KELİME-İ HÜDİYYE’DE MÜNDEMİC “HİKMET-İ
AHADİYYE”NİN BEYÂNINDA OLAN FASTIR]
Mesnevi
Hz. Şeyh (r.a) bu fass-ı latîfte
(ince konuda)
"Âlem
(evren)
Hakk'ın sûretidir
(dış görünüşüdür)
ve O âlemin
(evrenin)
rûhu olup onu müdebbirdir
(tedbir edicisidir, idare edicisidir);
binâenaleyh
(nitekim)
âlem
(evren)
,
insân-ı
kebîrdir
(büyük insan’dır)
" buyurmuş idi. Mesnevî-i Şerîf’in dördüncü cildinde de
..........................................
Ya'nî "Hukemâ-yı felsefi
(felsefe flozofları)
"Âdem
(İnsan)
âlem-i sağîrdir"
(küçük evrendir)
derler. Hukemâ-yı İlâhî
(İlahi âlimler, veliler)
ise "İnsan, âlem-i kebîrdir"
(büyük evrendir)
derler. Zîrâ, o hukemânın
(flozofların)
ilmi, Âdem'in
(İnsanın)
sûretine
(dış görünüşüyle, bedeni ile)
maksûrdur
(kısıtlanmıştır).
Fakat bu hukemânın
(flozofların)
ilmi, insanın hakîkatine
(ruhuna, özüne)
vâsıl olmuştur
(ulaşmıştır)
" buyrulur. İmdi mâdemki âlem
(evren),
insandır; onun aksi olarak insan dahi bir âlemdir
(evrendir).
Ve insan olan âlemin
sıfatı
"kebîr
(yüce, büyük)
"
olunca,
Âdem
olan âlemin
sıfatı da, onun mukâbili
(karşılığı)
olarak "sağîr"
(küçük)
olur. Ve bundan "Âdem
(İnsan)
âlem-i sağîrdir
(küçük evrendir)"
netîcesi çıkar. Ve bu netîce dahi hukemâ-yı
felsefinin
(felsefe bilginlerinin)
kavline
(sözlerine)
tevâfuk eder
(uygun gelir)
.
Fi'l-hakîka
(doğrusu)
da cenâb-ı Şeyh (r.a.)’in bu hükmü, âlemin
sûreti
(evrenin dış görünüşü, madde yapısı)
hakkında olduğu gibi, hukemâ-yı felsefinin
(felsefe bilginlerinin)
kavli
(sözleri)
de, insanın sûreti
(dış görünüşü, bedeni)
hakkında olduğundan, bu iki hükmün tevâfuku
(uygun olması)
sûret
(dış görünüşü, madde yapısı)
i'tibâriyle
(bakımından)
olur. Şu kadar ki hukemâ-i felsefinin
(felsefe bilginlerinin)
ilmi Âdem'in sûretine
(İnsanın dış görünüşüyle (bedeniyle)
maksûr
(kısıtlanmış)
olduğundan Âdem
(İnsan)
hakkında bundan başka bir hüküm veremezler.
Fakat hükemâ-i İlâhî
(İlahi âlimler, Veliler)
Âdem'in
(İnsanın)
hakîkatine
(ruhunu, özünü)
muttali' olduklarından
(bildiklerinden, vakıf olduklarından),
onlar sûret i'tibâriyle
(dış görünüşü bakımından, (bedeni bakımından)
Âdem'e
(İnsana)
"âlem-i sağîr"
(küçük evren)
demekle berâber, ma'na i'tibâriyle
(manası, ruhu bakımından)
de "âlem-i kebîr"
(büyük evren)
derler.
Mesnevî:
Tercüme: "Sûrette
(görünüşte, vücut olarak)
âlem-i suğrâ
(küçük evren)
sensin; ma'nâda
(ruhunda, özünde)
âlem-i kübrâ
(büyük evren)
sensin". Şerh: Ya'ni insanın her iki vasf
(vasıf)
ile tavsîfi
(nitelendirilmesi)
sahîhdir.
(doğrudur)
Sûretine nazaran
(dış görünüşüne (bedenine) göre)
"âlem-i suğrâ"
(küçük evren)
ve ma'nâsına nazaran
(ruhuna, özüne göre)
dahi "âlem-i kübrâ"
(büyük evren)
demek insan için muvâfık
(uygun)
olur. Nitekim, İmâm-ı Alî (k.a.v.) efendimiz
buyurlar:
Beyt:
Tercüme: "Sen, seni cirm-i sağîrsin
(küçük bir cisim)
zu'm edersin
(zannedersin).
Halbuki
âlem-i ekber
(büyük âlem, evren)
sende müntavîdir
(dürülüdür)."
Mesnevî:
Tercüme: "O dal, zâhiren
(görünüşte)
meyvenin aslıdır. Fakat dal, bâtınen yemiş için
mevcûd oldu. Eğer meyva meyli ve ümîdi olmasaydı, bağçıvan
ağacın kökünû diker mi idi? Gerçi sûrette
(görünüşte)
meyvenin doğması ağaçtan oldu ise de, ma'nâda o
ağaç meyveden doğdu.”
Şerh: Bu beyitler, insanın sûrette
(görünüşte)
"âlem-i sağîr"
(küçük evren)
ve fakat bâtında
(manada)
"âlem-i kebîr"
(büyük evren)
olduğuna misâldir. Hz. Mevlânâ (r.a.) buyururlar
ki: Bu hâli
(oluşu),
meyva
ile ağaçta görebilirsin. Zîrâ ağaç zâhirde
(görünüşte)
meyvanın aslı ve mebdeidir
(cevheri, köküdür).
Velâkin bâtında ve ma'nâda, muâmele ber-akstir
(tersinedir).
Çünkü matlûb
(arzu edilen)
ve maksûd
(maksat, niyet)
bi'z-zât meyvadır
(meyvanın kendisidir).
Bağçıvan,
bu sebeple ağacın kökünü diker. Binâenaleyh
(nitekim)
ağacın bâis-i vücûdu
(varlığının var oluş sebebi)
meyvadır. Âlem-i sağîr
(küçük âlem)
ile kebîr
(büyük)
de aynen bu misâle benzer. Zâhirde
(dıştan bakıldığında)
âlem-i kebîr
(büyük âlem)
olan kâinât ...................... hadîs-i
şerîfınde beyân buyrulduğu
(bildirildiği)
üzere, yine zâhirde
(dış görünüşünde)
âlem-i sağîr
(küçük âlem)
olan cism-i Resûlullah (s.a.v.) in
(Peygamberimizin vücudunun)
hakîkatinden ve rûhundan zuhûra gelmiştir
(meydana çıkmıştır)
.
Ve "hakîkat-i Muhammediyye"
(Peygamberimizin ruhu, hakikati)
(s.a.v.) taayyün âleminin
(meydana çıkmışların, belirmişlerin (evrenin)
mebdeidir.
(cevheridir, ilk maddesidir)
Binâenaleyh
(nitekim)
bâtında ve ma'nâda insân-ı kâmil, "âlem-i
kebîr"dir
(büyük âlemdir, evrendir).
Mesnevî:
Tercüme: "Mustafâ (a.s.) bu sebepten, Âdem
(İnsan)
ve Enbiyâ
(Nebiler (Peygamberler),
livâ
(bayrak)
altında benim arkamda olurlar, buyurdu. O
zû-fünûn
(fen sahipleri)
"Biz sâbikîn
(önde)
olan ahîrîndeniz"
(sonrakileriz)
işâretini bunun için buyurmuştur. Gerçi sûrette
(görünüşte)
ben Âdem'den doğmuşumdur; fakat ma'nâda ceddin
ceddi
(ataların atası)
vâkı' olmuşumdur. Zîrâ meleğin secdesi ona benim
için oldu. Ve o yedinci feleğe
(göğe)
benim için gitti. Binâenaleyh
(nitekim)
ma'nâda peder
benden doğdu. Nitekim ma'nâda ağaç meyvadan doğdu."
Şerh: Ya'nî (s.av) Efendimiz, hadîs-i
şerîflerinde ................................ "Âdem ve onun
dûnunda
(aşağısında)
olan kimseler rûz-i kıyâmette
(kıyamet gününde)
benim sancağım altındadır. Ve bu kelâm
(kelimeler)
fahr
(iftihar)
ve mübâhât
(öğünme)
cihetinden
(bakımından)
değildir" buyururlar. Ve hakîkat-i Muhammediyye,
taayyün-i âlemin
(meydana çıkan evrenin)
mebdei
(ilk kaynağı, başlangıcı)
olduğu için ............................. ya'nî
"Biz sâbikîn
(önce)
olan âhiriniz"
(sonralarız)
kavl-i şerîfi
(kutsal sözleri)
ile sûreten
(görünüşte, suret olarak)
âhir
(sonra)
ve ma'nen
(ruh olarak)
sâbık
(önce)
olduklarına işâret buyurmuşlardır.
....................... beyt-i şerîfinden ................ ilh...
beyt-i şerîfine kadar olan üç beyit ..........................
kavl-i şerîfinin
(mübarek sözlerinin)
tefsîridir
(izahıdır)
.
Ve "Ma'nâda ceddin ceddi
(ataların atası)
vâkı' olmuşumdur"
kavliyle
(sözleriyle)
............................... ya'nî "Ben Nebî
(Peygamber)
idim, halbuki Hz. Âdem, mâ'
(su)
ile tıyn
(çamur)
arasında idi" hadîs-i şerîfıne işâret olunur.
Mesnevî:
Tercüme: "Evvel-i fıkr, amelde âhir
(fikir olarak önce, amel olarak sonra)
geldi. Husûsiyle bir fıkir ki o vasf-ı ezel
(ezel sıfatı)
ola...”
Şerh: Ya'nî fikirden ibâret olan evvel, fiil ve
amel cihetiyle
(yönüyle)
âhir
(sonra)
olarak zâhir oldu
(meydana çıktı).
Meselâ, bir mi'mâr, birisi için bir köşk yapmak
murâd etse, evvelen
(ilk önce)
o köşkün sûretini
(biçimini)
zihninde tasarlar. Bu sûret mi'mârın fıkridir. Ve
bu fikir, köşkün vücûd-i hâricîsinden
(inşa edilmesinden)
evveldir. Vaktâki
(ne vakit ki)
mi'mâr' köşkü binâ eder, o evvel olan fikir fiil
cihetiyle
(fiil, amel yönünden)
âhir
(sonra)
olarak zâhir olur
(meydana gelir).
İmdi, bu binâ-yı kâinât ki
(kâinatın binası da)
,
evvelen sûreti
(ilk önce şekli)
ilm-i İlâhîde
(Allah’ın ilminde)
peydâ olmuş idi; fıkir, ya'nî irâde-i İlâhî
(Hakk’ın dilemesi)
netîcesidir. Ve ilim ve irâde-i İlâhî
(Hakk’ın iradesi)
ise Hakk'ın sıfât-ı ezeliyyesidir
(ezel sıfatıdır).
Binâenaleyh
(nitekim)
bu ilim ve irâde-i İlâhî
(Hakk’ın dilemesi)
dahi, amelde
(amel olarak)
âhir olarak
(sonradan)
zâhir oldu
(açığa çıktı).
Zîrâ bu Fass-Hûdî'de
(Hudi bölümünde)
beyân olunduğu
(açıklandığı)
üzere, vücûd-i mutlakın
(zatın)
,
kerbden
(sıkıntıdan)
dolayı vâkı' olan
(oluşan)
"nefes-i rahmânî"si
(rahman olan nefesi, ilmi suretlerin açığa
çıkması)
ile, evvelen
(ilk önce)
müteayyin
(meydana çıkan, belli)
olan şey "hakîkat-i Muhammediyye" idi; ve cemî-'i
kâinât
(bütün kâinat)
bu hakîkatte mündemic
(hakikâtin içinde dürülü)
idi. Çünkü cemî-'i eşyâya
(bütün varlıklara, ilmi suretlere)
ilk madde, ve "heyûlâ"
(ilk cevher)
olan bu hakîkattir. Binâenaleyh
(nitekim)
zuhûr-i Fahr-i âlem
(Peygamberimizin meydana çıkması)
(s.a v.) bi'l-cümle ekvânın
(bütün evren ve evren varlıklarının)
illet-i gâiyyesidir
(nihai varoluş sebebidir)
.
Ve ilm-i İlâhî mertebesinde
(Allah’ın ilminde)
mukaddem
(önce)
iken, fiil-i ilâhî mertebesinde
(İlahi fiil olarak açığa çıkması)
muahhar
(daha sonra)
oldu.
İntihâ: 11 Mart 332; Cemâdi'l-ûlâ 334 Cum'a
sabâhı.
(Devam edecek)
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-25.05.2004
http://sufizmveinsan.com
|