[KELİME-İ
HÜDİYYE’DE MÜNDEMİC “HİKMET-İ AHADİYYE”NİN
BEYÂNINDA OLAN FASTIR]
Şu kadar var ki,
Allah Teâlâ, kendi nefsini "gayret" ile vasf eyledi. Ve
gayretinden fevâhişi haram kıldı. Halbuki "fuhş”; zahir olan
şeyden gayri değildir. Velâkin bâtın olan fuhş, indinde fuhş
zâhir olan vücûd içindir (30).
"Fuhş" lügatta "zuhûr"dan
(açığa çıkmaktan)
ibârettir. Ve cenâb-ı Şeyh (r.a.) ibârede
(cümlede)
"fuhş"u isti'mâl edip
(kullanarak)
"fâhiş''i
(açığa çıkmışı)
murâd eyledi. Nitekim "racül-i âdil"
(adil adam)
yerine
"racül-i
adl"
(adalet adamı)
denir. Ya'nî mevcûdâttan her bir mevcûd, bir ism-i
Hakk'ın
(Hakk’ın bir isminin)
sûretidir. Ve o isim, o sûretin rûhudur
(hakikâtidir).
Ve
her bir sûret Vücûd-ı Mutlak’ın /
(Zat’ın)
tenezzülünden
(inişlerinden)
husûle gelmiş
(var olmuş)
birer vücûddur. Ve Hak, cümlesinin
(bütün hepsinin)
aynıdır. Bu sûrette
(şekilde)
dahi onların cümlesi
(hepsi)
hayy
(hayat sahibi)
ve nâtıktır
(konuşandır).
Ve belki onlardaki, Hakk'ın hayâtı ve nutkudur
(konuşmasıdır).
Binâenaleyh
(nitekim),
Hak Teâlâ hazretleri, zâhir
(açıkta, görünende)
ve bâtında,
(gizlide, görünmeyende)
kendi vücûdundan gayri
(başka)
bir vücûd
olmamak için, "gayret"inden,
(“gayr” olarak vasıflanmasından)
evvelen
(önce)
kendi nefsini eşyânın
(ilmi suretlerin)
"ayn"ı kıldı. Ve ba'dehû
(daha sonra)
eşyânın
(ilmi suretlerin)
"ayn"ı
(hakikâti, zatı)
olduğu ehl-i hicâb
(perdelenmiş kişiler)
indinde
(yanında, katında)
zâhir olmâmak
(açığa çıkmamak, görünmemek)
için de, nefsini "gayret"
(gayrılıkla, (başka olmak, ayrı oluş)
ile vasf eyledi
(vasıflandırdı).
Ve "gayret"inden
(gayrı
oluşundan)
fevâhişi
(açığa çıkanları),
ya'nî kendisi eşyânın
(ilmi suretlerin)
"ayn"ı
(hakikâti)
olması sırrının ızhârını,
(açığa çıkarmayı)
yine kendinin "ayn"ı
(hakikâti)
olan eşyâya
(varlıklara)
harâm etti. Zîrâ Hak, her şeyde "Ben Hakk’ım, Ben
Allâh'ım" nutkuyla
(sözleriyle)
nefsini ızhâr etse
(açığa çıkarsa),
sırr-ı vahdet
(teklik sırrı)
fâş olur
(meydana çıkar, duyulur).
İşte bunun için ''
............................... (İsrâ, 17/44) âyet-i kerîmesinde
işâret buyrulduğu üzere eşyânın
(varlıkların)
nutku
(konuşması)
bâtındadır
(gizlidir).
Hak,
ehl-i keşiften
(keşif sahiplerinden)
gayrisine
(başkasına)
bu sırrın zuhûrunu
(açığa çıkmasını)
ve ızhârını
(açığa çıkarılmasını)
harâm kıldı. Velâkin, bâtın
(gizli)
olan "fâhiş”
(açığa çıkmış),
ya'nî şer'an
(şeriat hükmünce)
ve aklen setri
(örtülmesi)
vâcib
(zorunlu)
olan şey, indinde
zâhir olmuş
(açığa çıkmış)
olan kimse içindir, ya'nî Hak içindir ve Hakk'ın
ızhâr ettiği
(açığa çıkardığı)
ârifler içindir. Zîrâ Hakk'a
ve
âriflere
(Hakk’ı bilenlere)
nisbeten
(göre)
bâtın, zâhirdir.
İmdi vâktâki Hak Teâlâ, fevâhişi harâm eyledi, ya'nî
ettiğimiz şeyin hakîkatini bilmekten men' etti, o zikr ettiğmiz
şey dahi Hak eşyânın aynı olmasıdır; binâenaleyh Hak, o hakîkati
"gayret" ile setr etti. O "gayret" dahi, gayrdan sensin. İmdi
gayr "Sem' Zeyd'in sem'idir" der. Ve ârif "Zeyd’in sem'i,
Hakk'ın "ayn"ıdır" der. Bâkî kuvâ ve a'zâ dahi böyledir (31).
Ya'ni bâlâda
(yukarıda)
Hak sâlikin
(manevi yolda yürüyenin)
ve tarîkın
(yolun)
"ayn"ı ve tarîkin
(yolun)
nihâyeti
(sonu)
olduğu zikr edilmiş
(anlatılmış)
idi ki, bu da Hakk'ın, cemî'-i eşyânın
(bütün şeylerin)
"ayn"ı olmasını muktezîdir
(icap ettirir).
Fakat, Hak Teâlâ
.................................... (A'râf, 7/33) âyet-i
kerîmesinde Hak, cemî-'i eşyâ
(bütün varlıklar, ilmi suretler)
kendisinin "ayn"ı olduğunun ma'rifetinden
(bilgisinden)
men' etti
(yasakladı).
Ve kendinin hakîkat-i vâhidesini
(tek hakikâtini)
,
"gayr"
(ayrı, başka)
ismiyle tesmiye olunan
(isimlendirilen)
taayyünât-ı muhtelife
(çeşitli meydana gelmiş oluşumlar, birimler)
ile setretti
(örttü).
Ve hakîkat-i İlâhiyye’yi örten "gayret"
(“gayr” (başka) denilen)
senin vücûdundur ki, "sen" ta'bîriyle kinâye
(üstü örtülü, kapalı olarak söylenmiş)
olunur. Ve taayyün
(meydana çıkma, görülme)
ise, müteayyinin
(meydana çıkanın, taayyün edenin)
gayridir.
Meselâ "buz" sûretinde müteayyin olan
(meydana çıkan, görülen)
buhâr-ı latîf
(ince, şeffaf buhar),
buzun taayyününün
(görünümünden)
gayridir
(başkadır).
Bi'l-farz
(diyelim ki)
muhtelif şekillerde bir yere dizilmiş olan buz
kütleleri lisâna
(dile)
gelip yekdîğerine
(biri diğerine)
hitâben "ben”; "sen”; "biz”; "siz" ve "o, onlar"
deseler, birbirinin gayri olduğunu
(başka olduklarını)
göstermiş olurlar. Fakat cümlesinin
(hepsinin)
"hüviyyet"i,
(aslı, zatı)
hakîkat-i vâhide
(tek hakikât)
olan buhardan ibârettir. Ve bu hüviyyet-i
vâhideyi
(tek hakikâti),
ancak
o buzların vücûdu setretmiştir
(örtmüştür).
İşte
bizim vücûd-i müteayyinemiz
(meydana gelmiş vücudumuz)
dahi bu misâle mutâbık
(uygun)
olarak, hüviyyet-i vâhide
(tek hakikât)
olan Hakk'ı setretmiştir
(örtmüştür).
Bu tayyünâtımızdaki
(açığa çıkmış vücudumuzdaki)
ma'nâ-yı gayriyyeti
(başka olmanın ne anlama geldiğini)
tefhîm
(anlatmak)
için "sen, ben ve biz" deriz. Binâenaleyh
(nitekim)
bu "gayriyyet"
(başkalık)
makâmını
gören, ya'nî ârif olmayan
(hakikâti bilmeyen)
kimseler, "Sem'
(işitme)
Zeyd'in sem'idir"
(işitmesidir)
derler ve işitme, görme, söyleme gibi evsâfın
(vasıfların)
kâffesini
(hepsini)
Zeyd'e tahsîs ederler
(ait, özel kılarlar).
Ve
işin hakîkatini bilenler ise "Zeyd'in sem'i
(işitmesi)
ve basarı
(görmesi)
ve lisânı
(konuşması)
ve sâir kuvâ
(diğer meleki güçleri)
ve a'zâsı
(uzuvları)
Hakk'ın "ayn"ıdır" derler. Çünkü onlar "gayriyyet"
(başkalık, başka oluş)
perdesinin arkasında kalmamışlardır.
Bey-t-i Hâfız:
Tercüme:
"Meyân-ı âşık u ma'şûkta yoktur aslâ fark.
Yolun hicâbı vücûdundur ortadan kaldır!"
Her bir kimse
Hakk'ı ârif olmadı. Binâenaleyh nâs, mütefâzıl ve merâtib
mütemeyyiz oldu. Bu sûrette fâzıl ve mefzûl zâhir oldu (32).
Ya'nî herkes, bâlâda beyân olunduğu
(yukarıda anlatıldığı)
vech
(yönü)
ile Hakk'ı bilmediğinden, nâs
(insanlar)
ma'rifette
(ilimlerde, bilgilerde)
mütefâzıl
(biri diğerine göre daha üstün)
oldu. Ve mertebeler yekdîğerinden
(birbirlerinden)
ayrıldı. Ve bu hâlin netîcesi olarak fâzıl
(üstün)
ve mefzûl
(daha üstün, daha faziletli)
zuhûra geldi. Ya'nî nâsın
(insanların)
kimi sûrette
(görünüşte, maddede)
kaldı ve kimisi ma'nâya daldı. Ve ma'nâya dalan
kimsenin mertebesi sûrette
(şekilde, görünüşte)
kalan kimsenin mertebesinden efdal
(ala, üstün)
oldu. Hz. Hüdâyî ne güzel söylemiştir:
Zâhirde kalan kişi, güç etme âsân işi,
Çıkar dilden teşvîş'ı, tevhîde gel tevhîde!
Ma'lûm
olsun ki, Hak Teâlâ, Âdem'den Muhammed (s.a.v.)’e kadar,
beşeriyyîn olan bütün rusül ve enbiyânın a'yânına, beni muttali'
kıldı. 586 senesinde Kurtuba'da ikamet olunduğum bir meşhedde
bana gösterdi. O tâifeden Hûd (a.s)dan gayri bana birisi
söylemedi (33).
Cenâb-ı Şeyh (r.a.) âlem-i misâlde
(hayal aleminde)
ervâhını
(ruhlarını)
müşâhede ettiği
(gördüğü)
resûller ile nebîlerin beşere
(insanlara)
mensûb
(ait, onlarla ilgili)
olduklarını beyân edip
(bildirip)
rusül-i melâikeyi
(meleklerin resullerini)
ve beşerin gayri
(insandan başka)
olan mahlûkâtın nebîlerini
(peygamberlerini)
istisnâ eyledi
(ayırdı, ayrı tuttu)
.
Zîrâ ..........................................(En'âm
6/38) âyet-i kerîmesinin delâleti vech
(işaret ettiği yönü)
ile, mevcûdâttan her bir nev'in
(türün)
kendi cinsinden, Hak'la aralarında vâsıta olmak
üzere, birer nebiyy-i mahsûsları
(kendilerine ait özel peygamberleri)
vardır. Ve bazıları da "Nezd-i ârifte
(arifin fikrince)
her zâhir olan
(görülen, meydana çıkan)
şeyin, kendi bâtınına
(ruhuna)
nebî olduğunu" söylemişlerdir. Onun için "Eğer
nübüvvete imânın varsa, her bir hâtıra
(zihne gelen şeyi)
ta'zîmden
(ululayıp, saygı göstermekten)
gayri sûretle
(başka şekilde)
mukâbele etme!"
(karşılık verme)
diyen velî vardır.
"Kurtuba" İspanya'da kâin
(mevcut)
olan bir şehrin adıdır. İspanya, târîh-i mezkûrda
(geçmiş tarihte)
arapların elinde idi. Hz. Şeyh (r.a.)’in bu
müşâhedesi
(görüşü),
orada mukîm iken
(ikamet ettiği zaman)
vuku' bulmuş
(olmuş)
ve ervâh-ı rusül ve enbiyânın
(nebilerin ve resullerin ruhlarının)
ictimâ'larında
(toplantılarında)
içlerinde zât-ı ulyâsına
(yüce zatına)
hitâb buyuran
(söz söyleyen)
ancak Hûd (a.s.) olmuştur.
(Devam edecek)
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-16.03.2004
http://gulizk.com
|