[KELİME-İ HÜDİYYE’DE MÜNDEMİC “HİKMET-İ
AHADİYYE”NİN BEYÂNINDA OLAN FASTIR]
İmdi benim
vücûdum O'nun gıdâsıdır. Ve biz dahi O'na muhâzî ve mukabiliz.
Binâenaleyh, eğer sen bir vech ile nazar edersen benim sığınmam,
O`ndan O'nadır (47).
Ya'nî Hakk'ın vücûdunun ve ahkâmının
(hükümlerinin)
zâhir olması
(açığa çıkması)
cihetinden
(yönünden)
biz de onun gıdâsıyız ve gıdâ gibi onda
muhtefiyiz
(gizliyiz).
Ve
bizim vücûdumuz nasıl ki ona gıdâ olur ise, o da mütekabilen
(karşılıklı olarak)
ve muhâziyen
(mukabil olarak)
bizim gıdâmız olur. Ve Hak tecellî-i Zâtîsiyle
(Zat’ından Zat’ına olan tecellileriyle),
bizim vücûd-i izâfimizi
(nisbi, göreli olan vücudumuzu)
ifnâ
(tükettiği, yok)
ettiği vakit, biz O'ndan yine O'na teavvüz ederiz
(sığınırız),
O'na sığınırız. Nitekim (s.a.v.) Efendimiz
...................... hâdîs-i şerîfiyle bu teavvüze
(sığınmaya)
işâret buyurmuştur. Bu sığınma zât ve vücûd
(varlık)
cihetiyledir
(bakımındandır);
esmâ cihetiyle
(bakımından)
değildir. Esmâ cihetiyle
(bakımından)
olan
istiâzede
(sığınma istemede)
......................... ya'nî "Yâ Rabbi, suht
(hiddet, gazab)
ve kahrından rızâna sığınırız" demek lâzımdır.
Zîrâ Hak ba'zı mezâhirde
(birimlerde)
Râzî ve ba'zı mezâhirde
(birimlerde)
dahi, Sâhıt
(hiddet, öfke)
ve Kahhâr isimleriyle zâhir olur
(görülür).
Bir isminden diğer ismine sığınırız.
Misâl: Hüviyyetleri
(hakikâtleri)
buhardan ibâret olan muhtelif sûretlerdeki buz
kütleleri, şemsin
(güneşin)
tecellîsiyle (belirmesiyle)
eriyip fenâ buldukları
(yok oldukları)
vakit, buhara müntakıl
(dönüşürler,
buhar)
olurlar. Ve bu sûrette,
(şekilde)
onların vücûdu buharın gıdâsı olup, onda ihtifâ
ederler
(gizlenirler).
Ve
nitekim evvelce buhârın vücûdu onlara gıdâ olup onlarda muhtefi
olmuş
(gizlenmiş)
idi. Bu sûret
dahi, onun muhâzîsi
(karşısında)
ve mukâbili
(karşılığında)
olur.
Ve bu kerbden dolayı teneffüs etti. İmdi "nefes"i Rahmân'a nisbet eyledi.
Zîrâ suver-i âlemin îcâdından taleb ettikleri şeyi, niseb-i
İlâhiyyeye isim ile rahmet etti ki, o suver-i âleme, biz "Hakk'ın
zâhiri" dedik. Çünkü zâhir olan O'dur. Ve Hak suver-i âlemin
bâtınıdır, zîrâ Bâtın olan O'dur. Ve Hak Evvel'dir; zîrâ O var
idi, halbuki suver-i âlem yok idi. Ve Hak Âhir'dir; zîrâ suver-i
âlemin zuhûru indinde, o suverin "ayn"ı oldu. İmdi Âhir,
Zâhir'in aynıdır ve Bâtın Evvel'in aynıdır. Ve Hak her bir şeyi
Alîm'dir; zîrâ muhakkak kendi nefsini alîmdir (48).
Eşyânın
(mevcut varlıkların)
a'yân-ı sâbiteleri
(ilmi suretleri),
ilm-i İlâhî’de
(Allah’ın ilminde)
mevcûd olmakla berâber, bu sûretler ilim
mertebesinde iken, libâs-ı taayyün
(taayyün elbisesi)
giymemiş idiler. Bunların her birisi vücûd-i
aynîye
(kendi vücutlarını)
tâlib olduklarından
(istediklerinden),
ayn-ı kerb-i Rahmân
(Rahman’ın sıkıntı
kaynağı)
oldular; ve bâtında
(ruhta)
bir sıkıntı peydâ olur. Bu kerbi
(sıkıntıyı, kederi)
def’
(atmak)
için teneffüs lâzımdır. Binâenaleyh
(nitekim),
Hak bu kerbden
(sıkıntıdan)
dolayı müteneffıs
(teneffüs eden, soluyan)
oldu. Ve lisân-ı Resûl ile
................................ kavlinde
(sözlerinde)
Hak, nefesi, "Rahmân"a nisbet eyledi
(Hakk’ nefesini Rahman ile vasıflandırdı).
Çünkü esmâ-i İlâhiyye, müsemmâları
(isimlenenleri)
olan
Hak'tan,
birer mazhar
(görüntü yeri, vücut)
istediler. Hak dahi, kendi nisbetleri
(sıfatları)
olan o isimlerin istedikleri mezâhire
(zuhur yerlerine)
vücûd verdi. Ve o esmâ-i İlâhiyyesine
(İlahi esmasına)
Rahmân ismiyle rahmet eyledi. Âlemin
(evrenin)
sûretleri hep bu mezâhirden
(görüntü, zuhur yerlerinden)
ibârettir. Bu suver-i âlem
(evren suretleri)
Hakk'ın vücûd-ı mutlakında
(Zat’ında)
bâtın
(gizli)
iken, onların ervâhı
(ruhları)
olan esmâ-i İlâhiyye’nin talebi
(istekleri)
üzerine
Hak, tenezzülen
(inerek)
kendi vücûdundan onlara vücûd i'tâ ettiğinden,
(verdiğinden, bağışladığından)
bu suver-i âlem
(evren suretleri)
Hakk'ın zâhiri
(dış görünüşü)
oldu. Binâenaleyh
(nitekim),
biz de onlara "Hakk'ın zâhiri" dedik ve bu
sûretler ilm-i Hakk'ın
(Hakk’ın ilminin)
sûretleri olduğundan, onların bâtınları
(ruhları)
Hak'tır. Ya'nî bu sûretler Hakk'ın dışı
ve Hak, bunların içidir.
Ve Hakk'ın nefes-i Rahmânî
(Rahman olan nefesi)
ile teneffüsünden
(nefes vermesinden “ilmi suretlerin açığa
çıkmasından”)
evvel, bu suver-i âlemin
(evren suretlerinin)
vücûdu olmadığından, Hak evvel'dir
(her şeyden önce olandır).
Nitekim,
hadîste ............................ buyrulmuştur. Ve o suver-i
âlemin
(evren suretlerinin)
vücûdu, müstakıl
(kendilerine ait, bağımsız)
olmayıp vücûd-i mutlak-ı Hakk'ın
(mutlak vücut sahibi olan Hakk’ın)
libâs-ı taayyüne
(taayyün elbisesine)
bürünerek, bunların sûretlerinde zâhir
(görünür)
ve binâenaleyh
(nitekim),
onların "ayn"ı
(hakikati, zatı)
olması hasebiyle, Hak Âhir
(en sonuncu, sadece kendisi var olarak kalan)
olur. Zîrâ Hakk'ın evveliyyetini ta'kîb eden bir
başka vücûd yoktur ki, âhiriyyet
(en son olma)
sıfatını iktisâb edebilsin
(kazanabilsin).
Şu
halde Âhir
(en son)
Zâhir'in
(açığa çıkmışın)
ve Bâtın
(gizli olan)
dahi evvel'in
(öncenin)
aynı olmuş olur. Ve Hakk'ın nefesi
ve vücûdu, zâhiren
(dış görünüş olarak)
ve bâtınen
(ruh olarak),
suver-i
âlemin
(evren suretlerinin)
"ayn"ı
(hakikâti)
olunca, bu suver-i eşyâdan
(varlık suretlerinden)
her birisinin ilmi Hakk'ın ilmi olur. Binâenaleyh
(nitekim)
Hakk'ın ilmi her şeyi ihâta etmiştir
(kaplamış, kuşatmıştır).
Çünkü Hak kendi nefsine Alîm'dir
(nefsini en iyi, her yönüyle bilendir).
İmdi vaktâki Hak suveri, nefeste îcâd etti ve esmâ ile mu’abber olan
sultân-ı niseb zâhir oldu, âlem için niseb-i İlâhî sahîh oldu.
Binâenaleyh, suver-i âlem, Allah Teâlâ'ya müntesib oldular (49).
"Nefes-i rahmânî”
(Rahman’ın nefesi),
gerek ilm-i İlâhîde
(Allah’ın ilminde)
sâbit
(mevcut)
olan suver-i a'yânın
(ilmi suretlerin)
ve gerek âlem-i halkta
(yaratılmış evrende)
peydâ olan sûretlerin kâffesi
(hepsi)
için maddedir. Binâenaleyh
(nitekim),
Hak ne kadar sûretler var ise, cümlesini
(bütün hepsini)
"nefes-i rahmânî"si
(açığa çıkmış ilmi suretleri)
olan bu maddede ve bu "heyûlâ"da
(ilk cevherde, her şeyin ilk maddesinde)
îcâd etti
(yarattı).
Ve hakâyık-ı eşyâ
(varlıkların hakikâtleri)
olan a'yân-ı sâbite,
(ilmi suretler)
esmâ-i İlâhiyye’nin
(Hakk’ın esmasının)
sûretleri olduğu gibi âlem-i halk
(yaratılan âlemde)
ve şehâdette
(içinde bulunduğumuz âlemde)
zâhir olan
(görülen)
sûretler dahi, bu a'yân-ı sâbitenin
(ilmi suretlerin)
sûretleridir. Çünkü sultân-ı nisebin,
(sultanın sıfatları)
ya'nî esmâ-i ilâhiyye saltanatının
(hükümdarlığının)
zuhûru,
(açığa çıkması)
bunların ef’âlini
(fiillerini)
ve ahkâmını
(hükümlerini)
ve âsârını
(eserlerini)
ve rubûbiyyetini
(Rablığını),
onlara birer mazhar-ı suverî
(görüneceği, açığa çıkacağı suretler)
vererek âlem-i imkânda
(şehadet âleminde)
ızhâr etmekle
(meydana çıkarmakla)
olur. Bunun için Hak Teâlâ dahi böyle yaptı. Ve
kendi vücûd-i mutlakının
(Zatının)
aynı olan "nefes-i rahmânî"sinde ve "ilk madde"
ve "heyûlâ" da
(kâinatı dolduran ve bütün cisimlere nüfuz eden günümüzde esîr
olarak tabir edilen ilk cevherde)
bu sûretleri îcâd etti
(yarattı).
Ve işte bu sûretle, İlâh ile me'lûh
(İlah olan, kul)
ve Rab ile merbûb
(Rabbı olan, kul)
ve Hâlık
(yaratıcı)
ile mahlûk aralarında nisbet
(bağıntılar, ilişkiler)
zâhir olmakla, bi'n-netîce
(sonuç olarak)
âlem
(evren)
için niseb-i İlâhî
(İlahi sıfatlar)
sahîh
(doğru, gerçek)
oldu. Ve suver-i âlemin
(evren suretlerinin)
vücûdu ve bi'l-cümle sıfâtı
(bütün sıfatlarının hepsi),
Hakk'ın vücûd ve sıfâtı olduğundan, bunlar Hakk'a
müntesib
(mensup, ait)
olmus oldular.
Binâenaleyh
(nitekim)
"maddiyyûn"
(meteryalistler, maddeciler)
dediğimiz hukemânın
(filozofların)
"madde" ve "kuvvet" nâmlarıyla
(adlarıyla)
iki vücûd isbât edip
(vardır deyip)
kâffe-i suver-i âlemin
(evren suretlerinin hepsinin),
müstakıl farz ettikleri
(kendi başına bağımsız olduğunu düşündükleri)
bu iki vücûda mensûbiyetlerini
(ilgili, ait olduklarını)
iddiâ etmeleri, ukûlün
(akıllarının)
mahsûl-i dalâlet
(şaşırtmasının ürünü)
ve hayretidir.
Mesnevî:
Tercüme ve îzâh: Akl-ı cüz'î
(kısıtlı akıl),
akl-ı istihrâc
(bir şeyden bir netice çıkaran akıl)
değildir. Fenni
(ilmi, marifeti)
kabûl etmekten ve muhtâc-ı ta'lîm
(öğrenmeye ihtiyacı)
olmaktan başka bir şeyi yoktur. Ya'nî akl-ı cüz'î
(kısıtlı akıl),
hiç yoktan bir şeyi istihrâc edemez
(netice çıkaramaz).
Bir sâhib-i fennin ta'lîmine
(ilim, sanat sahibinin öğretisine)
muhtacdır. Bu akıl ancak taallüm
(öğrenmeye)
ve fehme
(anlamaya)
kâbildir
(elverişlidir)
.
Lâkin ona bir sâhib-i vahy
(vahiy sahibi)
ta'lîm etmelidir
(öğretmelidir).
Muhakkaktır ki, evvelen bütün hıref
(meslekler)
ve sanâyi' vahy-i ilâhîden
(Hakk’ın vahiylerinden, ilhamlarından)
zuhûra geldi
(meydana çıktı).
Fakat sonra akıl onu ziyâdeleştirdi
(artırdı).
Meselâ kumaş dokumasını Hz. Şît (a.s) ihdâs etti
(ortaya çıkardı).
Velâkin pek ibtidâî
(ilkel)
bir halde idi. Fakat bugüne kadar, her bir akıl
sâhibi bir şey ilâve etti. Kumaş nesci
(dokuma)
bugünkü hâl-i mükemmeliyete geldi. Ve kezâ yazı
yazmağı ve iğne ile elbise dikmeği Hz. İdrîs vaz' etti
(koydu).
Akıl sâhibi üstadlar tedrîcen
(aşama, aşama)
onu ikmâl ettiler
(geliştirdiler).
Bak
ki bu bizim aklımız, hiç üstadsız san'at öğrenebilir mi? Vâkıâ
(gerçekte)
bizim aklımız fikirde mû-şikâftır
(inceden inceye araştıran)
ve kılı kırk yarar. Maahâzâ
(bununla beraber)
hiçbir san'at üstadsız bize münkâd
(boyun eğen)
olmadı. Eğer bu akl-ı cûz'înin
(kısıtlı aklın)
hıref
(meslek)
ve sanayiin hiç yoktan îcâdına
(yaratılmasına)
vukufu
(bilgisi)
olsa idi, üstâda hâcet
(ihtiyaç)
kalmaksızın bir san'at zuhûra gelirdi
(meydana çıkardı).
Binâenaleyh
(nitekim)
bugünkü terakkıyyât-ı fenniyyenin
(fennin ilerlemesinin)
düstûr-i ibtidâîleri
(temel kuralı, kanunu),
sâhib-i vahy olan
(vahiy alan)
Enbiyâ-i ızâm
(büyük Peygamberler)
hazarâtı
(hazretleri)
tarafından vaz' olunmuş
(konulmuş)
ve ukûl-i cüz'iyye
(kayıtlı, kısıtlı akıllara)
ânen-fe-ânen
(gittikçe)
tevsî' ederek
(genişleterek)
tezyîd etmiştir
(artırmıştır).
Ve
bundan sonra da pey-der-pey
(yavaş yavaş, birbiri ardı sıra)
tezâyüd edecek
(artacak)
ve derece-i kemâle
(mükemmellik derecesine)
vâsıl olacaktır
(ulaşacaktır).
Fakat hilkat-i eşyâdan
(varlıkların yaratılmasından)
maksûd
(maksat)
ma'rifet-i Hak
(Hakk’ın bilinmesi)
olduğundan, her Nebî
(Peygamber)
vaktinde, hakayık-ı İlâhiyyeyi
(iilahi hakikatleri)
ümmetlerinin isti'dâdlarına göre, fûnûn-i sâire
(diğer fen ilimleri)
hakkındaki düstûrlardan
(kanunlarından, kaidelerinden)
daha vâzıh
(açık)
bir sûrette teblîğ ettiler. Ve vüs'at-i isti'dâd
(istidadın genişliği)
husûsunda âhir zaman nebîsinin
(zamanın en son Peygamberinin)
ümmeti ümem-i sâlifeye
(geçmiş ümmetlerin)
takaddüm ettiklerinden
(önüne geçmiş olduklarından, ilersinde
bulunduklarından),
(s.a.v.) Efendimiz'e vahyolunan Kur'ân-ı
azîmü'ş-şân
(şanı büyük yüce Kuran),
kâffe-i hakayık-ı İlâhiyyeyi
(bütün İlahi hakikatleri)
câmi' oldu
(kendinde topladı).
Ve husûsiyle bu Fusûsu'l-Hikem lübb-i
Kur'ân'ı
(Kuran’ın özünü)
muzhir
(ızhar edici, açığa çıkarıcı)
olduğundan, bu hakayıkın
(hakikâtlerin)
zuhûru
(açığa çıkması),
izn-i Resûlullâh
(Resullah’ın izniyle)
(S.a.v.) ile, Hz. Şeyh-i Ekber (r.a.) zamânında
derece-i kemâli
(tam, mükemmel dereceyi)
buldu. Binâenaleyh
(nitekim),
ukûl-i cüz'iyye
(kısıtlı, kayıtlı akıl)
vahye ittibâ'dan
(uymaktan)
tebâ'ud edince
(kaçınınca, uzak dururunca)
hakayık-ı eşyâya
(varlıkların hakikâtlerini)
nasıl muttali' olur
(bilir)?
Şübhe yoktur ki, maddiyyûnun
(maddecilerin, meteryalistlerin)
düştüğü çâh-ı hayret
(hayret çukuruna)
ve dalâlete düşer. Yâ Rab, bizi ukul-i
cüz'iyyenin
(aklı kıtların)
şerrinden
(kötülüklerinden)
muhâfaza eyle
(koru)!
(Devam edecek)
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-13.04.2004
http://gulizk.com
|