114. Bölüm

KELİME-İ HÜDİYYE’DE MÜNDEMİC “HİKMET-İ                   AHADİYYE”NİN BEYÂNINDA OLAN FASTIR]

Ve i'tikâdâtın gayri bir şey yoktur. İmdi hepsi musîbdir ve her musîb me'cûrdur; ve her me'cûr saîddir ve her saîd marziyyün-anhdır. Her ne kadar ba'zısı dâr-ı âhirette bir zaman şakî olursa da. İmdi süadâ ve ehl-i Hak olduklarına bizim ilmimiz bulunmakla berâber, ehl-i inâyet, hayât-ı dünyâda marîz ve müteellim oldu. Böyle olunca, Allâh'ın kullarından ba'zıları vardır ki, hayât-ı uhrâda, cehennem denilen dârda bu âlâmı idrâk ederler. Bununla berâber, emri hakîkatı üzere keşf eden ehl-i ilimden bir kimse, onlar için dâr-ı cehennemde onlara mahsûs bir naîm olmadığını kestirmez (70).

Ma'lûm olsun ki, eyniyyât, ki cihâttan (cihetlerden) ibârettir, ba'zısı hissî ve ba'zısı aklîdir ve aklî olan kısmı i'tikâdâttan (inançlardan) ibârettir. Ve her bir akîdede (inançta) vech-i Hak  (Hakk’ın yüzü) bir sûret-i ma'neviyye (manevi bir suret) ile zâhirdir (görünür). Ve i'tikâdât (inançlar) ise netîce-i tefekkür (düşüncenin sonucu) olup insana mahsûstur (aittir).  Nitekim, Mevlânâ (r.a.) efendimiz buyururlar:

Mesnevî:

Tercüme: "Ey birâder sen, ancak düşüncesin, fikirden ibâretsin; bâkî (daimi, devamlı) kalan kısmın kemik ve elyaftır (liflerdir). Eğer endîşen gül ise sen gülşensin (gül bahçesisin) , eğer diken ise sen külhanlık odunusun. (ocakta yakılacak odunsun)

Binâenaleyh (nitekim) kulûb-ı mu'tekidînin (iman etmiş  kalplerin) teveccüh ettiği (yöneldiği) cihât-ı ma'neviyyede (manevi yönlerde), i'tikâdâttan (inanmaktan) gayrisi (başkası) yoktur. Şu halde mu'tekıd (imanlı) olanların hepsi, i'tikâdlarında (inançlarında) isâbet etmiştir. Çünkü onların her birisi vücûh-ı Hakk'dan (Hakk’ın yüzlerinden) bir vech-i hâssa (Hakk’a ait, Hakk’a mahsus yüzlere) i'tikâd eder (inanır) ve i'tikâdında' (inancında) musîb (isabetli) olunca  o; me'cûrdur (sevab kazanandır).  Zîrâ bu i'tikâd-ı hâssı (kendine has inancı) hasebiyle, onun vech-i mutlaktan (Hakk’ın mutlak yüzünden) bir nasîbi vardır. Ve her me'cûr (sevap kazanan) ise saîddir (mutlu, cennetliktir) ve rızâ ile saâdet Fass-ı İsmâilî'de (İsmail bölümünde) tafsîl olunmuştur. (anlatılmıştır) Ve her saîd (mutlu, cennetlik) dahi Rabb-i hâssının (rabbindeki ağırlıklı ismin) indinde (yanında, katında) marzıyyün-anhdır. (kendisinden razı olunandır) Zîrâ o Rabb-i hâssı, (asıl, öz esmasının) taht-ı terbiyesinde (terbiyesi altında) bulunan mazharının (görüntü yerinin yani birimin) nâsiyesini (alnını) tutup, sırât-ı müstakîmi (kendi doğru yolu) üzerinde yürütür. Binâenaleyh (nitekim) onun meslekinden (gittiği yoldan) ve sülûkundan (yol alışından) râzıdır.

Maahâzâ (diyelimki) ehl-i i'tikâdın (inanmış kişilerin) bâzıları, bu sûretle (şekilde) saîd (cennetlik) olmakla berâber ..................(Nebe; 78/23) âyet-i kerîmesi mûcibince (gereğince) dâr-ı âhirette, (ahiret yurdunda) uzun bir zaman için şakî (cehennemlik) olurlar; ya'nî azâb-ı hâlisi (saf, katıksız azabı) tadarlar. Çünkü Rabb-i hâslarının (terkiplerindeki ağırlı ismin) müntehâ-yı sırâtı (varacağı yolun en uc noktası) budur; ve isti'dâdları mûcibince (gereğince) kemâlleri, bu sırâtın (yolun) müntehâsına (en sonuna) vüsûlden (ulaşmaktan) ibârettir. Bizim süadâ (mutlu kişiler) olduklarını bildiğimiz, inâyet ehli (lûtuf, ihsan sahibi) olan ehl-i Hak, (hakk sahipleri) hayât-ı dünyâda (dünya yaşantılarında) / marîz (hasta) olup elem (acı) çekerler. Fakat onların bu ibtilâları (düşkünlükleri, mübtela oldukları) saadet-i ebe­diyyelerine (sonsuz, sürekli saadetlerine) zarar vermez. Bunun gibi ehl-i i'tikâddan (inanan kimselerden) bir kısmının dahi dâr-ı âhirette (ahiret yurdunda) müteezzî olmaları (üzülmeleri, cefa görmeleri) ve ehl-i inâyetin (lûtuf, ihsan sahiplerinin) âlâmına (kederlere, elemlere) giriftâr (tutulmuş) bulunmaları i'tikâdlarında  (inançlarında) musîb (isabetli) olmalarına kadh (zarar) vermez. Ve ehl-i keşiften (keşif sahiplerinden) hiçbir kimse bu akîde (inanç) sahiblerinin dâr-ı cehennemde, (cehennem yurdunda) kendilerine mahsûs  bir naîme (cennete) nâil olmayacaklarını  kesip atmaz, ya’nî bu hususta (konuda) hükm-i kat'î vermezler. (kesin hükümlü olmazlar)

Ya buldukları bir elemin gâib olmasıyladır. İmdi azâb onlardan mürtefi olur. Böyle olunca o elemi bulmaktan onların râhatları, onların naîmi olur. Veyâhut ehl-i cinânın cinânda naîmi gibi, bir naîm-i müstakıl zâid olur (71).

Ya'nî ehl-i keşfin (keşif sahiplerinin) kat'iyyetle (kesin olarak) hükm etmediği,  (karar kılmadığı) ehl-i cehennemin (cehennemlik kişilerin) naîmi (cenneti) iki sûretle (şekilde) olur: Ya buldukları ve taddıkları elem (acı, ızdırap) gâib olur (kaybolur) ve elemin (ızdırabın) fıkdâniyle de (yok oluşu ile de) azâb (acı çekmek) kalkar; ve bu sûrette, bu elemi bulmaktan kendilerine sükûn (sakinlik) gelmesi, onların naîmi (cenneti) olur. Ya'nî elemden (ızdıraptan) müsterîh olduklarında, (rahatladıklarında) ayn-ı ni'mete (nimetin kendine, kaynağına)  vâsıl olurlar. (ulaşırlar) Veyâhut ehl-i cennetin, (cennetlik kişilerin) cennette nâil oldukları (elde ettikleri) ni'met gibi, ehl-i cehennem (cehennemlik kişiler) için dahi, cehennemin içinde, müstakıll-i zâid olarak (ek, ilave olarak kendilerine has) bir naîm (cennet) hâsıl olur. Ve ehl-i cennetin (cennetliklerin) naîmi (cenneti) kendi mizâclârına (tabiatlarına, fıtratlarına) muvâfık (uygun) olduğu gibi, ehl-i cehennemin (cehennemlik kişilerin) naîmi (cenneti) de onların tabîatlarına (fıtratlarına, yaratılışlarına) münâsib sûrette (uygun biçimde) olur.

Ma'lûm olsun ki Hak Teâlâ hazretlerinin ......................(A'râf, 7/156) ve ....................... kavilleri (sözleri) her şey hakkında umûmîdir. (herkesle ilgilidir) Ve küffâr hakkındaki âyât-ı Kur'âniyye (kuran ayetleri) ve ahâdîs-i şerîfe (hadisler) dahi, onların ebediyyen (devamlı, dimi olarak) azâb-ı mahz (yalnız azap) çinde kalacaklarına delâlet (işaret) etmez. Bu babda (konuda) kat'î (kesin) olan cihet (taraf) onların naîm-i cinân (nimet cennetleri) olan / rahmet-i hâlisadan (saf, halis rahmetten) ebediyyen (devamlı, daimi olarak) mahrûmiyyetlerinden ve cehennemde kalıp ebedî (sonsuza dek) cennete girmeyeceklerinden ibârettir. Nitekim âyet-i kerîmede  ..................... (Nebe', 78/23) buyrulmuştur. Bundan ehl-i cehennemin, (cehennemlik olanların) hitâm-ı ahkâba (çok uzun yıllar geçinceye) kadar, nârdâ (ateşte, cehennemde) kalacakları anlaşılır. Zîrâ "hukub" "seksen yıl" ma'nâsına gelir. "Ahkab" ise onun cem'i (çoğulu) olup mütenâhî (biten, sonu) olan zamânı gösterir. Ve hadîs-i şerîfte dahi ....................................... ya'nî "Cehennem üzerine bir zaman gelir ki, ka'rında (dibinde) cîrcîr (bir çeşit ot) biter" buyrulur. "Cîrcîr" sulak mahalde biten bir nevi' nebâttır (bitkidir). Bundân da anlaşılır ki, ehl-i cehennem (cehennemlikler) cehennemden çıkmayacak, fakat tûl-i müddet (uzun zamanlar geçtikten) sonra cehennemin nârı (ateşi) zâil olacaktır (sona erecektir, sönecektir).

Ehl-i cehennemin (cehennemliklerin) nâr (ateş) içinde olan naîmine (nimetlenmelerine) gelince, esâsen cehennem dâr-ı naîm (nimet yurdu) olmadığından, oradaki naîm (nimet) dahi ehl-i cennetin (cennetliklerin) mizâcına (tabiatlarına, yapılarına) nisbeten (göre) azâbdan başka bir şey değil ise de, ehl-i cehennemin (cehennemliklerin) mizâcına (tabiatlarına, yapılarına) ve isti'dâdâtına mülâyimdir (uygundur).  Naîm-i cehennem (cehennemdeki nimetler) hakkında iki vecih (şekil) vardır: Ya azâbda tûl-i müddet (çok uzun zaman) kalmakla ülfet (alışılmışlık) peydâ olup elem (acı, dert) hiss olunmaz olur. Bu sûrette elemin (ızdırabın) zevâliyle (son bulmasıyla) husûl-i râhât (rahata kavuşmak) naîmdir (nimettir, cennettir) . Nitekim bu âlemde de emsâli (benzerleri) kesîrdir (çoktur) . Meselâ bir kimsenin bir sebeple elini keserler. İlk günlerde, elsizlik onun için bir azâb-ı şedîd (şiddetli üzüntü verici) olur. Fakat murûr-i zamân (zaman geçmesi) ile elsizliğe alışır. Artık evvelki elemi (acıyı, üzüntüyü) duymaz olur. Bu hâl onun hakkında naîmdir (nimettir). Velâkin eli olanlara nisbeten (göre) onun hâli azâbdır.

Veyâhut nâr (cehennem) içinde bir naîm-i müstakıll-i zâid (ayrıca ek, ilave olarak kendine ait, özel nimetler) hâsıl olur (oluşur). Nitekim, hadîs-i şerîfte ................................. ya'nî "Tahkîkan ehl-i nârın (cehennemliklerin) ba'zıları ateş ile mülâabe ederler" (oynaşırlar) buyrulur. Halbuki mülâabe (oynamak, oynaşmak) naîm (rahatlık, nimet) içinde vâkı' olur (gerçekleşir) bir hâldir (durumdur). Binâenaleyh (nitekim) cehennemde ziyâde (ek, ilave) olarak bir de naîm-i müstakıl (kendine ait, kendine özel nimetler) hâsıl olur (oluşur) . Bunun nazâiri, (benzerleri) bu âlemde (dünyada) dahi mevcûddur. Meselâ uyuzluk marazdır (hastalıktır). Ve marîz (hasta) olan muazzeb olur (azap, acı çeker). Fakat uyuz, vücûdunu kaşıdığı vakit, bu kaşınmaktan bir lezzet duyar. Lezzet ise naîmdir (nimettir) . Şu halde azâb-ı maraz (azap verici olan hastalık) içinde zâid (ek, ilave) olarak bir de naîm (nimet) hâsıl olmuş (oluşmuş) olur.

9 Mart 332; Cemâdi’l-ûlâ 334  Çarşanba gecesi, sâat 3.

(Devam edecek)

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-18.05.2004
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail