[KELİME-İ HÜDİYYE’DE MÜNDEMİC “HİKMET-İ
AHADİYYE”NİN BEYÂNINDA OLAN FASTIR]
İmdi o bana
cem'iyyetlerinin sebebini ihbâr etti. Ve ben onu ricâl içinde,
semiz bir adam, sûreti güzel, muhâveresi latîf ve umûr-i
kâşifeyi ârif gördüm. Ve beni onun keşfine delîlim, Hak
Teâlâ'nın........................................
(Hûd, 11/56) kavlidir. Ve halk için bundan a'zam ve etemm hangi
müjde vardır? (34).
Rusül ve Enbiyânın
(Nebilerin)
cem'iyyetleri,
(toplanmaları)
Hz. Şeyh (r.a) vaktinin
(zamanın)
kutbü'l- aktâbı
(kutupların kutubu)
ve hâtem-i Evliyâ
(son velilerden)
olması hasebiyle onu tebrîk ve tehniye
(kutlamak)
içindir. Ve onların içinden Hz. Hûd (a.s.)’ın
hitâb buyurması,
(konuşması)
mezâhir-i kesîrede
(çokluk görüntülerinde)
rubûbiyyet-i ahadiyyeyi
(rububiyetin ahadlığını)
müşâhede
(görme)
husûsunda, Hz. Şeyh'in zevki, onun zevkine
münâsib (uygun)
olmasındandır. Ve Hûd (a.s.)’ın cesîm
(iri)
bir adam olarak görünmesi müşâhededeki
(görüşlerindeki)
kemâline
(tamlığına, mükemmelliğine)
ve sûretinin güzelliği ve muhâveresinin
(karşılıklı sohbetin)
letâfeti
(inceliği)
i'tidâl-i sûrîsine
(dengeli, ölçülü görünürlüğüne)
ve isti'dâd-ı ma'nevîsinin
(manevi istidadının)
kemâline
(tamlığına, mükemmelliğine)
işârettir. Ve Hz. Şeyh, onun umûr-i kâşifeyi
(keşif hususlarını)
ârif olduğuna
(bildiğine)
zikr olunan
(adı geçen)
âyet-i kerîmeyi delîl olarak ikâme buyurur
(getirir).
Zîrâ bâlâda
(yukarıda)
murûr eden
(geçen)
îzâhâttan
(açıklamalardan)
anlaşıldığı üzere, bu âyet-i kerîmeden
anlaşılmıştır ki, hüviyyet-i Hak
(Hakk’ın zatı)
ile müteayyin olan
(görünen)
mevcûdât-ı nâ-mütenâhiyyeden
(sonsuz varlıklardan)
her birisini Hak, nâsıyesinden
(alnından)
tutup, Rabb-i hâssının
(has isminin)
sırât-ı müstakîmi
(doğru yolu)
üzerinde yürütür. Ve her bir mevcûdun sülûkü
(yol alışı, ilerleyişi)
,
kendisinde
müteayyin olan
(meydana çıkan)
Hak iledir. Çünkü Evvel ve Âhir ve Zâhir ve Bâtın
hep Hak'tır Binâenaleyh
(nitekim)
Hûd (a.s.)’ın müşâhedesi
(görüşü)
,
zâhir
(aşikâr)
olsun bâtın
(gizlenmiş)
olsun, kâffe-i müteayyinâta
(meydana çıkmışların hepsini)
şâmildir
(içine almıştır).
Müteayyin
olan
(meydana çıkan)
mevcûdât-ı zâhireden
(görünen varlıklardan)
hiçbirisi yokturki, Rabb-i hâssı
(öz ismi)
onun nâsiyesinden
(alnından)
tutup teslîk etmesin
(yola koymasın).
Ve hakayık-ı bâtıneden
(açığa çıkmamış, batında kalmış hakikatlerden)
hiçbirisi yoktur ki, kemâliyle zuhûra
(tam olarak görünmeye)
müteveccih
(dönük, yönelik)
olmasın. Onun için mevcûdâttan
(mevcut birimlerden)
her bir zerre, insana gelmeğe hâhiş-kerdir
(isteklidir).
Zîrâ, her birisinin kemâl-i zuhûru
(tam olarak açığa çıkması)
ondadır. Bizler ise, hâlen
(şu anda)
kisve-i insâna
(insan elbisesine)
bürünüp zâhir olduğumuz
(meydana çıktığımız)
halde, kıymetini takdîr edemeyip mîrâsyedilerin
ellerine geçerek, isrâf ettikleri emvâl
(para, mal)
gibi, evkât-i azîzimizi
(kıymetli vakitlerimizi)
mâ-lâya'niyyât
(manasız şeyler)
ile imrâr ediyoruz
(geçiriyoruz)...
