112. Bölüm

KELİME-İ HÜDİYYE’DE MÜNDEMİC “HİKMET-İ AHADİYYE”NİN BEYÂNINDA OLAN FASTIR]

İmdi Hakk'ı Hak'tan, Hak'ta, çeşm-i Hak ile gören kimse Hakk'ı âriftir (60).

Ya'nî bir kimse vücûd-i mutlak-ı Hak'tan (Hakk’ın kayıtsız vücudundan) kendi sûreti üzere (kendisinin suretinde) zâhir olan (açığa çıkan, görülen) Hakk'ı, Hakk'ın vücûdunda, çeşm-i Hak (Hakk’ın gözü)  ile görse, o kimse Hakk'ı ârif (bilen) olur. Nitekim cenâb-ı Nizâmî buyurur:

Tercüme: "Sen'i, Sen'in gayrinle bulmak olmaz; dizgini her taraftan çevirmek lâzımdır."

Ve Hakk'ı Hak'tan, Hak'ta, kendi nefsinin gözüyle gören kimse gayr-i âriftir (61).

Ya'nî bu kimse vücûd-i mutlak-ı Hak'tan, (Hakk’ın mutlak vücudundan) kendi sûreti üzere (kendi vücudu olarak) zâhir olan (görünen) Hakk'ı, Hakk'ın vücûdunda görür, ammâ nefsinin gözüyle görür. Halbuki çeşm-i Hak'tan (Hakk’ın gözünden) gayri (başka), O'nu bir göz göremez. Maahâzâ (bununla beraber) böyle olan kimse câhil değildir. Çünkü Hakk'ı Hak'tan, Hak'ta ârif (bilen) olmuştur. Ancak ârif-i kâmil (tam bilen) değildir.

Ve Hakk'ı Hak'tan ve Hak'ta görmeyip de, nefsinin gözüyle âhirette görmeye muntazır olan kimse câhildir (62).

Zîrâ bu kimse Hakk'ı bu âlemde müşâhede edemedi (göremedi) ve Hakk’ın ve Resûl'ün hitâbını anlayamadı. Nitekim buyrulur: ...................................(İsrâ, 17/72) Ya'nî "Burada a'mâ olan kimse âhirette de a'mâdır". Vâkıâ bu âyet-i kerîmenin ma'nâsı sûret-i umûmiyye (genel surette) de küffâr (dini inkâr edenler) içindir. Fakat seyr-i enfüsî (özüne yaptığı yolculuk) husûsiyyeti i'tibâriyle (bakımından) kâffe-i mü'minlere (müminlerin hepsini) de şâmildir (içine alır). Binâenaleyh (nitekim) Hakîkatte körlükten kurtulanlar ancak âriflerdir (Hakk’ı bilenlerdir).  Maahâzâ (bununla beraber) Hakk-ı mutlaktan, (mutlak, kayıtsız, sınırsız Hakk’tan) kendi sûreti üzere (kendinin vücudu olarak) zâhir olan (açığa çıkan, görülen) Hakk'ı Hakk'ın vücûdunda görmeyip de, âhirette çeşm-i Hak (Hakk’ın gözü) ile görmeğe muntazır olan (bekleyen) kimse, câhiller zümresine lâhık olamaz. (eklenemez) Çünkü o kimse, Hakk'ın ancak çeşm-i Hak (Hakk’ın gözü) ile müşâhede olunabileceğini (görülebileceğini) bilmiştir. Şu kadar ki, bu âlemde kendisine gaflet (dalgınlık) ve hicâb (perde) müstevlî olduğundan (her yerini kapladığından),  gâfîlin (uyanık olmayanlar) ve mahcûbîn (perdelenmişler) zümresine (topluluğuna) dâhil olmuştur.

Velhâsıl, her bir şahıs için, Rabb'i Hakkında bir akîde lâzımdır ki, onun ile O'na rücû' ede ve O'nu onda taleb eyleye! (63).

Ya'nî beyân olunan (açıklanan) Hakâyıkın (Hakikâtlerin) hâsılı ve netîcesi budur ki: Her bir şahsın kendi Rabb'ini bir i'tikad-ı mahsûs (kendine has bir inanç) ile tasavvur (zihninde canlandırıp) ve tahayyül (hayal) etmesi lâzımdır. Tâ ki o kimse, o i'tikâd (inançı) ile Rabb'ine rücû' etsin (geri dönsün) ve Rabb'ini o i'tikad sûretinde (inandığı o surette) taleb eylesin (arzulasın)!

İmdi Hak, o şahsa i'tikadının sûretinde tecellî ettiği vakit, o şahıs Hakk'ı bilir ve O'na ikrâr eder. Ve eğer Hak, o sûretin gâyrısında tecellî etse, onu inkâr edip ondan istiâze eyler. Ve nefs-i emrde, Hak üzere edebi isâet eder. Ve halbuki o şahıs, kendince Hak ile müteeddeb olduğunu vehm eyler Binâenaleyh, bir mu'tekıd, ancak nefsinde îcâd eylediği şeyle İlâh'a i'tikad eder.  Böyle olunca İlâh, i'tikadâtta ca'l  ve îcâd iledir Binâenaleyh, mu'tekıdler, ancak nefislerini ve nefislerinde ca'l ve îcâd ettikleri şeyi gördüler (64).

Ma'lûm olsun ki, erbâb-ı şuhûdun gayri (görenlerin, görgü sahiplerinin dışında) olan her bir şahsın, zihninde tasavvur (düşünüp hayal) edip i'tikad ettiği (inandığı) birer İlâh vardır. Onlar, bulundukları muhît içinde sığar-i sinnlerinden (küçük yaşlarından) beri, İlâh hakkında işittikleri ve okudukları evsâfı (vasıfları) bir araya toplayıp, bunların hey'et-i mecmûasından, (hepsinin toplamından) zihinlerinde birer İlâh tasavvur (düşünür) ve tahayyül (hayal) ederler. Bu sûret onların kendi nefislerinde, yine kendi nefislerinden îcâd ettikleri (yarattıkları) ilâhdır. Ve onlar kendilerince, işte İlâh böyledir ve böyle olmak lâzım gelir, derler... Ve onların taabbüdü (tapınmaları) bu sûretedir. Halbuki o sûreti, nefislerinde, yine kendi nefislerinden îcâd ettikleri (yarattıkları) için bu İlâh-ı mu'tekadleri (inandıkları İlah) nefislerinin aynı olur. Binâenaleyh (nitekim), nefislerine tapmış olurlar. Bu ise putperestlikten başka bir şey değildir. Aralarında şu kâdar fark vardır ki, putperestlerin putu zâhir (açıkta) olduğu için herkes görür; bunların putu gizlidir, yalnız kendilerine mahsûstur, Ve bunların bahis (iddia) ve cidâllerindeki (münakaşalarındaki) ma'nâ ancak ilâh-ı muhayyelelerini (hayallerindeki ilahı) yekdîgerine (biri diğerine) kabûl ettirmekten ibâretir. Ve her birisi kendi hayâlinin diğerleri üzerinde hükümrân olmasını ister.

Fakat erbâb-ı şuhûd (gören, manevi görüş sahibi kimseler) böyle değildir. Onların kulûbu, (kalpleri) zunûn-i akliyye (akli zann) ve akâid-i vehmiyyeden (vehmi inançlardan) sâfidir (saflaşmıştır). Bu zevât-ı Hakîkat-meâb, (Hakikat sahibi zatlar) İlâh'ın min-haysü'z-zât (zatı bakımından), taayyün (belirme, aşıkâr olma “suretlenme”) ve takayyüd (kayıtlılık) kabûl etmeyeceğini, velâkin es­mâ ve sıfât haysiyyetiyle, (bakımından) sûret-i muhtelifede (çeşitli suretlerde) tecelliyâtı (görünmeleri, belirmeleri) bulunduğunu bilirler ve bir i'tikad-ı hâs (özel bir inanç) ile mukayyed olmayıp (kayıtlanmayıp) O'nu her şeyde müşâhede ederler (görürler, seyrederler).

Evvelki tâife (önceki grup) sûre-i İhlâs'ı (ihlas suresini) okuyup ma'nâsına muhâlefet ederler (karşı çıkarlar).  Ya'nî Hak, kimseden doğmadığı halde, onlar nefislerinden tevlîd (doğurur) ve îcâd ederler (yaratırlar) ve bu sûret-i muhayyelelerini (hayallerindeki suretleri) Hakk'a küfüvv (eş, benzer) ittihâz etmiş (düşünmüş, tasarlamış) olurlar. İkinci tâife ise, ne hâdisten tevlîd (sonradan doğurur) ve îcâd ederler (yaratırlar) ve ne de kü­ffüvv (eş, benzer) ittihâz eylerler (tutarlar).

İmdi Hak, ehl-i i'tikâda (inanmış kişilere) , hayallerindeki sûrete muvâfık (uygun) olarak tecellî ettiği (göründüğü) vakit, onu kabûl edip mukırr (ikrar etmiş, doğruyu söylemiş) olurlar ve o sûretin hilâfında (zıddı) olarak vâkı' olan (oluşan) tecellî-Hakk'ı (görünen, beliren Hakk’ı) inkâr edip ondan Hakk'a sığınırlar. Ve  Hakîkatte, Hakk'a karşı sû-'i edebde bulundukları (edepsizlik ettikleri) halde, bu inkârlarıyla muhâfaza-i edeb ettiklerini (edebi koruduklarını) zann eylerler. Maahâza (bununla beraber) Hak, suver-i hâriciyye (gözle görülen hissedilen, açığa çıkmış suretlerde) ve zihniyyenin kâffesinde (zihnin bütün fonksiyonlarında) mütecellî olduğundan, (göründüğünden) onların i'tikâd (inandıkları) ve tahayyül eyledikleri (hayal ettikleri) sûretlerde (şekillerde) tecellî eden (görünen) dahi Hak'tır. Onların sû-'i edebleri, (edepsizlikleri) Hakk'ı o sûrete münhasır kılmış (o suretle sınırlamış) olmalarından münbaistir (ileri gelmiş, doğmuştur).

İmdi nâsın ilm-i billâhda olan mertebelerine nazar eyle! O, yevm-i kıyâmette rü'yet, Hakkında, onların mertebelerinin aynıdır (65).

Zîrâ rü'yet (görmek), ancak tecellî (Hakk nurunun tesiriyle kişilerin kalbinde İlahi sırların belirmesi, ayan olması, ilham) hasebiyledir. Ve tecellî (kalbe akan ilhamlar) ise, ilm-i billâh mikdârına (Allah Hakkındaki ilme, bilişe) göredir. Ve nâsın (insanların) dünyâda ilm-i billâhdaki (Allah’ı bilme Hakkındaki) mertebeleri ne ise, yevm-i kıyâmette (kıyamet gününde) rü'yet (görmek) Hakkındaki mertebeleri dahi o mertebelerinin aynıdır. Ve ilm-i billâh (Allah Hakkındaki ilim) dahi ancak isti'dâdât hasebiyledir. İsti'dâdât ise mütefâvittir (birbirinden farklıdır) .  Ve bu tefâvütün (farklılığın çeşitliliğin) nihâyeti yoktur. Binâenaleyh (nitekim), yevm-i kıyâmette rü'yet (kıyamet gününde görmek) de bu tefâvüt hasebiyle (farklılıklara, çeşitliliklere göre) vâkı' olur (gerçekleşir).

(Devam edecek)

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-04.05.2004
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail