr edip şâkir olan ancak ben!.
.
Gece gitti, sabah oldu gördüm
Zikr ü mezkûr ile zâkir hep Sen"

İşte bu kimseler hakkında bu yol doğru yoldur. Ve bunlar zümre-i ârifin (hakikâti bilen gruptan) ve muvahhidîndir (tevhid edenlerdir, Hakk’ın birliğine inananlardır). Fakat, nâsın (insanların) ba'zıları ehl-i hicâb (perdeli kimseler) olduğundan, üzerinde yürüdükleri yolu ve hakîkatini ve onun Hakk'a müntehî olduğunu (Hakk’ta bittiğini, son bulduğunu) bilmezler. Ârifler onların üstünde yürüdükleri bu yolun sırât-ı müstakîm (doğru yol) olduğunu bilseler bile, o yol bu kimseler hakkında doğru yol değildir. Belki onların saâdetine nisbeten (göre) eğri bir yoldur.

İmdi ârif basîret üzere, Allâh'a da'vet eder ve ârifin gayri ise taklîd ve cehâlet üzere Allâh'a da'vet eyler (24).

Zîrâ, ârif halkı neye da'vet ettiğini ve da'vet ettiği halkın ne olduğunu ve da'vet edenin kim ve nihâyetinin neden ibâret bulunduğunu ve da'vet ettiği kimseyi, esmâ-i İlâhiyye’den hangi  ismin hükmü altında iken tutup kurtardığını ve hangi ismin hükmü altına sokup onu is'âd (mesut) eylediğini bilir.

Mesnevî:

Tercüme:

"Getirdi evliyayı Hak zemîne
Ki rahmet olsun onlar âlemîne"
Eğer kasvetle kalbin olsa mermer
Olursun sohbet-i ârifle gevher

Lâhzacık ârif-i Hak'la sohbet
İyidir yüz senelik takvâdan"

Fakat ism-i Mudıll'in (gaflete düşüren ismin) tarîki (yolu) üzerinde yürüyen gayr-i ârif (hakikâti bilmeyen),  Hakk'ı müşâhede edemediğinden (göremediğinden) âriflere taklîden (Hakk’ı bilenleri taklit ederek) halkı (insanları) da'vete teşebbüs etse, kemâl-i cehlinden (bilgisizliğinden dolayı) halk-ı mütevehheme (vehminde yarattığına), ya'nî mevhûmü'l-vücûd (aslında yokken var sanılan vücud) olan mâsivâ-yı Hakk'a (Hakk’ın haricine, ‘zannında Hakk zannettiği şeye’ ) da'vet etmiş olur. Ya'nî mâsivâdan (Hakk’ın harici şeyden) yine mâsivâya (Hakk’ın harici olan  başka şeye) da'vet eder.

İmdi bu ilm-i hâss, esfel-i sâfilînden hâsıl olur. Zîrâ ayaklar şahıstan aşağıdır. Ve ayaklardan aşağı, onların mâ-tahtıdır ve onların mâ-tahtı tarîkın gayrî değildir. Binâenaleyh, Hakk'ı tarîkın "ayn"ı ile bilen kimse, emri hakîkâtta bulunduğu şey üzere ârif olur. Zîrâ, muhakkak tarîkta, Hak (Celle ve Alâ) sülûk eder ve sefer eyler. Zîrâ ma'lûm ancak O'dur. Halbuki O, sâlikin ve müsâfirin "ayn"ıdır. Böyle olunca âlem ancak O'dur. İmdi sen kimsin? Sen hakîkatini ve tarîkatını bil! Bu takdirde emir, lisân-ı tercümân üzere sana  zâhir oldu. Eğer anladın ise, o lisân-ı Hak'tır ve onu, fehmi Hak olan bir kimse anladı (25).

Ya'nî bu ashâb-ı keşfin (keşif sahiplerinin) ilmi, bir ilm-i husûsîdir (özel bir ilimdir) ki, esfel-i sâfilînden (en aşağıdan) hâsıl olur (çıkar). Çünkü ayaklar bir şahsın a'zâ-yı süfliyyesindendir (en alt uzuvlarındandır). Ve ayaklardan daha aşağı onların altındaki şeydir. Ve onların altındaki şey, yoldan gayri (başka) bir şey değildir. Ve esfel-i sâfilîn (en aşağıda) olan tarîk (yol), Hak'tan hâlî (boş, sahipsiz) değildir. Nitekim hadîs-i şerîfte .............................. ya'nî "Eğer ipinizi bıraksanız Allah'ın üzerine düşerdi" buyurulmuştur. Binâenaleyh (nitekim) Hak, tarîkın (yolun) "ayn"ıdır. Ve bunun böyle olduğunu bilen kimse, işi hakîkati üzere bilmiş olur. Ve ortada Hakk'ın vücûdundan başka bir vücûd olmadığından, tarîkata sülûk eden (tarikata giren) ve sefer eyleyen (yolculuk yapan) dahî Hak'tır. Ve bu hakîkati bilen de Hak'tır ve bilinen dahî Hak'tır ve yolun nihâyeti de Hak'tır. Sende bu ilim hâsıl olunca, şimdi sen kimsin bil bakalım? Sen hakîkatini ve tarîkını (yolunu) ârif ol (bil) ki, Hak'tır. Zîrâ sen Hakk'ın "ayn"ısın ve Hak da senin "ayn"ındır. İşte işin hakîkati sana, tercümânın lisânıyla (Peygamberin diliyle) zâhir (açık) ve vâzıh (belli) oldu. "Tercüman"dan murâd Resûlullah (s.a.v.)’dir ve lisân-ı şerîfinden bu Fusûs cârî olan (geçen) vâris-i ulûm-i Nebevî (Peygamberin ilminin mirasçısı olan) cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a.) efendimizdir. Eğer sen lisân-ı risâlet-penâhî (Hz. Muhammedin lisanı) üzere cânib-i Hak'tan (Hakk tarafından) şeref sudûr eden  ................................... hadîs-i kudsîsini (kudsi hadisi) ve nâib-i risâlet-penâhî (Hz. Muhammed’in vekili) olan Hz. Şeyh'in zebân-ı vâzıhü'l-beyânı (açık bir dille bildirdiği) üzere cârî olan (geçen) 'bu hakâyık-ı Fusûs'u (Füsus’taki hakikâtleri) anladın ise, lisân-ı tercümânın (Peygamberin söylediklerinin) lisân-ı Hak (Hakk’ın sözleri) olduğunu bildin. Fakat, onu ancak fehmi Hak (Hakk’ın anlayışıyla) olan kimse anladı. Zîrâ Hak, abdin (kulun) kâffe-i kuvâsı (bütün meleki kuvveleri güçleri) olunca, onun kuvâsı cümlesinden (bütün meleki güçlerinden) olan  fehmi (anlayışı) dahî Hak olur.

Zîrâ Hakk'ın niseb-i kesîresi ve vücûh-ı muhtelifesi vardır, (26).

Ya'nî Hak, kâffe-i a'yân-ı mevcûdâttan, (açığa çıkmış bütün varlıklardan) onların isti'dâtları hasebiyle mütecellîdir (görünür, belli olur). Ve her biri bir ismin hükmünü ve niseb-i İlâhiyyeyi (İlahi sıfatları) ızhâr eder (açığa çıkarır).  Ve kezâ her birisi vücûd-ı mutlak-ı Hakk'ın (kayıtsız Zat’ın) tenezzülâtından (inmelerinden) hâsıl olma (oluşan) bir sûrettir. Binâenaleyh (nitekim) vücûd-ı mutlakın (kayıtsız, salt vücudun (Zat’ın) birer “vech”idir (yüzüdür). Nitekim, Gülşen-i Râz sâhibi buyurur:

Tercüme:

"Eğer kâfir olaydı puttan âgâh (bilgili, haberdar
Olur muydu aceb dîninde gümrâh" (yolunu şaşırmış, sapık)

Hz. Şeyh. (r.a.), bu ibâreyi (cümleyi),  fehmin (anlayışın) Hak olduğunu isbât için beyân buyurmuştur (anlatmıştır).

Sen Hûd (a.s.)ın kavmi olan Âd'ı görmez misin? Nasıl ................................ (Ahkâf 46/24) ya'nî "Bu gelen bulut, bize yağmur inzâl eder" dediler. İmdi onlar, Allâh'a hayr zannettiler. Ve halbuki Allah Teâlâ abdinin zannı indindedir. Binâenaleyh, Hak onlara bu kavilden ıdrâb eyledi ve onlara kurbda etemm ve a'lâ olan şeyle ihbâr etti. Zîrâ Hak Teâlâ onlara yağmur yağdırsa idi, bu, arzın hazzı ve dânenin sakyi olurdu. Şu halde onlar, o yağmurun netîcesine vâsıl olmazlar idi; illâ bu'ddan lâzım idi (27).

Ya'nî Âd kavmi (Hud Peygamberin davetini kabul etmeyen kavim) yağmur taleb ettiler (istediler). Üç pâre (parça) bulut zâhir oldu (görüldü). Siyah bulutu gördüklerinde: İşte bu bizim için yağmur bulutudur, dediler. Ve bu kavilleriyle (sözleriyle) Hakk'a hüsn-i zann ettiler (iyi zanda bulundular). Ya'nî Hakk'ın  kendilerine karşı lütuf ve rahmet sûretinde tecellî edeceğini (oluştuğunu, belirdiğini) zann ettiler. Ve Allah Teâlâ, abdinin (kulunun) zannı indindedir (zannına göredir). Binâenaleyh (nitekim) kavm-i Âd'a (isyan eden kavme) kendilerinin vukufu olmaksızın (haberi olmaksızın bilmeksizin) hayr isâbet etti (erişti). Fakat isâbet eden hayr, zannettikleri hayr (hayır, iyilik) değildi. Belki o, başka bir hayr idi. Çünkü onlar yağmura intizâr ettiler (yağmur beklediler, gözlemlediler); karşılarına ölüm çıktı. O ölüm onların hicâb (perde) olan nüfûslarını (nefslerini) ifnâ edip (yok edip) hayrdan (yararlı, faydalı olmaktan) ibâret olan kurba (yakınlığa) îsâl eyledi (ulaştırdı). Ve onların .............................. sözlerine karşı Hak Teâlâ: (Ahkâf, 46/24) kavlini (sözlerini) beyân eyledi (bildirdi). Ve isti'câl (acele) ettikleri şeyin azâb-ı elîmi mutazammın (içinde çok acı azab olan) bir rüzgâr olmakla berâber, kurbda (yakınlıkta) yağmurdan etemm (daha iyi) ve a'lâ (yüce) bir şey olduğunu ihbâr etti (haber verdi). Çünkü yağacak olan yağmur, toprağın hazzıdır (zevki, nimetidir) ve mezrûâtı (ekinleri) sular. Ve onların istedikleri de bu idi. Velâkin onlar bu hayra geç vâsıl olacaklar (ulaşacaklar) idi. Zîrâ ekinlerin yağmurla sulanıp başak vermesi, zamân-ı medîde (uzun zamana) muhtaçtır. Fakat bu rüzgâr onları çarçabuk hayr (yararlı) olan ayn-ı kurba (aynel yakına) îsâl eder (ulaştırır).

(Devam edecek)

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-02.03.2004
http://gulizk.com


Üst Ana sayfa e-mail