[KELİME-İ
HÜDİYYE’DE MÜNDEMİC “HİKMET-İ AHADİYYE”NİN
BEYÂNINDA OLAN FASTIR]
Ve Allah Teâlâ'nın
...................... (Şûrâ, 42/11) kavli dahi eğer "kâf"ı,
sıfattan gayrı, zâid alacak olur isek, kezâlik haddir. Ve
mahdûddan temeyyüz eden kimse, o mahdûdun aynı olmamakla berâber
yine mahdûddur. İmdi anlayana göre, takyîdden ıtlâk, takyîddir.
Ve mutlak dahi ıtlâk ile mukayyeddir (41).
Ya'nî "ke-mislihi" deki harf-i "kâf 'ı
(kaf harfini) sıfat ma'nâsına
almayıp, zâid addetsek (ilave saysak)
"Bir şey O'nun misli (benzeri)
değildir" demek olur. Bu da tahdîddir
(sınırlamadır).
Çünkü eşyânın (varlıkların)
hudûdu (sınırı)
vardır. Bu eşyânın (varlıkların)
misli (eşi, benzeri)
olmayan şey, onların hudûdu hâricine
(sınırı dışına) çıkmış olur
ve böyle mahdûddan (sınırlanandan,
belirlenenden) temeyyüz eden
(farklı olan, ayrılan) kimse
dahi, o mahdûdun (sınırlanmışın)
aynı olmasa bile yine mahdûd
(sınırlı) olur. Ya'nî birinin
hudûdu bitip diğerinin hudûdu başlar. Ve Hakk'ı takyîdden
(kayıtlılıktan) ıtlâk etsek
(kurtarsak, serbest bıraksak),
yine takyîd etmiş (kayıtlamış)
oluruz. Çünkü ıtlâk edilen
(serbest bırakılan, kayıtsız olan)
şey, mukayyedin (kayıtlanmışın)
hâricine (dışına)
çıkarılmış olacağından bu ıtlâk (kayıtsızlık)
takyîd (kayıtlılık)
olur. Ve "mutlak" dediğimiz vakitte dahi, kayd-ı ıtlâk
(kayıtlıktan kurtarmak kaydı)
ile takyîd etmiş (kayıtlamış)
oluruz. Zîrâ mutlakıyyet (kayıtsızlık)
, isim ve resimden
ibârettir. Ve Zât-ı Hak (Hakk’ın
Zat’ı) ise isim ve resimden müstağnîdir
(doygundur, ihtiyacı yoktur, zengindir).
Ve eğer biz "kâf"ı sıfat için alacak olur isek,
şu halde biz Hakk'ı tahdîd ederiz (42).
Ya'nî "O'nun misli (eşi,
benzeri) gibi bir şey yoktur" ma'nâsına alsak, bu
sûrette (şekilde),
evvelâ Hakk'a misl isbât edip
(eşi ve benzeri vardır deyip)
ba'dehû (daha sonra)
başka bir şeyin o misle (benzere)
misl (benzer)
olmasını nefy ederiz (negatif,
olumsuz hale getiririz).
Halbuki bu, teşbîh (Hakk’ı
yaratılmışlara benzetme) olur ve teşbîh
(benzetme) ise tahdîddir
(sınırlamadır).
Ve bu sûrette "kâf" misliyyet
(benzrlik) ma'nâsı için sıfat
olarak alınmış olur.
Ve eğer biz ................. (Şûrâ, 42/11)
kelâmını nefy-i misl üzerine alsak, mefhûm ile ve ihbâr-ı sahîh
ile Hak eşyânın "ayn"ı olduğunu muhakkakan bildik. Halbuki eşyâ
her ne kadar hadleri muhtelif ise de, mahdûddur (43).
Ya'nî biz bu âyeti, "kâf" zâid
(ilave) olsun, gayr-i zâid
(ilavesiz) olsun, kinâye
tarîkıyla (kapalı, dolaylı söylemek
yoluyla) mutlaka
nefy-i misl (benzeri olmama)
ma'nâsına alsak, nitekim "Senin mislin
(eşin, benzerin) bahîl
(cimri) ve gazûb
(hiddetli) olmaz" derler.
Bunda onun nazîri (benzeri)
murâd olunmayıp o kimsenin nefsinden buhl
(cimriliği, kıskançlığı) ve
gazabın (hiddetin, öfkenin)
nefyi (olmadığı) kasd
olunur. Bu da yine tahdîdi müstelzimdir
(sınırlanmayı gerektirir).
Zîrâ bir şeyden mümtâz
(ayrı, farklı tutulmuş) olan şey, o şeyden imtiyâzı
(farklı oluşu, ayrıcalığı) ile
mahdûd (sınırlanmış) olur.
