113. Bölüm

KELİME-İ HÜDİYYE’DE MÜNDEMİC “HİKMET-İ AHADİYYE”NİN BEYÂNINDA OLAN FASTIR]

Ve ben sana; tefâvüt-i merâtibi mûcib olan sebebi i'lâm ettim. İmdi sen sakın ki, bir akd-i mahsûs ile mukayyed olasın ve onun gayrını inkâr edesin! Böyle olunca, seni hayr-ı kesîr fevt eder. Belki ilim, nefs-i emrde üzerinde bulunduğu emr ile seni fevt eder (66).

Ya'nî kıyâmette Hakk'ı görmek husûsunda herkesin mertebeleri başka başka olmasını mûcib olan (icab ettiren) sebebi sana bildirdim. Ve o sebep dahi herkesin kendi hayâlinde tasavvur ettiği (düşündüğü, hayal ettiği) birer akîde-i mahsûss (kendine ait inancı (kendi inancında ürettikleri) idi. Bunu anladıktan sonra, sakın sen dahi böyle bir i'tikâd-i mahsûsta (kendi inancında ürettiklerine) bağlanıp kalma ve bir sûret-i hayâliyyeye (hayalinde canlandırdığın bir şekle) kapılıp, suver-i sâireyi (diğer suretleri) bu hayâl ile örtme! Eğer kendi zann-ı aklîni (aklınca zannettiğini) ve i'tikâd-ı vehmîni (zannında inandığını) hakîkat farz (gerçek kabul) edip, bu zan ve i'tikâdının (inancının) hâricinde (dışında) kalan sûretlerde Hâkk'ın tecellîsini (görünmelerini, belirmelerini) inkâr edersen hayr-ı kesîrden (birçok hayırdan) mahrûm olursun. Ve Hak hakkındaki zevkin dar bir sâhaya münhasır (sınırlı) kalır ve kalîl (az) olur. Niçin mahz-ı hayır (tam, halis hayır) olan ilm-i İlâhîdeki (Allah ilmindeki) zevkın çoğunu bırakıp azı ile iktifâ edeceksin (yetineceksin)? Belki bu hasr (sınırlama, kısıtlama) ve takyîd (kayıtlamak) sebebiyle em­ri (işleri), hakîkati üzere bilmekten mahrûm olursun. ve .......................................................... (Câ­siye 45/23) âyet-i kerîmesinde tavsîf buyrulan (nitelendirilen) zümreye (topluluğa) dâhil olmandan korkulur. Çünkü sen akîdeni (inandığını) nefsinde îcâd ettiğin (yarattığın) cihetle (yönüyle) , o sûret nefsinin aynı olur. Ve sen hevânı (isteklerini, arzularını) ilâh ittihâz edenlerden (edinenlerden) olursun. Ve bu ilmin, dalâletini (sapıklığını) ve şaşkınlığını mûcib (gerektiren sebeb) olur. Ve Hak bu sûretle sem'ini (işitme duyunu) ve kalbini mühürler. Artık muhakkıkînin (hakikate erenlerin) ulûm-i zevkıyyeleri (zevk ettikleri ilimler) kulağına girmez ve kalbine te'sîr etmez olur. Ve gözüne bu hasr ve tahsîsin (sınırlaman ve ayrı tutman) perde olur; suver-i sâirede (diğer suretlerde) Hakk'ın tecellîsini (belirmelerinin, görünmelerini) müşâhede edemezsin (göremezsin) ve müşahede edenleri (görenleri) de inkâr edersin.

Böyle olunca sen, mu'tekadât sûretlerinin hepsi için, kendi nefsinde "heyûlâ" ol! Zîrâ İlâh Teâlâ,  bir akd diğer akdi hasr etmekten, evsâ' ve a'zamdır. Çünkü Allah Teâlâ ............................................ Bakara, 2/15) ya'nî "Ne tarafa dönerseniz orada Hakk'ın vechi zâhirdir" buyurdu. Ve bir ciheti bir cihetten zikretmedi; "vechullâh"ın her yerde olduğunu zikr etti. Ve şeyin "vech"i onun "hakikat"idir. İmdi Hak Teâlâ bu kelâm ile, âriflerin kalblerine tenbîh eyledi, tâ ki hayât-ı dünyâda, avârız onları böyle bir şeyin istihzârından meşgûl etmeye! Zîrâ abd, hangi nefeste kabz olunacağını bilmez. Ba'zan vakt-i gaflette kabz olunur. İmdi huzûr üzere kabz olunan kimse ile berâber olmaz (67).

Ya'nî sen hiçbir akîde sûretiyle (iman yoluyla) bağlanıp kalma; i'tikâd olunan (inanılan) sûretlerin kâffesi (bütün hepsi) için "heyûlâ', ya'nî asıl ve madde ol! Ve Hakk'ı bir i'tikâd sûretine (inandığın şekille) hasr etmeyip (sınırlamayıp) onu cemî'i suver-i mu'tekadâtta (inanılan bütün suretlerde, hususlarda) müşâhede eyle (gör, seyret)! Zîrâ Allah Teâlâ Hazretleri o kadar evsa' (geniş, bol) ve a'zamdır (büyük, azametlidir) ki, onun hakkındaki bir i'tikadın sûreti (inanılmış sureti) diğer i'tikâd sûretini (inanılan sureti) hasr edemez (sınırlayamaz) . Ya'nî bir i'tikâd (inanılan, iman edilen) sûretine şâmildir (suretini içine alır, kaplar) ve diğer i'tikâd sûretine şâmil değildir, (başka bir inanılmış sureti içine alamaz) diyemezsin. O ne kadar i'tikad sûretleri (inanılan suretler) varsa kâffesinde (bütün hepsinde) mütecellîdir (görünendir) . Ve maahâzâ (bununla beraber) onun tecellîsi bu sûretlerin kâffesinde (hepsinde) munhasır (çevrilmiş, sınırlanmış) değildir. Çünkü bu sûretler mukayyeddir (kayıtlıdır), Hak ise mutlaktır (sınırsızdır, kayıtsızdır) . Bunun için Hak Teâlâ: "Yüzünüzü nereye dönerseniz vechullâh (Allah’ın yüzü) orada zâhirdir (görülür) " (Bakara, 2/115) buyurdu. Yoksa "vechullâh" (Allah’ın yüzü) falan cihette (yönüyle, cephesiyle) görünür, deyip bir ciheti (tarafı) tahsîs etmedi (ayırmadı); umûmen (genel olarak) her yerde olduğunu beyân eyledi (bildirdi). Ve bu kelâm (sözler),  hayât-ı dünyâda (dünya yaşantısında) avârız (belalar, engebeler), ârifleri, her cihette (yönden) vech-i Hakk'ın istihzârından (Hakk’ın yüzünü hatırlamak, hatıra getirmekten) meşgûl etmemek (alıkoymamak) için, onlara tenbihdir. Ya'nî hayât-ı  dünyâda, illet (hastalık, sıkıntı) ve tedâvî ve açlık ve taâm (yemek) ve râhat ve belâ gibi bir çok avârız (belalar, engeller) vardır ki, bunlar insanı işgâl eder (meşgül eder, oyalar) ve bu iştigâl (meşguliyet, uğraşı) sebebiyle Hakk'a teveccüh edemez (yönelemez) . Halbuki Hak "Her ne tarafa dönerseniz vech-i Hak (Hakk’ın yüzü) orada zâhirdir" (açıktır, görünür) buyurduğundan, bu tenbîh üzerine ârif, illetine (hastalığına, sıkıntısına) müteveccih (dönük) olduğu vakit yine Hakk'ı görür. Zîra illette de (sıkıntıda, hastalıkta da) "vechullah" (Allah’ın yüzü) zâhirdir (açıktır, meydandadır) ve şifâ ve açlık ve taâm (yemek) ve râhat ve belâda dahi kezâ (böylece) zâhir olan (açığa çıkan) Hakk'ın "vech"idir (yüzüdür)

Zîrâ ârif bu tenbîh ile ikaz edilmemiş olsa, Hak'la hâzır (bizzat, huzurda bulunan) olamaz idi. Halbuki abdin (kulun) hangi nefeste rûhunun kabz olunacağı (alınacağı) kendince ma'lûm değildir (bilinemez).  İhtimâl ki nâ-marzî (beğenilmeyen şeyler) ile meşgûl iken kabz olunuverir (ölüverir) ve vakt-i gaflette (gaflette olduğu bir vakitte) gider. Gayra (başkayla) meşgûl iken kabz olunan (ölen) kimse ile Hakk'a meşgûl olduğu halde kabz olunan (ölen) kimse arasında fark vardır. Zîrâ hadîs-i şerifde: "Yaşadığınız gibi ölür ve öldüğünüz gibi haşr olunursunuz" (dirilirsiniz) buyurulmuştur. Binâenaleyh (nitekim), gayra (başkayla) meşgûl iken kabz olunanlar (ölenler), gayr (başka) ile haşr olunurlar (dirilirler). Velâkin ârif bu tenbîh üzerine her yerde ve her anda Hakk'ı müşâhede ettiğinden (seyrettiğinden) her nefeste Hak ile huzûr üzeredir. Ve hangi nefeste kabz olunursa olunsun (ölürse ölsün) Hak'la hâzır (Hakk’ın huzurunda, Hakk ile beraber) iken kabz olunur (ölür).  (Cenâb-ı Hak bu ni'meti ve bu devleti, bu fakîr-i gâfile (gaflet içinde olan zavallı kuluna) ve taleb eden (isteyen) bilcümle ihvân-ı dîne (bütün din kardeşlere) nasîb eylesin! Âmin bi­hürmeti Seyyidi’l-mürselîn!).

