108. Bölüm

[KELİME-İ HÜDİYYE’DE MÜNDEMİC “HİKMET-İ                   AHADİYYE”NİN BEYÂNINDA OLAN FASTIR]

Ve Allah Teâlâ'nın ...................... (Şûrâ, 42/11) kavli dahi eğer "kâf"ı, sıfattan gayrı, zâid alacak olur isek, kezâlik haddir. Ve mahdûddan temeyyüz eden kimse, o mahdûdun aynı olmamakla berâber yine mahdûddur. İmdi anlayana göre, takyîdden ıtlâk, takyîddir. Ve mutlak dahi ıtlâk ile mukayyeddir (41).

Ya'nî "ke-mislihi" deki harf-i "kâf 'ı (kaf harfini) sıfat ma'nâsına almayıp, zâid addetsek (ilave saysak) "Bir şey O'nun misli (benzeri) değildir" demek olur. Bu da tahdîddir (sınırlamadır). Çünkü eşyânın (varlıkların) hudûdu (sınırı) vardır. Bu eşyânın (varlıkların) misli (eşi, benzeri) olmayan şey, onların hudûdu hâricine (sınırı dışına) çıkmış olur ve böyle mahdûddan (sınırlanandan, belirlenenden) temeyyüz eden (farklı olan, ayrılan) kimse dahi, o mahdûdun (sınırlanmışın) aynı olmasa bile yine mahdûd (sınırlı) olur. Ya'nî birinin hudûdu bitip diğerinin hudûdu başlar. Ve Hakk'ı takyîdden (kayıtlılıktan) ıtlâk etsek (kurtarsak, serbest bıraksak), yine takyîd etmiş (kayıtlamış) oluruz. Çünkü ıtlâk edilen (serbest bırakılan, kayıtsız olan) şey, mukayyedin (kayıtlanmışın) hâricine (dışına) çıkarılmış olacağından bu ıtlâk (kayıtsızlık) takyîd (kayıtlılık) olur. Ve "mutlak" dediğimiz vakitte dahi, kayd-ı ıtlâk (kayıtlıktan kurtarmak kaydı) ile takyîd etmiş (kayıtlamış) oluruz. Zîrâ mutlakıyyet (kayıtsızlık) , isim ve resimden ibârettir. Ve Zât-ı Hak (Hakk’ın Zat’ı) ise isim ve resimden müstağnîdir (doygundur, ihtiyacı yoktur, zengindir).

Ve eğer biz "kâf"ı sıfat için alacak olur isek, şu halde biz Hakk'ı tahdîd ederiz (42).

Ya'nî "O'nun misli (eşi, benzeri) gibi bir şey yoktur" ma'nâsına alsak, bu sûrette (şekilde), evvelâ Hakk'a misl isbât edip (eşi ve benzeri vardır deyip) ba'dehû (daha sonra) başka bir şeyin o misle (benzere) misl (benzer) olmasını nefy ederiz (negatif, olumsuz hale getiririz). Halbuki bu, teşbîh (Hakk’ı yaratılmışlara benzetme) olur ve teşbîh (benzetme) ise tahdîddir (sınırlamadır). Ve bu sûrette "kâf" misliyyet (benzrlik) ma'nâsı için sıfat olarak alınmış olur.

Ve eğer biz ................. (Şûrâ, 42/11) kelâmını nefy-i misl üzerine alsak, mefhûm ile ve ihbâr-ı sahîh ile Hak eşyânın "ayn"ı olduğunu muhakkakan bildik. Halbuki eşyâ her ne kadar hadleri muhtelif ise de, mahdûddur (43).

Ya'nî biz bu âyeti, "kâf" zâid (ilave) olsun, gayr-i zâid (ilavesiz) olsun, kinâye tarîkıyla (kapalı, dolaylı söylemek yoluyla) mutlaka nefy-i misl (benzeri olmama) ma'nâsına alsak, nitekim "Senin mislin (eşin, benzerin) bahîl (cimri) ve gazûb (hiddetli) olmaz" derler. Bunda onun nazîri (benzeri) murâd olunmayıp o kimsenin nefsinden buhl (cimriliği, kıskançlığı) ve gazabın (hiddetin, öfkenin) nefyi (olmadığı) kasd olunur. Bu da yine tahdîdi müstelzimdir (sınırlanmayı gerektirir).  Zîrâ bir şeyden mümtâz (ayrı, farklı tutulmuş) olan şey, o şeyden imtiyâzı (farklı oluşu, ayrıcalığı)  ile mahdûd (sınırlanmış) olur. Ve bu tahdîd (sınırlama) sebebiyle, o şeyden misliyyet (benzerlik) münselib (kalmamış) olur. Bu sûrette (şekilde) âyette mefhûm olan (anlaşılan) şeyle ve ihbâr-ı sahîh (doğru, gerçek bildiri) olan .................... hadîs-i şerîfıyle biz, Hak eşyânın (varlıkların, ilmi suretlerin) "ayn"ı olduğunu hakîkat üzere bildik. Çünkü onun misli (eşi, benzeri) bir mahlûk yoktur, dediğimiz vakitte iki sûret mutasavver (düşünülmüş) olur: Biri "eşyânın muğâyiri" (varlıkların farklı, başka oluşu) ve diğeri "eşyânın (varlıkların) aynı" olmasıdır. Halbuki muğâyeret (aykırılık, farklı oluş) "Lâ ilâhe illallah" ve ........................ (A'râf 7/59) gibi âyât-ı muhkeme-i Kur'ânî (Kuran’daki muhkem ayetler) ve .................................gibi ahâdîs-i şerîfeye (hadisi şeriflere) nazaran (göre) vârid değildir (olması düşünülemez). Ve muğâyeret (başkalık, farklılık) olmayınca ayniyyet (aynılık, aynı oluş) sâbit  (var) olur.

İmdi Hak, her mahdûdun haddi ile mahdûddur. Binâenaleyh, bir şey hadd olunmaz illâ ki o şey, Hakk'ın haddi olur (44).

Ya'nî Hak, her mahdûd (belirlenmiş, sınırlı) olan şeyde mütecellîdir (tecelli edendir, görünendir) ve o şeyin "ayn"ıdır (hakikatidir, zatıdır).  Binâenaleyh (nitekim) bir şeyin haddi ta'yîn olunduğu (sınırı belirlendiği) vakit, o hadd, (sınır) Hakk’ın haddi (sınırı) olur. Bu sûrette Hak kâffe-i eşyânın (bütün varlıkların hepsinin) hudûd-i muhtelifesiyle (çeşitli sınırlılıklarıyla) mahdûd (sınırlanmış) olur.

İmdi Hak, mahlûkat ve mübde'ât tesmiye olunanda sârîdir. Ve eğer emr böyle olmasa idi, vücûd sahîh olmaz idi. Böyle olunca Hak, vücûdun "ayn"ıdır. Binâenaleyh Hak, her şeye zâtıyla nigehbândır. Ve her şeyin hıfzı Hakk'ın üzerine giran gelmez. İmdi Hakk'ın, eşyânın kâffesini hıfz etmesi, bir şey, kendi sûretinin gayri olmaktan, kendi sûretini hıfz etmesidir. Ve bunun gayri sahîh olmaz. Ve O her şâhidden Şâhid ve meşhûddan Meşhûd'dur. Binâenaleyh âlem, O'nun sûretidir ve O âlemin rûhu olup onu müdebbirdir. Bu sûrette âlem, insân ı kebîrdir (45).

Ya'nî Hak, zamân ile mesbûk olup "mahlûkat" ve "âlem-i halk" (yaratılmış alem (evren) ve "âlem-i şehâdet" (görülen, hissedilen âlem) tesmiye olunan (denilen) hakâyıkta; (hakikatlerde) ve zamân ile mes­bûk olmayıp "mübde'ât" (yaratılan, icad edilen şeyler) ve "âlem-i emr" (emir âlemi “mana mertebesi”) ve "âlem-i ervâh" (ruhlar âlemi “esma mertebesi”) tesmiye olunan (denilen) hakâyıkta (hakikatlerde),  sereyân-ı vücûd ile (vücudu ile sirayet ederek, yayılarak) sârîdir (yayılmıştır). Eğer iş böyle olmasaydı, vücûd sahîh (gerçek) ve sâbit (mevcut) olmaz; ve bir şey vücûd bulmaz idi. Çünkü mümkinin (olabilirlerin), ya'nî mahlûkât ve mübde'âtın (ibda edilen, yaratılan şeylerin) vücûd-ı müstakılleri (kendilerine ait özel bir vücudları) yoktur. Ya'nî eğer Hakk-ı Mutlak’ın (Mutlak Varlığın “Zat’ın”) suver-i mukayyedâta (kayıtlı suretlere) sereyânı (yayılması) olmasaydı, o mukayyedâtın (kayıtlanmışların) vücûdu sahîh (gerçek) ve sâbit (mevcut) olmaz idi.  Zîrâ bu kesîf (yoğunlaşmış) olan mevcûdâtın (mevcut varlıkların) menşe'leri (esasları, kökleri),  Zât-ı latîfin (Zat’ın nurunun) vücûdudur. Ve bu suver-i kesîfe (maddeleşmiş suretler), o vücûd-i hakîkînin (gerçek, hakiki vücudun) nişanları ve alâmetleridir (işaretleridir). Nitekim Hak Teâlâ buyurur: ......................................... (Rûm; 30/22) Ya'nî "Semâvât (gökler) ve arzın (yerin, dünyanın) halkı (yaratılması) ve lisanlarınızın ve renklerinizin halk-ı ihtilâfı (muhtelif, çeşitli yaratılışlarda olması) Hak Teâlâ'nın vücûdu alâmetlerindendir (işaretlerindendir). Muhakkak bunda ulemâ-i mütefekkirîn (düşünen âlimler) için delâil (deliller) ve alâmât (işaretler) vardır". Zîrâ bir şey-'i kesîfin (koyu, katı bir şeyin) mertebe-i letâfeti (latif mertefesi) mevcûd olmadıkça, o şey'-i kesîfin (katı şeyin) zuhûru (açığa çıkması) müstahîldir (imkansızdır). Binâenaleyh (nitekim) bir şeyin mertebe-i kesâfeti (mertebesinin koyuluğu), yine o şeyin mertebe-i letâfetine (latif mertebesine) delîl ve alâmettir (işarettir). Meselâ buzun vücûdu suyun vücûduna delîl ve alâmettir. Ve Hakk’ın esmâsı hasebiyle, kendi sûreti olan kâffe-i eşyâyı, (bütün varlık suretlerinin hepsini) hiçbir şey kendi sûretinin gayrı (suretinden başka) olmamak için hıfz etmesi (koruması, muhafaza etmesi), kendi sûretini hıfz etmesidir (korumasıdır). Çünkü bî-sûret (suretsiz) olan Zât-i latîf (Hakk’ın nuru), esmâsı hasebiyle türlü türlü sûretler ile zâhir olur (açığa çıkar). Ve suver-i kesîfeden (koyu, katı suretlerden) herhangi bir sûretin kendi sûretini hıfz etmesi (koruması), Hakk'ın kendi sûretini hıfz etmesidir (korumasıdır) . Eğer Hak bu vech (yönü) ile kendi sûretini hıfz etmese (korumasa) idi, vücûdda ona misl (benzer) ve şerîk (ortak) bulunmak lâzım gelir idi. Halbuki mümkinin (olabilirlerin “ilmi suretlerin”) kendi zâtı ile mevcûd olması kabil (mümkün) olmadığından bu hâlin aksi sahîh (gerçek, doğru) ve sâbit (mevcut) olmaz. Binâenaleyh (nitekim), Hak, her şâhid (gören) ve zâhir olan (açığa çıkan, görülen) şeyden Şâhid (görendir) ve Zâhir'dir (görülendir). Ve her meşhûd (görülmüş) olan şeyden Meşhûd'dur (görülmüştür). Çünkü vücûdda ondan gayri (başka) bir şey yoktur. Gören ve görünen ve gösteren hep O'dur. Şu halde âlem (evren), Hakk'ın sûreti (bedeni) ve zâhiridir (dış görünüşüdür). Ve Hak dahi âlemin (evrenin) rûhu ve bâtınıdır (içi, görülmeyenidir) ve bu âlemin (evrenin) müdebbiridir (idare edicisidir).  Ve âlem hey'et-i mecmûasiyle (bütün evren tamamıyla) "insân-ı kebîr” (büyük insan) olmuş olur.

Şiir:
İmdi kevnin hepsi Hak'tır. Ve O, benim vücûdum onun vücûdu ile kaim olan Vâhid'dir. Bunun için biz muğtezîyiz, dedim (46).

Ya'nî kevn dediğimiz âlem-i kesretin (çokluk âleminin) zâhiri (açığa çıkmış sureti) ve bâtını (gizli olan ruhu) hep Hak'tır. Ve O, vücûd-i mutlak-ı vâhiddir (tek mutlak vücuttur) ki, benim vücûd-i mukayyedim (kayıtlı vücudum), onun vücûd-i mutlakıyla (kayıtsız, sınırsız vücuduyla) kâimdir (mevcuttur, ayaktadır). İşte bunun için biz O'nun vücûdu ile muğtedîyiz (beslenmekteyiz) ve O bizim gıdâmızdır, dedim.

Misâl: Buhar derece derece tenezzül edip (aşağıya inip) bulut, su ve buz sûretlerine bürünse, vücûd, buhârın vücûd-i vâhidinden (tek vücudundan) ibâret olur. Ve bu sûretlerin vücûdu buhar ile kâim (ayakta, mevcut) bulunur ve bu sûretler buhar ile muğtedî olurlar (beslenirler). Ve buhar onların gıdâsı olup izâfi (göreli, nisbi) olan vücûdlarında muhtefi (gizlenmiş) olur.

(Devam edecek)

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-06.04.2004
http://gulizk.com


Üst Ana sayfa e-mail