İmdi, mâdemki Hûd.(a.s.)’ın lisâniyle, Hak bütün
eşyâ
(varlıkların)
hüviyyetlerinin
(hakikatlerinin)
"ayn"ı
(hakikati, zatı)
olduğunu ihbâr buyurmuştur
(haber vermiştir)
ve cümlesinin
(hepsinin)
"hüviyet"i
(hakikati, zatı)
dahi, hakîkat-i İlâhiyye’den
(İlahi hakikatlerden (ilmi suretlerden)
ibârettir; binâenaleyh
(nitekim)
halk
(insanlar)
için daha büyük ne müjde olur?
Ondan sonra bu
makaleyi , Kur'ân'da, ondan bize îsâli, Allah Teâlâ'nın bize
ihsânındandır (35).
Ya'nî Hûd (a.s.)ın ........................ (Hûd,
11/56) kavlini
(sözlerini),
Kur'ân'da
naklen bize beyân buyurması Hakk'ın bize olan fazl-u ihsânıdır
(faziletli ihsanıdır).
Ba'dehû câmi-i küll olan Muhammed (s.a v ), Hak'tan haber verdiği şeyle
onu tetmîm eyledi ki, tahkîkan Hak, sem'in ve basarın ve elin ve
ayağın ve lisânın "ayn"ıdır, ya'nî o havâssin "ayn"ıdır: Halbuki
kuvâ-yı rûhâniyye, havâsten daha yakındır. Böyle olunca
mechûlü'l-hadd olan akrebden, eb'ad-i mahdûd ile iktifâ etti
(36).
Ya'nî (S.a.v ) Efendimiz'in Hak'tan ihbâr
buyurduğu
(haber verdiği)
hadîs-i kudsî de, Hak kuvâ-yı hissiyyenin
(hissi güçlerinin, duyu hassalarının)
"ayn"ı olduğu beyân olunmuştur;
(bildirilmiş)
ve kuvâ-yı rûhâniyye
(ruhi güçlerin)
Hakk'ın aynı olduğu zikr olunmamıştır
(anlatılmamıştır).
Halbuki
kuvâ-yı rûhâniyye,
(ruhi güçler)
Hakk'a, kuvâ-yı hissiyyeden
(duyu hassalarından, hissi güçlerden)
daha yakındır. Zîrâ onun nûriyyeti
(nur oluşu)
ve tenezzühü
(arı, temiz, münezzeh oluşu)
ve maddeden tecerrüdü
(arınmışlığı, soyunmuşluğu)
vardır. Ve âlem-i emrden
(emir aleminden ‘vahidiyet mertebesinden’)
olduğu cihetle
(bakımından)
haddi
(sınırı)
mechûldür
(bilinmezdir)
ya'nî halk
(insanlar, yaratılmışlar)
onun haddini
(sınırını)
bilmez. Halbuki cisim mahdûddur
(belirli, sınırlıdır);
ona şu kadar arşın diye ta'yîn
(belirtmek)
ve tahdîd etmek
(sınırlamak)
mümkündür ve rûh’dan eb'addir
(en uzak olandır).
Çünkü
havâss
(hassalar, meleki güçler)
ve kuvâ-yı cismâniyye
(cismin güçleri),
cisimlerin mikdârına göredir ve onların hudûduyla
mahdûddur
(sınırlıdır).
Nitekim cismi mükemmel olan kimsenin kuvâsı da
(kuvveleri, hissi güçleri de)
mükemmeldir; iyi görür, iyi işitir, iyi söyler ve
iyi tutar. Zayıf ve marîz
(hasta)
olanların havâss-i cismâniyyeleri de
(duyu organları da)
noksan olur. ve kezâ tutmak, elin hudûdu
(sınırı, derecesi)
kadar olur. Binâenaleyh
(nitekim)
Resûl (s.a.v.), Hakk'a daha yakın ve haddi mechûl
olan
(sınırı bilinmeyen)
kuvâ-yı rûhâniyyeyi
(ruhi güçlerden)
zikr etmeyip
(bahsetmeyip)
Hak'tan eb'ad
(en uzak)
ve mahdûd
(sınırlanmış)
olan havâss-i cismâniyyenin
(cismin duyularının, duyu organlarının),
Hakk'ın "ayn"ı olduğunu beyânla
(anlatmakla)
iktifâ buyurdu
(yetindi).
Eb'ad
(en uzak olan)
Hakk'ın aynı olunca, şübhesiz ondan akreb
(yakın)
olan dahi Hakk'ın aynı olur.
İmdi Hak, bize Nebisi Hûd
(a.s.)’dan onun kavmine olan makalesini,
müjde için, tercüme etti. Ve Resûlullah (s.a.v.) onun
makalesini bize müjde için Allah'dan tercüme etti. İmdi ilim,
ilim verilenlerin sudûrunda kâmil oldu. "Ve bizim âyâtımızı
kâfirlerin gayrısı inkâr etmez”. (Ankebût, 29/47) Zîrâ onlar,
onu bilseler dahi, nefislerinde olan hased ve nefâset ve
zulümden dolayı, onu setr ederler (37).
