[KELİME-İ HÜDİYYE’DE MÜNDEMİC “HİKMET-İ
AHADİYYE”NİN BEYÂNINDA OLAN FASTIR]
İmdi muksır olan, mücidd olan
kimseyi sebk etmez. Kezâlik ecîr abde benzemez. Ve Hak, abd için
bir vech ile vikaye oldukda ve abd dahi, bir vech ile Hak için
vikaye oldukda, sen kevn hakkında ne istersen de! Eğer istersen
kevn, halktır dersin ve eğer istersen kevn Hak'tır dersin. Ve
eğer istersen, kevn, Hak olan halktır, dersin. Ve eğer istersen,
her vecihten Hak değildir, dersin. Ve eğer istersen, her
vecihten halk değildir, dersin. Ve eğer istersen kevn hakkında "hayret"
ile kail olursun (54).
Ya'nî "câze; yecûzu"
(caiz oldu, caiz olur)
ve "kâne ve yekûnu"
(oldu ve olur)
ile âhir ömrüne
(ömrünün sonuna)
kadar uğraşan sarf ve zarf ehli
(zamanını boş şeylerle geçirenler)
ve zevâhir-i eşyâ
(göresel şeyler)
ile mütevaggil
(uğraşmaya düşkün)
olan muksırîn
(tembeller),
lübb-i eşyâya
(varlıkların içine, özüne)
nâzır olup
(bakıp)
tahsîl-i kemâlâtta
(ilmi mükemmel olarak öğrenmede)
mücidd olan
(çalışan, gayret eden)
kimseleri geçemez. Ve bir efendinin ücretle
tutulmuş hizmetçisi ile kölesi müsâvî
(eşit)
değildir. Zîrâ birinin nazarı
(gösterdiği ehemmiyet)
ücrete, diğerininki ubûdiyyetedir
(kulluğadır).
Binâenaleyh
(nitekim)
câhilin ameli, cehennemden halâs
(kurtulmak)
ve cennete nâil olmak
(kavuşmak)
içindir. Âlimin ameli ise, bu fıkirlerden ârî
(arınmış)
olarak, mahzâ ibâdete
(sadece ibadette)
müstehak
(hak kazanmış, layık olmuş)
olduğundan nâşî
(dolayı),
Hakk'a ibâdet etmiş olmak maksadına müsteniddir
(dayanmaktadır).
Ve abd
(kul),
umûr-i ademiyye olan
kendi sıfâtına talluk eden
(alakalı kılan, bağlayan)
nakaisın ve mezâmmın
(noksanlıkları ve beğenilmeyen şeyleri)
kendine nisbeti iktizâ ettiğini
(kendisine bağlaması gerektiğini)
bilip onları kendine nisbet ederek
(atfederek, bağlı kılarak)
nefsini Hakk'a ve kezâ
(böylece)
umûr-i vücûdiyye
(vücuda ait işlerden, hususlardan (yani açığa
çıkmış ilmi suretlerden)
olan Hakk'ın sıfâtına taalluk eyleyen
(alakalı kılan, bağlayan)
mehâmid ve kemâlâtın
(beğenilen şeylerin ve mükemmelliklerin)
ona nisbeti muktezî
(bağlamanın, alakalı kılmanın gerekli)
olduğunu bilip kendinden sudûr eden
(çıkan)
mehâmid
(övgüye değer, beğenilen şeyleri)
ve kemâlâtı
(mükemmellikleri)
Hakk'a nisbet ederek
(alakalı kılarak, bağlayarak)
Hakk'ı kendi nefsine vikaye
(koruyucu)
ve siper ittihâz ettikde
(tuttuğunda);
istersen bu kevne
(yaratılmış çokluklara)
ve bu âlem-i halka
(yaratılmış bu âleme),
zâhir
(görülen)
ve sıfât-ı noksâniyyenin
(noksan sıfatların)
mahalli olmak i'tibâriyle
(bakımından)
"halk"
(yaratılmış)
dersin. Ve istersen, bâtın
ve sıfât-ı kemâliyye-i Hakk'ın
(Hakk’ın kemal sıfatlarının)
mahall-i zuhûru
(çıktığı yer)
olmak i'tibâriyle
(bakımından)
"Hak" dersin. Ve istersen bâtın
(gizli)
ve zâhir
(açık)
ve sıfât-ı kemâl ve naksı
(tam ve noksan sıfatları)
câmi' olması
(kendinde toplaması)
i'tibâriyle
(bakımından)
"Hak olan halktır" dersin. Ve istersen "zâhir
cihetinden
(dış görünüşü, madde yapısı yönüyle)
Hak değildir, çünkü bu cihetle
(yönüyle)
halktır
(yaratılmıştır)
ve bâtın
(ruh)
cihetinden
(yönüyle)
halk
(yaratılmış)
değildir, çünkü bu cihetten
(yönüyle)
Hak'tır" dersin. Ve istersen bu kevn
(evren)
hakkında "hayret"le kail olup
(konuşup)
cenâb-ı Sıddîk-ı Ekber (r.a.)ın buyurduğu vech
ile
(şekilde)
........................................ dersin.
Zîrâ kevne
(yaratılmış varlıklara)
bakıp sıfât-ı acz ile
(güçsüz, yetersiz sıfatlarla)
muttasıf
(vasıflanmış)
olduğunu ve kendisinde hâl-i infıâl
(fiili kabullenme hali, pasiflik)
bulunduğunu görür, "Hak" diyemez ve sıfât-ı
kudretle
(Hakk’ın kudret sıfatıyla)
muttasıf
(vasıflanmış)
bulunduğunu ve kendisinde fâiliyyet
(işleyicilik)
olduğunu görür, "halktır"
(yaratılmıştır)
diyemez, "hayret"e düşer. Nitekim Hz. Şeyh (r.a.)
Fütûhât-ı Mekkiyye'nin evâilinde
(başlangıçında)
buyururlar:
Şiir:
Tercüme "Rab Hak'tır. Ve nazar-ı hakîkatle
(hakikat bakışıyla)
bakılınca abd de
(kulda)
Hak’tır. Mükellefin kim olduğuna şuûrum ve
vukufum
(bilgim, haberim)
ola idi ne olurdu! Eğer abddir
(kuldur)
desem, o ölüdür ve yoktur. Ve eğer Hak'tır desem,
teklîf olunan nerde?"
İmdi, senin merâtibi ta'yîn etmen
ile metâlib, zâhir oldu (55).
Hz. Şeyh (r.a.) bâlâda
(yukarıda)"Biz
âyât
(ayetlerde)
ve ahâdîste,
(hadislerde)
Hak hakkında tahdîdden
(hudud tayin etmekten, sınırlamaktan)
gayri
(başka)
bir şey görmedik" buyurmuş ve bu bahsi tavzîh
(açıklamak)
için, merâtib-i müteayyineyi
(belli mertebeleri)
beyân eylemiş
(açıklamış)
idi. Çünkü her bir mertebenin taayyünüyle
(meydana gelişiyle)
bir matlab
(istek, maksat)
zâhir olur. Şimdi de bu "tahdîd" bahsinin
itmâmına
(tamamlamaya)
rücû' edip
(geri dönüp)
buyururlar ki:
Ve eğer tahdîd olmasa idi, sûretlerde Hakk'ın
tahavvülünü, resûller ihbâr etmezler idi. Ve Hakk'ın kendi
nefsinden, sûretleri hal' etmekle O'nu vasf eylemezler idi (56).
Ya'nî Hak, eşyânın
(varlıkların)
"ayn"ı
(hakikâti)
olması, tahdîdi
(sınırlamayı)
mûcib olur
(gerektirir).
Zîrâ eşyâ
(varlıklar)
suver-i mahdûdeden
(belli bir suret ile sınırlanmaktan)
ibârettir. Eğer nefs-i emrde
(esasında),
Hakk'ın "tahdîd"ine
(sınırlanmasına)
cevâz
(müsaade)
olmasa idi, peygamberler, Hakk'ın sûretlerde
tahavvülünden
(bir halden diğer bir hale girmesinden,
dönüşümünden)
haber vermezler idi. Nitekim (S.a.v ) Efendimiz
buyurmuşlardır:
Ya'nî "Hak Teâlâ hazretleri, yevm-i kıyâmette
(kıyamet gününde)
halka
(insanlara)
bir münker sûretinde
(inkâr edecekleri bir surette)
tecellî edip
(görünüp):
"Ben sizin Rabb-i a'lânızım"
(yüce Rabbinizim)
der. Halk
(insanlar)
ise, senden Allâh'a sığınırız derler. Hak ba'dehû
(daha sonra)
onların i'tikâdları
sûretinde
(inanacakları şekilde)
tecellî eyler
(görünür).
O vakit o sûrete
secde ederler". İmdi "münker"
(inkâr edilen)
bir sûret-i mahdûde
(sınırlanmış, belli bir suret)
olduğu gibi, halkın
(insanların)
i'tikâd-ı muhayyeli
(hayallerinde inandıkları)
dahi birer sûret-i mahdûdedir
(sınırlanmış, belli bir surettir).
Hak
bu sûretlerde mütecellî olunca,
(görününce)
mahdûd olmak
(sınırlanmış, kısıtlanmış olması)
lâzım gelir. Binâenaleyh
(nitekim)
(S.a.v ) Efendimiz'in bu hadîs-i sahîhlerinde
(doğru hadislerinde),
Hakk'ın suver-i mahdûde
(belli suretler)
ile mahdûd
(sınırlı)
olduğu ihbâr buyrulmuş
(haber verilmiş)
olur. İşte ârifler bu ihbârdan
(haberden)
dolayı, sûretlerde Hakk'ın zâhir olduğunu
(açığa çıktığını, göründüğünü)
bilmişlerdir.
Şiir:
İmdi, göz onun gayrine nazar etmez;
ve hüküm, onun gayrı üzerine vâkı' olmaz (57).
Ya'nî vücûdda, göz ancak Hakk'a nazar eder;
(bakar)
ve hüküm
(karar)
ancak Hak üzerine vâkı' olur
(gerçekleşir).
Zîrâ, vücûdda ondan başka bir mevcûd yoktur ki
görülebilsin ve üzerine de bir hûküm lâhık olsun
(ulaşsın).
Binâenaleyh
(nitekim),
râî
(gören)
ve mer'î
(görülen)
ve hâkim
(karar veren)
ve mahkûmün-aleyh
(hakkında karar verilen)
hep Hak'tır.
Rubâi:
Ben bilmez idim gizli ayân hep Sen imişsin
Tenlerde vü canlarda nihân hep Sen imişsin
Sen'den bu cihân içre nişân ister idim ben
Âhir bunu bildim ki, cihân hep Sen imişsin
Böyle olunca, biz onun içiniz ve O'nun iki
elinde O'nunlayız. Ve her bir hâl içinde O'nun indindeyiz (58).
Ya'nî bizim vücûdumuz onun içindir. Çünkü o bizim
sûretlerimizde zuhûr etti
(açığa çıktı).
Ve
biz O'nunla mevcûduz. O'nun iki elinde O'na tâbi'iz
(bağlıyız).
Bizim
nâsıyemizden
(alnımızdan)
tutup bizde Tasarruf
(bizi kullanır, yönetir, idare)
eder. İyi ve kötü her bir halde biz, kurb-i
mutlak
(mutlak yakınlık)
ve mukayyed
(kayıtlılık)
ile onun nezdinde
(yanında)
hâzırız; ve O'ndan münfekk
(ayrı, kopuk)
değiliz. Nitekim Hak Teâlâ buyurur:
................... (Hadîd, 57/4).
Bunun için inkâr olunur ve bilinir
ve tenzîh kılınır ve vasf olunur (59).
Ya'nî Hak, mahdûd
(sınırlı, belli)
olan muhtelif
(çeşitli)
sûretlerde zâhir olduğu
(göründüğü)
için inkâr olunur. Çünkü câhil Hakk'ı, cemî'-i
mezâhirde
(bütün görüntü yerlerinde, birimlerde)
müşâhede edemediğinden
(göremediğinden),
Hak
Teâlâ, onun tahayyül ettiği
(düşündüğü, hayal ettiği)
sûrete
(şekle, biçime)
muğâyir
(aykırı, zıd)
olarak tecellî edince
(görününce),
Hak değildir, diye inkâr eder. Ve Hak bu sebepten
nâşî
(dolayı)
ma'rûf
(bilinen)
olur. Çünkü câhil Hakk'ın i'tikâdına
(inancına)
muvâfık
(uygun)
olan sûrette tecellîsinde
(görünüşünde),
bu Hak'tır, der. Ve ârif ise, Hakk'ı cemî'-i
suverde
(bütün suretlerde)
müşâhede ettiğinden
(gördüğünden),
Hak cemî'-i mezâhirde
(bütün görüntü yerlerinde, birimlerde)
ârif indinde
(bilenin görüşünde)
ma'rûf
(bilinen)
olur. Ve yine bu sebepten dolayı, Hak tenzîh
olunur
(hakk varlıklardan ayrı beri tutulur).
Zîrâ
Hak her anda bir şânda
(keyfiyette, durumda, halde)
ve bir sûrette tecellî ettiğinden
(göründüğünden)
ve O'nun bir sûret-i rnuayyenesi
(belli, belirli bir sureti)
olmadığından, ârif O'nu sûretlerden tenzîh eder
(suretlerden beridir der).
Ve
câhil ise, i'tikâdına
(inancına)
muvâfık
(uygun)
sûretle zuhûrdan
(meydana çıkıştan)
onu tenzîh edip
(beri tutup):
Hak cisim değildir, cevher değildir ve araz
(iki zamanda da baki olmayan, gelip geçici)
değildir, gibi sözler söyler. Bu münezzih-i
câhilin
(Hakk’ı münezzeh kılanın, ‘birimlerden ayrı,
beri gören cahilin’)
hâlidir. Çünkü cisim, cevher ve araz denilen
şeyler vücûd-i Hak'ta dâhildir
(Hakk’ın vucudunda bulunur).
Bunlar, Hakk'ın vücûdunun gayri
(başka)
olsa, iki vücûd olmak lâzım gelir. Ve kezâ
(böylece)
bu sebepten nâşî
(dolayı)
Hak vasfolunur
(vasıflandırılır).
Zîrâ Hakk'ın Hayât, İlim Sem’, Basar, İrâde ve Kudret ve Kelâm
gibi sıfatları vardır ki, halk
(insanlar)
ile kendi beyninde
(arasında)
müşterektir
(ortaktır, birliktedir).
Müşebbih
(teşbih eden (benzeten)
O'nu o sıfatlar ile vasf eder
(vasıflandırır).
(Devam edecek)
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-27.04.2004
http://gulizk.com
|