Ve bu tahdîd (sınırlama)
sebebiyle, o şeyden misliyyet (benzerlik)
münselib (kalmamış)
olur. Bu sûrette (şekilde)
âyette mefhûm olan (anlaşılan)
şeyle ve ihbâr-ı sahîh
(doğru, gerçek bildiri) olan
.................... hadîs-i şerîfıyle biz, Hak eşyânın
(varlıkların, ilmi suretlerin)
"ayn"ı olduğunu hakîkat üzere bildik. Çünkü onun misli
(eşi, benzeri) bir mahlûk
yoktur, dediğimiz vakitte iki sûret mutasavver
(düşünülmüş) olur: Biri "eşyânın
muğâyiri" (varlıkların farklı, başka
oluşu) ve diğeri "eşyânın
(varlıkların) aynı" olmasıdır. Halbuki muğâyeret
(aykırılık, farklı oluş) "Lâ ilâhe illallah" ve
........................ (A'râf 7/59) gibi âyât-ı muhkeme-i
Kur'ânî (Kuran’daki muhkem ayetler)
ve .................................gibi ahâdîs-i
şerîfeye (hadisi şeriflere)
nazaran (göre) vârid
değildir (olması düşünülemez).
Ve muğâyeret (başkalık,
farklılık) olmayınca ayniyyet
(aynılık, aynı oluş) sâbit
(var) olur.
İmdi Hak, her mahdûdun haddi ile
mahdûddur. Binâenaleyh, bir şey hadd olunmaz illâ ki o şey,
Hakk'ın haddi olur (44).
Ya'nî Hak, her mahdûd
(belirlenmiş, sınırlı) olan şeyde mütecellîdir
(tecelli edendir, görünendir)
ve o şeyin "ayn"ıdır (hakikatidir,
zatıdır). Binâenaleyh
(nitekim) bir şeyin haddi
ta'yîn olunduğu (sınırı belirlendiği)
vakit, o hadd, (sınır)
Hakk’ın haddi (sınırı)
olur. Bu sûrette Hak kâffe-i eşyânın
(bütün varlıkların hepsinin)
hudûd-i muhtelifesiyle (çeşitli
sınırlılıklarıyla) mahdûd
(sınırlanmış) olur.
İmdi Hak, mahlûkat ve mübde'ât tesmiye olunanda
sârîdir. Ve eğer emr böyle olmasa idi, vücûd sahîh olmaz idi.
Böyle olunca Hak, vücûdun "ayn"ıdır. Binâenaleyh Hak, her şeye
zâtıyla nigehbândır. Ve her şeyin hıfzı Hakk'ın üzerine giran
gelmez. İmdi Hakk'ın, eşyânın kâffesini hıfz etmesi, bir şey,
kendi sûretinin gayri olmaktan, kendi sûretini hıfz etmesidir.
Ve bunun gayri sahîh olmaz. Ve O her şâhidden Şâhid ve meşhûddan
Meşhûd'dur. Binâenaleyh âlem, O'nun sûretidir ve O âlemin rûhu
olup onu müdebbirdir. Bu sûrette âlem, insân ı kebîrdir (45).
Ya'nî Hak, zamân ile mesbûk
olup "mahlûkat"
ve "âlem-i halk" (yaratılmış alem (evren)
ve "âlem-i şehâdet" (görülen,
hissedilen âlem) tesmiye olunan
(denilen) hakâyıkta;
(hakikatlerde) ve zamân ile
mesbûk olmayıp
"mübde'ât" (yaratılan,
icad edilen şeyler) ve "âlem-i emr"
(emir âlemi “mana mertebesi”)
ve "âlem-i ervâh" (ruhlar âlemi
“esma mertebesi”) tesmiye olunan
(denilen) hakâyıkta
(hakikatlerde),
sereyân-ı vücûd ile
(vücudu ile sirayet ederek, yayılarak) sârîdir
(yayılmıştır).
Eğer iş böyle olmasaydı, vücûd sahîh
(gerçek) ve sâbit
(mevcut) olmaz; ve bir şey
vücûd bulmaz idi. Çünkü mümkinin (olabilirlerin),
ya'nî mahlûkât ve mübde'âtın
(ibda edilen, yaratılan şeylerin)
vücûd-ı müstakılleri (kendilerine
ait özel bir vücudları) yoktur. Ya'nî eğer Hakk-ı
Mutlak’ın (Mutlak Varlığın “Zat’ın”)
suver-i mukayyedâta (kayıtlı
suretlere) sereyânı (yayılması)
olmasaydı, o mukayyedâtın
(kayıtlanmışların) vücûdu sahîh
(gerçek) ve sâbit
(mevcut) olmaz idi. Zîrâ bu
kesîf (yoğunlaşmış) olan
mevcûdâtın (mevcut varlıkların)
menşe'leri (esasları,
kökleri), Zât-ı
latîfin (Zat’ın nurunun)
vücûdudur. Ve bu suver-i kesîfe (maddeleşmiş
suretler), o
vücûd-i hakîkînin (gerçek, hakiki vücudun) nişanları ve alâmetleridir
(işaretleridir). Nitekim Hak
Teâlâ buyurur: ......................................... (Rûm;
30/22) Ya'nî "Semâvât (gökler)
ve arzın (yerin, dünyanın)
halkı (yaratılması) ve
lisanlarınızın ve renklerinizin halk-ı ihtilâfı
(muhtelif, çeşitli yaratılışlarda olması)
Hak Teâlâ'nın vücûdu alâmetlerindendir
(işaretlerindendir).
Muhakkak bunda ulemâ-i mütefekkirîn
(düşünen âlimler) için delâil
(deliller) ve alâmât
(işaretler) vardır". Zîrâ bir
şey-'i kesîfin (koyu, katı bir şeyin)
mertebe-i letâfeti (latif
mertefesi) mevcûd olmadıkça, o şey'-i kesîfin
(katı şeyin) zuhûru
(açığa çıkması) müstahîldir
(imkansızdır).
Binâenaleyh (nitekim)
bir şeyin mertebe-i kesâfeti
(mertebesinin koyuluğu),
yine o şeyin mertebe-i letâfetine
(latif mertebesine) delîl ve
alâmettir (işarettir).
Meselâ buzun vücûdu suyun vücûduna delîl ve alâmettir.
Ve Hakk’ın esmâsı hasebiyle, kendi sûreti olan kâffe-i eşyâyı,
(bütün varlık suretlerinin hepsini)
hiçbir şey kendi sûretinin gayrı
(suretinden başka) olmamak
için hıfz etmesi (koruması, muhafaza
etmesi), kendi
sûretini hıfz etmesidir (korumasıdır).
Çünkü bî-sûret (suretsiz)
olan Zât-i latîf (Hakk’ın
nuru), esmâsı
hasebiyle türlü türlü sûretler ile zâhir olur
(açığa çıkar). Ve suver-i kesîfeden (koyu, katı
suretlerden) herhangi bir sûretin kendi sûretini hıfz
etmesi (koruması),
Hakk'ın kendi sûretini hıfz etmesidir
(korumasıdır) .
Eğer Hak bu vech (yönü)
ile kendi sûretini hıfz etmese
(korumasa) idi, vücûdda ona
misl (benzer) ve şerîk
(ortak) bulunmak lâzım gelir
idi. Halbuki mümkinin (olabilirlerin
“ilmi suretlerin”) kendi zâtı ile mevcûd olması kabil
(mümkün) olmadığından bu
hâlin aksi sahîh (gerçek, doğru)
ve sâbit (mevcut)
olmaz. Binâenaleyh (nitekim),
Hak, her şâhid (gören)
ve zâhir olan (açığa çıkan,
görülen) şeyden Şâhid (görendir)
ve Zâhir'dir (görülendir).
Ve her meşhûd (görülmüş)
olan şeyden Meşhûd'dur (görülmüştür).
Çünkü vücûdda ondan gayri
(başka) bir şey yoktur. Gören ve görünen ve gösteren
hep O'dur. Şu halde âlem (evren),
Hakk'ın sûreti (bedeni)
ve zâhiridir (dış
görünüşüdür).
Ve Hak dahi âlemin (evrenin)
rûhu ve bâtınıdır (içi,
görülmeyenidir) ve bu âlemin
(evrenin) müdebbiridir
(idare edicisidir).
Ve âlem hey'et-i mecmûasiyle
(bütün evren tamamıyla) "insân-ı
kebîr” (büyük insan) olmuş
olur.
Şiir:
İmdi kevnin hepsi Hak'tır. Ve O, benim vücûdum onun vücûdu ile
kaim olan Vâhid'dir. Bunun için biz muğtezîyiz, dedim (46).
Ya'nî kevn dediğimiz âlem-i kesretin
(çokluk âleminin) zâhiri
(açığa çıkmış sureti) ve
bâtını (gizli olan ruhu)
hep Hak'tır. Ve O, vücûd-i mutlak-ı vâhiddir
(tek mutlak vücuttur) ki, benim vücûd-i mukayyedim
(kayıtlı vücudum),
onun vücûd-i mutlakıyla (kayıtsız,
sınırsız vücuduyla) kâimdir
(mevcuttur, ayaktadır).
İşte bunun için biz O'nun vücûdu ile muğtedîyiz
(beslenmekteyiz) ve O bizim
gıdâmızdır, dedim.
Misâl: Buhar derece derece tenezzül edip
(aşağıya inip) bulut, su
ve buz sûretlerine bürünse, vücûd, buhârın vücûd-i vâhidinden
(tek vücudundan) ibâret olur.
Ve bu sûretlerin vücûdu buhar ile kâim
(ayakta, mevcut) bulunur ve
bu sûretler buhar ile muğtedî olurlar
(beslenirler).
Ve buhar onların gıdâsı olup izâfi
(göreli, nisbi) olan
vücûdlarında muhtefi (gizlenmiş)
olur.
(Devam edecek)
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-06.04.2004
http://gulizk.com
|