Ya'nî Hak ve Resûl'ü tarafından vâkı' olan
(gerçekleşen)
beşâretler
(müjdeler)
üzerine, Hak Teâlâ eşyânın
(varlıkların)
"ayn"ı
(hakikati)
ve kuvânın
(kuvvelerin, güçlerin)
hüviyyeti
(zatı)
olduğu, evvelce kendilerine keşif ve tecellî
(ilham)
tarîkıyla
(yoluyla)
bildirilmiş olan kimselerin ilmi, artık ilm-i
kâmil
(tam, mükemmel ilim)
oldu. Bu ma'rifetin,
(ilmin, bilginin)
ma'rifet-i hâkîkıyye
(gerçek, doğru bilgi)
olduğuna şübhe kalmadı. Ve âfâk
(dışta)
ve enfüste
(içte)
yayılıp zâhir olmuş
(açığa çıkmış)
olan âyâtımızı
(ayetlerimizi)
ve alâmetlerimizi,
(işaretlerimizi)
suver-i taayyünât
(meydana çıkmış suretler)
ile örtenlerden gayrisi
(başkası)
inkâr etmez. O kâfirler, ya'nî Hakk'ın "vech"ini
(yüzünü)
örtenler, Hak, hudûd ile mahdûd
(sınırlı, kısıtlı)
olan eşyânın
(şeylerin, varlıkların)
aynı olunca, mahdûd
(belirlenmiş, sınırlanmış)
olur, zannederler. Halbuki nâ-mütenâhî
(sonsuz)
olan Hak, zâtı ile kâffe-i eşyâyı
(varlıkların hepsini)
muhîttir
(ihata etmiş, kuşatmıştır).
Ve tecelliyyât-ı zâtiyye ve sıfâtiyyesi
(zatının ve sıfatlarının tecellileri, açığa
çıkmaları)
ile hepsinde zâhir olur
(meydana çıkar, görülür)
.
Onlar bu ma'rifete
(ilme, bilgiye)
vâkıf olsalar
(bilseler)
bile, nefislerindeki hased ve nefâset
(kıskançlık)
ve zulüm cihetinden
(bakımından)
onu setr ederler
(örterler).
"Nefâset" "buhl" ma'nâsınadır. Ve "nefîs" buhl
olunan ve kıskanılan şeydir. Ya'nî ehl-i kitap
(kendilerine kitap inmiş kişiler),
kitaplarında gördükleri âyât-ı Hakk'ı
(Hakk’ın ayetlerini)
setr ettiler
(örttüler).
Ve kezâ ehl-i sûret olan
(surette kalan, görünüşle ilgilenen)
ulemâ
(âlimler)
dahi Kur'ân ve Hadîs'in şehâdetiyle
(delalet etmesiyle, şahit olmasıyla)
sâbit
(mevcut)
olan hakâyıkı
(hakikatleri)
inkâr ile setr ederler
(örterler).
Meselâ Kur'ân'da: ................................ (Hadîd, 57/3)
buyrulmuştur. Eğer onlara deseniz ki, bizim nazarımızda
(görüşümüzde)
"zâhir"den maksûd
(anlatmak istediğimiz),
bu eşyâdır
(ilmi suretlerdir).
Binâenaleyh
(nitekim)
bu âyet-i kerîme, Hak eşyânın
(ilmi suretlerin)
"ayn"ı olduğunu beyân buyurur
(bildirir).
Onlar cevâben: "Bu müteşâbihâttandır
(kapalı, tefsiri zor olan ayetlerdendir);
bunun ma'nâsını Hak ve ilimde râsihûn
(sağlam ve köklü bilgisi)
olan ulemâ
(alimler)
bilir" derler. Ve baştan başa âyât-ı kur'âniyye
(kur’an ayetlerini)
ve ahâdis-i şerîfenin
(hadisi şeriflerin)
mağzı
(içi, özü)
ve lübbü
(hülasası, aslı)
olan bu Fusûsu'l-Hikem'e zeban-dırâzlıktan
(aleyhinde dil uzatmaktan)
çekinmezler. Halbuki evliyâullâhın
(velilerin)
heman
(böylece)
cümlesi
(hepsi)
bu hakayıktan
(hakikatlerden)
bahsetmişlerdir
(konuşmuşlardır).
Eğer cenâb-ı Şeyh (r.a.) bir âlim-i râsıh
(tam, köklü bir âlim)
değil ise, onların nazarında
(görüşlerinde)
âlim-i râsıh
(tam bir âlim)
olan acabâ kimdir? Ve illâ Hakk'ın ve Resûl'ünün, halka
(insanlara)
anlayamayacakları kelâmlar
(kelimeler)
ile hitâb ettiklerini
(konuştuklarını)
kabûl etmek lâzım gelir. Hâşâ sümme hâşâ
(asla böyle şey olmaz)!.. Bunu, insanların biraz aklı başında olanları bile
yapmaz. Zîrâ kelâm
(kelimeler)
bir maksadı muhâtaba
(karşındakine)
tefhîm
(anlatmak)
içindir. Bu maksad olmayınca kelâm
(kelimeler)
abes olur
(lüzumsuz, boşunadır).
(Devam edecek)
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-23.03.2004
http://gulizk.com
|