(KELİME-İ SÂLİHİYYE’DE MÜNDEMİC “HİKMET-İ
FÜTÛHİYYE”NİN
BEYÂNINDA OLAN FASTIR)
"Hikmet-i fütûhiyye"nin (fetihler ile
ilgili hikmetlerin) Kelime-i Sâlihiyye'ye
(salih kelimesine) tahsîs
olunmasındaki (ayrılmasındaki, ait
kılınmasındaki) sebeb budur ki: Aslâ me'mûl olmadığı
(hiç umulmadığı, beklenilmediği) halde, dağ açılıp
Sâlih (a:s.)’ın nâkası (devesi) çıktı. Gayr-ı me'mûl olduğu
(hiç umulmadığı, beklenilmediği)
halde, dağdan devenin hurûcu (çıkışı),
Sâlih (a.s.)’ın mu'cizesi idi. Ve "fütûh" ise, me'mûl
olunmayan (ümit edilmedik, ummadık)
bir şeyden bir şeyin zuhûrundan
(açığa çıkışından) ibârettir.
Ve fütûh "feth"in cem'idir (çoğuludur).
Sâlih (a.s.) dahî ism-i Fettâh'ın mazharıdır
(fettah isminin çıktığı, göründüğü
yerdir). Bu mazhariyyeti (göründüğü
yer olması) hasebiyle Hak Teâlâ, Sâlih (a.s.)’a
nâkanın (devenin) zuhûru
(meydana çıkması) için
dağın yarılması mu'cizesiyle bâb-ı gaybı
(gaybın kapısını) "feth" etti
(açtı) .
Ve bu feth (açma)
sebebiyle onun kavminden ba'zılarının îmânı meftûh
(açılmış) oldu. Ve mu'cize
olan nâkaya (deveye) îmân
ve ona emir olundukları vech ile (yönle)
ihtirâm ettiler (hürmet,
saygı gösterdiler). Ve ba'zılarının dahî küfrü meftûh
(açılmış) oldu. Bu ni'mete
kâfîr oldular (örttüler, inkâr
ettiler) ve nâkayı (deveyi)
akr ettiler (boğazladılar,
kestiler). İşte
bu tevâlî (birbirini takip)
eden hâdisât (olaylar)
fütûhât-ı selâse (üç fetih)
idi. Binâenaleyh (nitekim)
Sâlih (a.s)’ın seyri (yolculuğu)
bu isim üzerine oldu ve esmâ-i İlâhiyye’nin kâffesi
(bütün İlahi isimlerin hepsi)
mefâtîh-i gayb (gaybın
anahtarları) olduğu için cenâb-ı Şeyh (r.a) "hikmet-i
fütûhiyye"ye (fetihler ile ilgili
hikmetlere) mukarin (ilintili,
bitişik) olan bu fass-ı münîfde
(değerli eserde) "îcâd"ı (meydana
getirmeyi, yaratmayı) ve onun "ferdiyyet"
(teklik) üzerine mebnî
oluşunu (kuruluşunu, bina edilişini)
beyân buyurdu (açıkladı).
Şiir:
Merkûb olan
şeyler âyâtı, âyâttandır ve bu da mezâhibde ihtilâftan nâşîdir
(1).
"Rekâib" "rekîbe"nin cem'idir
(çoğuludur) ve "rekîbe"
(binek) maksûda vusûl
(istenilene ulaşmak) için
üzerine binilen şeydir. Ve "âyât" "âyet"in cem'idir
(çoğuludur).
"Âyet" âlâmet (işaretler,
izler) ve nişân ma'nâsıdır. Ya'nî nâkanın
(devenin) Sâlih (a.s.)a ve
Burâk'ın Muhammed (a.s)’a ihtisâsı
(has kılınması, tahsis edilmesi) gibi, merkûb
(üzerine binilecek) olan
şeylerin alâmâtı (nişanları, izleri),
her bir Nebîye (Peygambere)
muhtass (tahsis edilmiş,
özel ayrılmış) olarak zâhir olan
(açığa çıkan) alâmât-ı
İlâhiyye’nin cümlesindendir (bütün
hepsi İlahi ayetlerdendir).
Ma'lûm olsun ki, her bir Nebî (Peygamber)
zamânının İnsân-ı Kâmil’i olmak hasebiyle, ism-i câmi'
(bütün isimleri toplamış)
olan "Allah" isminin mazharı (çıktığı,
göründüğü yer) olduğundan, her ne kadar kâffe-i
esmâya mazhar (bütün esmanın çıktığı
yer) ise de, onun üzerine gâlib
(üstün) olan bir ism-i hâs
(kendi öz ismi) vardır.
Binâenaleyh (nitekim),
o Nebî’nin (p Peygamber’in)
"merkeb"i (bineği)
dahî, bu ismin sûretiyle zâhir olup
(meydana çıkıp) onun üzerine
hükm eder. Sâlih (a:s)’a dahî ism-i Fettâh gâlib
(Fettah ismi üstün)
olduğundan, onun merkebi (bineği)
"fütûh" (fetihler)
ile zâhir oldu (meydana çıktı). Maahâzâ (bununla beraber)
âyât-i merkûbât (binek, vasıta
olan ayetler) yalnız Enbiyâya
(Peygamberlere) mahsûs değil,
belki Benî Âdem’in (insanoğullarının)
her biri için de merkûb (binek)
vardır. Çünkü, a'yân-ı insâniyyeden
(meydana gelmiş insanlardan)
her birisinin bir rûhu vardır ve o rûh, bir ismin mazharıdır
(göründüğü mahaldir) ki,
Allah Teâlâ onunla bu şahsı terbiye eder. Ve kezâ, her bir rûhun
dahî âlem-i cismânîde (madde âleminde,
dünyada) bir sûret-i cesedâniyyesi
(madde bedeni, vücudu) vardır
ve o cesed, bu rûhun mâzharıdır (göründüğü
yerdir). Ve ayn-ı
sâbite hazretinde, (manalar
mertebesinde Hakk’ta) ya'nî hazret-i ilmiyyede
(ilim mertebesinde),
rûhun hâline münâsib (uygun)
bir mizâc-ı husûsîsi (kendine
ait bir tabiatı, huyu) vardır ve onun bedeninin
sûretine (biçimine) bu
mîzac (huy, tabiat)
muktezîdir (gereklidir).
Ondan sonra ve gerek âlem-i nebâta
(bitkiler âlemine) ve gerek
âlem-i hayvâna (hayvanlar âlemine)
nüzûlünde (indiğinde)
bu mizâca (tabiatına)
münâsib (uygun)
o rûh için birer sûret (şekil,
beden) vardır ve bu rûhun istikmâli
(kemale ermesi) husûsunda
hayvan onun merkebidir (bineğidir).
Ve bu umûrun kâffesi (bütün
bu işler) ayn-ı sâbite (ilmi
suretin) ahvâlindendir (hallerindendir,
oluşlarındandır).
Ve rûhun zât-ı İlâhiyye’ye (Hakk’a)
olan nisbeti (bağlılığı,
irtibatı),
Rabb-i hâssı (terkibindeki ağırlıklı
isim) olan ism-i gâlibdir
(isim üstündür) ve bu rûhun sâhibi olan şahsın seyri
(gidişatı) ve terakkîsi
(ilerleyişi),
ancak o ism-i gâlibin (üstün,
güçlü ismin) hazînesinde olan şeyin kuvveden
(açığa çıkmamış, potansiyel güç olarak
bulunanları) fiile (fiil
olarak) ihrâcı (çıkartmak)
içindir. Binâenaleyh (nitekim)
nefs-i hayvâniyye (hayvani
nefs) için bir eser-i aynî
(kendi eseri)
muktezî (gerekli)
olup, o da onun ayn-ı sâbitesinin
(ilmi suretinin) âhvâlinden
(hallerinden, oluşlarından)
ve Rabb-i hâssının (terkibindeki
ağırlıklı ismin) havâssındandır
(hususiyetlerindendir). Ve
rûhun tâatta (ibadetlerle)
itmi'nânında (tatmin olmasında),
rekâib
(binekler) için, Mûsa (a.s.)’ın
asâsı (değneği, sopası)
gibi, havâss-ı hayvâniyyeden (hayvanlık
hususiyetlerinden) emânet
vardır. Ve o kimsenin bu tarîka-i hayvânî
(hayvanlık yolu) üzerinde
seyri (yolculuğu, gidişatı),
onun Rabb'i (terbiye
edicisi) olan ismin hikmeti muktezâsıyladır
(gereğiyledir) ki, bu da
mezâhibde (mezheplerin)
ihtilâfdan (çeşitliklerinden, farklı
oluşlarından) nâşîdir (dolayıdır).
Şu halde Enbiyâ (Peygamberler)
(aleyhimü's-selâm)’dan her birisinin bir mezheb-i mahsûsu
(kendine ait bir mezhebi) ve
tarîk-i hâssı (kendine ait özel bir
yolu) olup, bu tarîka (yola)
göre de bir "merkeb"i (bineği)
vardır. Ve bu husûsiyyet dahî onun isti'dâd-ı zâtîsi
(kendindeki istidadı) mûcibincedir (gereğincedir).
O süvârîlerden
ba'zısı o âyât ile hakkıyla kaimdirler ve onlardan ba'zıları da
o âyât ile sahrâları kat' edicilerdir (2).
Ya'nî nüfûs-ı hayvâniyyeye
(hayvanlık nefsine) sûret
olan sûret-i cesediyyeye (madde
bedene) binenlerden ba'zıları o âyât-ı merkûbât
(binekler, vasıtalar olan ayetler)
ile Hakk'ın tâatında (ibadetinde)
kâim (mevcut)
olurlar ve onu Hakk'a gitmek husûsunda kullanılarlar; ve âkıbet
(nihayet) kendilerinden
fânî (geçmiş, yok olurlar)
ve Hak'la bâkî (devamlılık,
daimilik üzre) olurlar ve râkib
(üzerine binmiş) oldukları bu
sûret-i cesediyye (madde beden)
ile, kesrete (çokluk
görüntülerine) aldanmayıp, vahdeti
(tekliği) müşâhede ederler
(seyrederler) ve Hak onların
kuvâlarının (meleki güçlerinin)
ve sûretlerinin ve merkeb
(binek) ve mezheblerinin (gittikleri,
tuttukları yolun) "ayn"ı (hakikati,
hüviyeti) olur. Binâenaleyh
(nitekim),
onların seyrleri (yolculukları),
Allah'ın seyri (yolculuğu)
olur. Fakat bu sûret-i cesediyye
(madde bedene) râkiblerinden
(binenlerden) ba'zıları
âlem-i zulümât (karanlık âlemlerde)
ve ecsâm berriyyelerini (cisim,
somut madde ovalarını, kırlarını) ve sahrâlarını
(çöllerini) hayrân ve ser-gerdân
(sersemlemiş, şaşkın)
olarak bu merâkib (binekler (madde
bedenler) ile kat' ederler
(geçerler, yol alırlar) ve
bir türlü onun hâricine (dışına)
çıkamazlar. Evvelki tâife-i aliyye
(daha önceki yüce grup),
hakîkat-ı emri (hakikât
emirlerini) bilmişler ve ikinci tâife
(grup) ise cehâlet ve
uzaklık karanlığında kalmışlardır.
İmdi kaim onlara
gelince, ehl-i "ayn"dır ve kâtı' olanlara gelince, onlar
baîdlerdir / (3):
Ya'nî suver-i cesediyye
(madde beden) merkeblerine
(bineklerine) binip tarîk-ı
Hak'ta (Hakk’a giden yolda),
hakkıyla kâim (var)
olanlar müşâhede ashâbıdır (gören,
seyreden kimselerdir).
Bunlar, şecere-i kevnin (kainat
ağacının) semeresidir (meyvesidir).
Zîrâ Hak, eşyâyı (varlıkları)
ma'rifeti (bilinmesi)
için halk buyurdu (yarattı).
Binâenaleyh
(nitekim) bunların vücûdu
maksûdün-bi'z-zâttır (bizzat
istenilen şeydir).
Velâkin suver-i cesediyyeye (madde
bedenlere) râkib olup (binip)
bu âlem-i kesîf-i (madde
âlemini) şehâdet sahrâsından
(görünen çöllerinden)
istidlâlât-ı akliyye (akıl yüretme
yolu) ile hayrette kalan ve akılları vehim
ile karışarak hakîkat-i ilimden
(hakikât bilgisinden) mahcûb
(perdeli) olan tarîk-ı
zulmânî (karanlık yollarda (madde
karanlığında) kat' edenler,
(yürüyenler, yol alanlar)
Hak'tan baîd (uzak)
olmuşlardır. Binâenaleyh (nitekim)
bunların vücûdu şecere-i kevnin
(kainat ağacının) semeresi
(meyvesi) değil, belki
semerenin (meyvenin)
husûlüne (meydana gelmesine)
hâdim (hizmetçi, yardımcı)
olan ağacın yaprakları ve sâkının
(ağacın) kabuğu vesâiresi
gibidir. Onlar hayvânât (hayvanlar)
gibi mesâlih-i dîniyye (dini
işler) ve dünyeviyyede (dünya
işlerinde) müsta'mel âlât
(kullanılan aletler)
mesâbesindedir (derecesindedir).
Maksûdün-bi'zât (bizzat
arzu edilen) değildir.
Ve onlardan her
birine ondan, onun guyubunun fütûhu, her cânibden gelir (4).
Ya'nî suver-i cesediyye
(madde beden) merkeblerine
(bineklerine) binip, tarîk-ı
Hak'ta (Hakk’a giden yolda)
hakkıyla kâim (var)
olanlar ile, yine merkebe (bineğe)
râkib olup (binip)
âlem-i kesîf-i şehâdette (içinde bulunduğumuz bu madde âlemde) tarîk-i zulmâniyi
(karanlık yolları) kat'
edenlerden (geçenlerden)
her birisine, onların Rabb-i haslar (terkiplerindeki
ağırlıklı isim) olan esmâ-i İlâhiyye’nin
(İlahi esmanın) ve a'yân-ı
sâbitelerinin (ilmi suretlerinin)
ve isti'dâd-ı zâtîlerinin
(kendilerindeki istidadlarının) hazînesinde memlû
(dolu) olan fütûh-ı guyûbiyye
(gayblerin açılımlarıyla) o hazînelerden onlara vâsıl olur
(ulaşır) ve bu vüsûl
(ulaşma) onların her cânibini
(tarafını) ihâta eder
(kuşatır, kaplar) .
Zîrâ onlara isti'dâd-ı zâtîlerinin
(kendi istidadlarının)
iktizâsından (gereğinden)
gayrı (başka) bir şey
gelmez ve bu isti'dâd ise onları muhîttir
(kuşatmıştır).
Binâenaleyh (nitekim)
her iki sınıfın isti'dâdı ne ise, dünyâda ve
âhiretteki Fütûhu (açılımları)
dahî ona göre olur. Şu kadar ki, birinci sınıfın "fütûh"u
(açılımları) onların tab'ına
mülâyim (tabiatına uygun, hoş)
ve ikinci sınıfın "fûtûh"u (fetihleri,
açılımları) ise tabîatlarına gayr-ı mülâyimdir
(uygun, hoş değildir).
Zîrâ, birincisinin hâli (oluşu)
îman ve tâat (ibadet)
ve ikrâr (tasdik etme)
olduğundan, mücâzâtı (karşılığı)
nüfûslarına (nefislerine)
mülâyim (uygun, hoş)
olur ve ikincisinin hâli (oluşu)
küfür ve isyân ve inkâr olduğundan, mücâzâtı
(karşılığı) da tab'larına
(tabiatlarına, huylarına)
gayr-ı mülâyim bulunur (hoş, uygun
değildir). İşte
her iki sınıfın a'yân-ı sâbitelerinden
(ilmi suretlerinden)
kendilerine her taraftan gelen onların guyûblarının
(gayblerinin) "fütûh"u
(açılımları, fetihleri) budur.
(Devam edecek)
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-01.06.2004
http://sufizmveinsan.com
|