Ondan sonra, abd-i kâmil bunu bilmekle berâber, sûret-i zâ­hirede ve hâlet-i mukayyedede, namazda Mescid-i Haram tarafına teveccühü lâzım addeder; ve namaz hâlinde Allah Teâlâ'nın / onun kıblesinde olduğunu ve Mescid-i Haram tarafı ............................... (Bakara, 2/115) dan vech-i Hakk’ ın ba'zı merâtibi bulunduğunu it'ikâd eyler. İmdi Mescid-i Haram tarafı o merâtibdendir ve ondâ vech-i Hak vardır (68).

Ya'ni abd-i kâmil (kamil bir kul) , zikr olunan (adı geçen) âyet-i kerîme muktezâsınca, (gereğince) "vechullâh”ın (Allah’ın yüzünün) her yerde zâhir olduğunu (göründüğünü) bilmekle berâber, namaz ile meşgûl olduğu ve bu hal ile bağlandığı vakit, sûret-i zâhire (dış görünüşü) ve cismiyyesi (madde bedeni) ile, Ka'be-i Muazzama tarafına dönmeyi lâzım addeder; (sayar) ve bu teveccühle (yönelmeyle) berâber onun i'tikâdı (inancı) bu merkezdedir ki, Allah Teâlâ Hazretleri, abd (kul) namaz hâliyle mukayyed (kayıtlı) olduğu esnâda, onun kıblesinde hâzırdır; ve Ka'be-i Muazzama tarafı, ........................ (Bakara, 2/115) âyet-i kerîmesinde beyân buyrulan (bildirilen) "vecih"ler (yüzler, taraflar) mûcibince, (gereğince) vech-i Hakk'ın (Hakk’ın yüzünün) mertebelerinden bir mertebedir. İşte namaz kılarken ârif-i kâmil bu sûretle mütefekkirdir (düşünür).  Şüphe yoktur ki, âyet-i kerîmenin mâ'nâ-yı münîfine (yüce manasına) göre Ka'be-i Muazzama cânibi (tarafı) vücûh-ı İlâhiyye’den (İlahi yüzlerden) bir vecihdir (yüzdür) ve vech-i Hak (Hakk’ın yüzü) orada da mevcûd ve hâzırdır (bizzat bulunur). Ve namaz hakkındaki tafsîlât (geniş bilgi) Fass-ı Muhammedî'de (Muhammed bölümünde) gelecektir.

Beyit:

tercüme:
Hacının matlabı Ka'be ve benimki dîdar
O evin tâlibi olmuş, ben ise sâhibinin

Velâkin "O, yalnız buradadır" deme; belki idrâk ettiğin şey indinde dur! Ve Mescid-i Haramı cânibine istikbâlde edebi lâzım kıl; ve eyniyyet-i hâssada vechin adem-i hasrı husû­sunda edeb üzere ol! Belki o cihet, müteveccihin teveccüh ettiği eyniyyât cümlesindendir. İmdi muhakkak, Hakk'ın her cihetin eyniyyetinde olduğu, sana Allah’dan zâhir oldu (69)

Ya'nî Hakk'ın "vech"i (yüzü) Ka'be tarafındadır, deyip O'nu bir cihete (yöne) hasretme (sınırlama, kısıtlama) ve idrâk ettiğin şey indinde, ya'nî namazla meşgûl olduğun halde Ka'be tarafına istikbâlde (gelecekte) edebi muhâfaza et! Çünkü bu teveccüh (yöneliş) emr-i İlâhîdir ve Resûlullah (s.a.v.)e tebaiyyettir (tabi olmak, uymaktır). Binâenaleyh (nitekim) sâir vücûh-i İlâhiyye’den (diğer İlahi yüzlerden, taraflardan) yüz çevirip bir veche (tarafa) nâzır olmak (bakmak) , emre imtisâl (boyun eğmek) olduğu için edebdir. İşte bu edeb üzere devâm et! Fakat vech-i Hakk'ı (Hakk’ın yüzünü) , bir cihet-i mahsûsaya (sedece bir tarafla) hasr etmemek (sınırlamamak) dahi, yine emr-i İlâhî olduğu için, edebdir. Bu edebi de muhâfaza edip bil ki, Hakk'ın tahsîs buyurduğu (mahsus kıldığı, ayırdığı) o cihet (yön, taraf) , her bir müteveccihin (yönelenin) teveccüh ettiği (yöneldiği) cihât-ı nâmütenâhîyyeden (sonsuz yönlerden) bir cihettir (yöndür) . Velhâsıl .................................... Bakara; 2/115) âyet-i kerîmesiyle vech-i Hakk'ın (Hakk’ın yüzü) eyniyyâtın (cihetlerin, yönlerin) , ya'nî cihâtın kâffesinde (bütün yönlerde, cihetlerde) mevcûd olduğu Allah'dan sana zâhir oldu (açığa çıktı, göründü).

(Devam edecek)

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-11.05.2004
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail