KELİME-İ HÜDİYYE’DE MÜNDEMİC “HİKMET-İ
AHADİYYE”NİN BEYÂNINDA OLAN FASTIR
İmdi, bugün sizin nisebinizi ben vaz'
ederim ve benim nisebimi ben ref ederim; ya'nî sizin nefsinize
olan intisâbınızı ben sizden ahz eylerim ve sizin bana olan
intisâbınıza sizi reddederim, dedi (50).
Ya'nî Resûl (a.s.), Hak'tan hikâye tarîkıyla
(yoluyla)
buyurur ki: Bi'l-cümle taayyünâtın
(meydana gelen bütün şeylerin)
fânî
(öldüğü, yok)
olduğu yevm-i kıyâmette
(kıyamet gününde)
sizin nefsinize ve zevâtınıza
(zatlarınıza)
olan intisâbınızı
(bağlılığınızı)
sizden alıp, zevâtınız
(zatlarınız)
Zâtullah
(Allah’ın Zatı)
ve sıfâtınız Sıfâtullâh
(Allah’ın sıfatı)
ve ef’âliniz
(fiilleriniz)
Ef’âlullâh
(Allah’ın fiilleri)
olmak için, sizi Bana mensûb
(bağlı, ait)
kılarım. Binâenaleyh
(nitekim),
siz Hak'ta fânî
(yok)
ve onunla bâkî
(daimi, kalıcı)
olursunuz. İşte bugün, ya’nî yevm-i kıyâmet-i
kübrâ,
(büyük kıyamet günü)
Hak'ta "fenâ"
(yok olma)
hâlinden
(oluşundan)
ibârettir. Zîrâ nefse intisâb
(bağlılık),
taayyün
(vücut, suret)
mevcûd iken mümkün idi. Buz gibi donmuş olan bu
vücûd-i müteayyin
(meydana gelmiş bu vücut),
şems-i zâtın
(güneşin)
tecellîsiyle eridiği vakit "ben" ta’bîrinin
taalluk edeceği
(ilgili, ait olacağı)
bir nokta-i istinâd
(dayanacağı nokta)
kalmaz. Bir buz kütlesi, nasıl ki eriyip suya
münkalib
(dönüşmüş)
ve ondan fânî
(yok)
olarak sıfâtı suyun sıfâtı olursa, bu taayyünât
(meydana gelmişler)
dahi öylece Hak'ta fânî
(yok)
olurlar. Nitekim, Hak Teâlâ Kur'ân-ı Kerîm’de,
îmân eden sehare-i Fir'avn'dan
(Firavun’un sihirbazlarından)
hikâyeten beyân buyurur
(bildirir):..........................
(Şuarâ, 26/50) Velhâsıl yevm-i kıyâmette
(kıyamet gününde)
Hak Teâlâ bizim nefsimize olan nisebimizi
(sıfatlarımızı)
alıp bizi kendisine mensûb
(ait)
kılar. Nitekim âyet-i kerîmede buyurur:
.......................... (Mü'minûn, 23/101).
Allâh'ı vikaye ittihâz eden müttakîler nerededir
ki, Hak onların zâhirleri oldu. Ya'nî onların zâhir olan
sûretlerinin "ayn"ı oldu (51).
Hakk'a müntesib
(intisabeden, dahil)
olan suver-i âlemin
(evren suretlerinin)
mezmûmu
(yerilmişi, beğenilmeyeni)
ve mahmûdu
(beğenileni)
vardır. Mezmûmâtta
(beğenilmeyenlerde)
nefsini Hakk'a vikaye
(siper)
ittihâz edip
(tutup)
onları nefsine nisbet eden
(bağlayan)
ve kemâlât ve mahmûdâtta
(beğenilenlerde),
Hakk'ı kendi nefsine vikaye
(siper)
ittihâz ederek
(tutarak)
onları Hakk'a izâfet eyleyen
(bağlayan)
müttakîler
(Allah’tan korkanlar, çekinenler)
nerededir? Bunların vücûdât-ı zâhireleri
(madde varlıkları)
kalmamıştır ki, onlar için mekân olsun!
Beyt:
"Sekâ-hüm Rabbühüm" hamrin içen âşıklar ey Nakşî
Erer ma'şûkuna onlar mekândan lâ-mekân söyler.
Zîrâ onların eneiyyetleri
(benlikleri)
Hakk'ın eneiyyetinde
(benliğinde)
mahv
(yok)
olup abd-i mahz
(tam, saf kul)
olmuşlardır. Nitekim Şeyh Nizâmî (k.s.) buyurur.
Beyt:
Tercüme: "Bu vücûd-i müteayyinimden
(meydana çıkmış bu vücudumdan)
"Sensin" dedikten sonra, bir de dönüp "benim"
demeği sana karşı câiz
(doğru)
görmem".
Ve o müttakî, inde'l-cemî'; nâsın a'zâmı ve
ehakkı ve akvâsıdır (52).
Ya'nî mezmûmâtı
(beğenilmeyen, kötü şeyleri)
kendi nefsine ve mehâmid
(övülecek şeyler)
ve kemâlâtı
(mükemmelliği)
Hakk'a nisbet ederek
(bağlayarak),
nefsini Hakk'a ve Hakk'ı nefsine vikâye
(kayırma, esirgeme)
ve siper
(koruyucu)
ittihâz eden
(tutan)
müttakî
(Allah’tan korkan),
zâten
(zat olarak)
ve sıfaten
(sıfat olarak)
Hak'ta fânî
(yok)
olduğu için cemî-'i ehlullâh
(bütün Allah ehilleri)
indinde
(yanında),
nâsın
(insanların)
a'zamı
(en büyüğü)
ve Vahdâniyyet-i Zâtiyye
(Za’tın birliği)
ile ittisâflarından
(sıfatlanmalarından)
dolayı vücud ve kurbda
(yakınlıkta)
nâsın
(insanların)
ehakkı
(daha layıkı)
ve eli ve ayağı ve sem'
(kulağı)
ve basarı
(gözü)
ve sâir kuvâsı
(diğer meleki kuvveleri)
Hakk'ın olduğu için dahi nâsın akvâsıdır
(insanların en kuvvetlisidir).
Yaptığını Hak'la yapar. Binâenaleyh
(nitekim)
ehlullâhın
(velilerin)
ef'âline
(fiillerine)
i'tirâz
(karşı çıkmak)
Hakk'a itirâz
(karşı çıkmak)
olur.
Vakt olur ki müttâkî kendi nefsini,
sûreti ile Hakk'a vikaye eden kimse olur. Zîrâ Hakk'ın hüviyyeti
abdin kuvâsıdır. Böyle olunca müsemmâ-yı abdi, müsemmâ-yı Hak
için şühûd üzere vikaye eyledi. Tâ ki âlim, gayr-i âlimden
mütemeyyiz olsun. ....................................... (Zümer,
39/9). Ya'nî "Sen de ki, bilenler ile bilmeyenler berâber olur
mu? Ancak ülü'l-elbâb tezekkür eder.'' Ve onlar şeyin lübbüne
nâzırdırlar ki, şeyden matlûb da lübdür (53).
Ya'nî müttakî
......................................................... (Nisâ,
4/79) ya'nî "İyiden sana isâbet eden şey Allah'dan ve fenâdan
sana isâbet eden şey dahi nefsindendir" âyet-i kerîmesi hükmüne
imtisâlen
(itaat ederek)
zemâimi
(zem olunan, beğenilmeyen şeyleri)
kendi nefsine isnâd edip,
(dayandırıp, bağlayıp)
teeddüben
(edep gereği)
nefsini sûret-i zâhiresiyle
(dış suretiyle, vücuduyla)
Hakk'a siper ittihâz eyler
(tutar)
ve mehâmidi
(övülecek şeyleri)
Hakk'a izâfet edip,
(bağlayıp)
Hakk'ı nefsine siper yapar. Ve müttakînin
(Allah’tan çekinenin)
böyle müsemmâ-yı abdi
(isimlenmiş kulu)
ve sûret-i nefsi
(nefsinin suretini
müsemmâ-yı Hak
(isimlenen Hakk)
için siper ittihâz edişi
(tutuşu)
şuhûd üzere
(müşahede etmekle, görmekle)
vâkı' olur
(oluşur);
cehle
(bilgisizliğe)
müstenid
(dayalı)
değildir. Zîrâ bi'l-cümle mehâmid ve mezâmmın
(beğenilen ve beğenilmeyen şeylerin hepsi)
Hakk'a râci'
(ait)
olduğuna vâkıf
olmayıp da
(bilmeyip de)
onların menba'ı
(çıktığı kaynağın),
kendi nefsi olduğuna zâhib olan
(fikrine kapılan)
kimseler, müşrikler zümresine mülhak
(katılmış)
olurlar. Çünkü bunlar, kendi nefislerini görüp,
Hak'tan mahcûb
(perdeli)
olurlar. Ve bu vehim
(zan)
ve zehâb ile
(fikre sapmakla)
biri Hak ve biri de kendi nefisleri olmak üzere
iki fâil
(işi işleyen, yapan)
isbât etmiş bulunurlar
(vardır demiş olurlar).
Ve mezâmm
(beğenilmeyenlerin)
ve mehâmidin
(beğenilenlerin)
Hakk'a rücûu keyfıyyeti
(ait olma hususu)
Fass-ı İbrâhîmî'de
(İbrahim bölümünde)
geçmiştir.
İmdi cehl
(bilgisizlik)
ile
ef'âli
(fiilleri)
kendi nefislerine isnâd
(yöneltenler, atfedenler)
edenler, ister muvahhid
(tevhid eden)
ister müşrik olsunlar, bu hususta ikisi de
müsâvîdir.
(eşittir)
Fakat Hakk'ın "Hüviyyet"i
(Zatı, hakikâti),
abdin
(kulun)
sem'i
(işitme duyusu)
ve basarı
(görme duyusu)
ve sâir kuvâsı
(diğer kuvveleri)
olduğunu ve abd
(kul)
zâhir
(görünen)
ve Hak bâtın idiğini
(görülmeyen olduğunu)
bilen ve kurb-i nevâfil sâhibi
(nafileler ile yakınlık kazanmış, ‘sıfatlarından
arınmış’)
olan müttakî,
(Allah’tan çekinen, korkan kişi)
nefsinin sûretini, müşâhede üzerine
(görerek)
Hakk'a siper kılar. Ve bu şuhûd ile
(görerek)
bilen, bilmeyenden ayrılır. Nitekim Hak Teâlâ
.................................................. (Zümer, 39/9)
buyurur.
Beyt-i Şeyh Nizâmî:
Tercüme: “Yedimde
(elimde),
benim
kendimin bir hisâbı
(hesabı)
yoktur. Benim ne kadar hesâbım varsa hep senden
sudûr eder
(çıkar).
İyinin ve kötünün miftâhı
(anahtarı)
senden gelir. Şu kadar ki, senden iyi ve benden
kötü zâhir olur. Sen iyilik edersin; ben fenâyı nefsime havâle
ettiğimden dolayı, fenâ yapmışımdır”.
Ve bu şuhûd
(manevi görüş)
ve ilm-i sahîh
(doğru gerçek ilim)
ile muttasıf
(sıfatlanmış)
olanlar, ancak "elbâb"
(akıl)
sâhibleridir. Zîrâ onlar, bir şeyin içine nazar
ederler
(bakarlar)
ve o şeyden matlûb olan da
(arzulanan şey de)
onun içidir. Meselâ, âkıl indinde
(tarafından)
matlûb olan
(arzulanan)
cevizin içidir. Ona atf-ı nazar ederse
(bakışlarını ona yöneltirse),
"iç"i için eder. Fakat etfâl indinde
(çoçuklara göre),
sermâye-i mel'abe
(oyuncak malzemesi)
olduğu için, matlûb olan
(arzu edilen)
onun kışrıdır
(kabuğudur).
Binâenaleyh
(nitekim)
"elbâb sâhibler"i
(akıllı kimseler),
kâffe-i eşyânın
(bütün her şeyin)
"lübb"ü
(özü)
olan Hakk'a nâzırlardır
(bakanlardır).
Ve bu nazarla
(bakışla)
bi'l-cümle ef’âlin
(bütün fiillerin, işlerin)
Hak'tan sudûr ettiğini
(çıktığını)
bilirler. Ve onların kalbleri kemâl-i safvet
(tam saflık, berraklık)
üzere olduğundan, ilimleri, makam-ı kudsten
(mübarek, kutsal makamdan)
vârid olduğu
(eriştiği, ulaştığı)
hâl-i safvet üzere
(saf, berraklık üzere olduğu gibi)
kalır. Aslâ evhâm ve hayâlât
(hayaller)
ve efkâr
(fikirler)
ve zunûn
(zanlar)
ile karışmaz. Ve o ilim, aklın taallüm
ile
(gayret göstererek öğrendiği)
kazandığı ilme benzemez. Bu sûrette,
(şekilde)
onların ilimleri keşfi
(keşf yoluyla)
ve zevkî
(manevi haz ile)
olur. Meselâ menbaından
(kaynağından)
gâyet berrak olarak çıkan bir su, şehir içinden
geçen mecrâsına
(aktığı yatağa)
o berraklık ile gelir. Fakat halk
(insanlar)
o mecrâda
(derede)
ellerini ve ayaklarını ve sâireyi
(diğerlerini)
yıkayarak o suyu bulandırırlar. Su şehirden
çıkarken gâyet bulanık ve mülevves
(kirli)
bir hâle gelir.
İşte tıbkı bunun gibi, aslında vahy-i İlâhî
(İlahi vahiy)
olan hikemiyyâtı
(hikeme, hikmetlere ait şeyleri),
ehl-i
fıkir
(fikir sahipleri)
ve zunûn
(zanları)
olan feylesoflar ve ulemâ-i sûret
(zahir alimleri),
kendi
evhâm ve hayâlâtıyla
(hayalleriyle)
mecz edip bulandırırlar. Velhâsıl, Hakk'ı bilen
bilmeyenden mütemeyyizdir
(ayrılır).
Onlar eşyânın "lübb"ü
(özü)
olan Hakk'a nâzır
(bakan)
olup, hukuk-ı ubûdiyyete
(kulluk hukukuna)
ve âdâb-ı rubûbiyyete
(rububiyet kaidelerine)
riâyetkârdırlar. Ve gece ve gündüz efendilerinin
hizmetinde kaim olurlar. Ve umûr-i ademiyye
(olmayacak işler)
kabîlinden olan nakâisı
(noksanlıkları)
ve mezâmmı
(beğenilmeyen zemm edilen şeyleri)
nefislerine isnâd ederler
(dayandırırlar, bağlarlar).
(Devam edecek)
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-20.04.2004
http://gulizk.com
|