KELİME-İ SÂLİHİYYE’DE MÜNDEMİC
“HİKMET-İ FÜTÛHİYYE”NİN BEYÂNINDA OLAN FASTIR)
Ma'lûmun olsun ki,
Allah seni muvaffak eylesin, muhakkak emir, nefsinde "ferdiyyet"
üzerine mebnidir ve onun için teslîs vardır. O da "üç"ten ve
mâ-fevkındendir. İmdi "üç', efrâdın evvelidir ve âlem bu
hazret-i İlâhiyye’den mevcûd oldu. Zîrâ Hak Teâlâ buyurdu: "Tahkîkan
bizim bir şeye kavlimiz, onu irâde ettiğimiz vakitte, ona “Ol!”
demekliğimizdir; o da olur" (Nahl, 16/40), İmdi bu zât, "irâde"
ve "kavl" sâhibidir. Ve eğer bu "zât" ve onun bir emrin
tekvîninin tahsîsine nisbet-i teveccühünden ibâret olan “irâde”
si olmasaydı, ondan sonra o şeye teveccühü indinde onun "Kün!"
kavli olmasaydı, bu şey olmazdı (5).
Ya'nî "îcâd" işi, zâtında teklik üzerine binâ
olunmuştur ve teklik dahî adedin (sayının)
iki müsâvi (eşit)
kısma taksîm olunamaması hâlidir. Ve teklik adedlerde "üç"ten
i'tibâren başlayıp üç, beş, yedi, dokuz, on bir ilh... yukarıya
doğru gider. "Üç"ten evvel "bir" ile "iki" vardır ve "bir" ise
aded (sayı) değildir. Zîrâ
cemî'-i a'dâdın (bütün sayıların)
menşeidir; (köküdür)
ve cemî'-i a'dâd (bütün
sayılar),
vâhidin (birin)
taaddüdünden (çoğalmasından)
zuhûra gelir (meydana gelir).
Meselâ bir vâhid, (tek) bir vâhid (tek) daha
"iki'' ve bir vâhid (tek)
daha ilâve olunca "üç" olur. Binâenaleyh
(nitekim) "üç"ten evvelki
aded "iki" olup, bu da çifttir. Bu sûrette "üç" adedi tek
adedlerin birincisidir. Ve teslîsi (üçü)
mutazammın olan (içine
alan, içinde barındıran) ferdiyyetten
(tekten) ibâret bulunan
hazret-i İlâhiyye’den (İlahi
mertebeden (Uluhiyet mertebesinden) âlem
(evren) mevcûd oldu.
Zîrâ "îcâd”, (vücuda
getirme, yaratma) mertebe-i Ulûhiyyette olur. çünkü o
mertebede Zât-ı İlâhiyye (İlahi Zat)
sıfât ve esmâsıyla müteayyin
(belirir, zahir) olur. Ve
mertebe-i ahadiyyette (Zat
mertebesinde) aslâ isim ve na't (sıfat)
yoktur. Ve Zât-ı İlâhiyye
(İlahi Zat (taayyün-i evvel mertebesi) kendinin
sıfâtı olan "irâde" ve "kelâm" ile müteayyin
(meydana çıkmadıkça, belli)
olmadıkça "îcâd" mümkin olmaz. İşte buna işâreten Hak Teâlâ: "Bizim
bir şeye kavlimiz (sözümüz)
, onu irâde ettiğimiz
(istediğimiz) vakitte, ona "Ol!"
demekliğimizdir" (Nahl, 16/40) buyurur. Binâenaleyh
(nitekim),
bir şeyin îcâdı (yaratılması,
meydana getirilmesi) için "zât', "irâde" ve "kavl"
olmalıdır. Böyle olunca hazret-i ferdiyyette
(fertlik, teklik mertebesinde)
müteayyin olan (beliren, meydana
çıkan) Zât-ı İlâhiyye (İlahi
Zat), Zât-ı
mûcide (yaratıcı Zat) "irâde"
ve "kavl" sahibidir. Ve eğer bu "zât-ı mûcide"
(yaratıcı Zat) ve herhangi
bir emrin (işin, hususun)
tekvîni (yaratılması)
tahsîsine teveccühünün (yönelmesinin)
nisbetinden (sıfatlarından)
ibâret olan onun "irâde"si
(dilemesi) olmasaydı ve
ba'dehû (daha sonra) O'nun
teveccühü indinde (yönelişi sırasında) o şey'e "Kün!" (ol)
kavli (sözü)
olmasaydı, bir şey mevcûd olmazdı. Zîrâ vâhid
(tek),
vâhid (tek)
olarak durdukça, ondan hiçbir aded çıkmayacağı gibi, Zât-ı
vâhide (tek Zat) dahî Zât-ı
vâhide (tek Zat) olarak
kaldıkça bir şey zuhûra gelmez (meydana
çıkmaz). Fakat vâhidin (tekin)
zâtında mündemic (içinde
yerleşik, dürülüp sarılı) olan nisbetler
(sıfatlar) zâhir olunca
(meydana çıkınca),
meselâ 1/2 , 1/3 , 1/4 , 1/5 , ilh...
vâhidin (tekin) nısfı,
(yarısı) sülüsü,
(üçte biri) rub'u
(dörtte biri) ve humsü
(beşte bir) zuhûr edince
(meydana çıkınca),
adedler (sayılar)
peydâ olur. İşte bunun gibi "irâde" ve "kavl" Zât-ı
Ulûhiyyet’in (Allah’ın)
sıfatları ve nisbetleridir (vasıflarıdır).
Îcâd (yaratma) onların
zuhûruna (meydana çıkışına)
vâbeste (kayıtlı, bağlı ,ancak
onunla olabilen) bir keyfıyyettir
(hususiyettir).
Şu halde “zât” ve "irâde"
ve "kavl" üç şeydir; bunların mecmû'undan
(bir araya gelmelerinden, toplamından)
"ferdiyyet" hâsıl olmuştur
(oluşmuştur).
Ondan sonra
kezâlik bu şeyde üçe mensûb olan teklik zâhir oldu ve o sebeble
onun tarafından onun tekvîni ve vücûd ile ittisâfı sahîh oldu ve
o dahî onun "şey'iyyet"i ve "işitme"si ve Mükevvin'in îcâd ile
olan "emrine imtisâl"idir (6).
Ya'nî hazret-i ferdiyyette
(ferdiyet mertebesinde)
müteayyin olan (beliren, meydana
çıkan) hazret-i ilâhiyye (ilahi
mertebe, Uluhiyet mertebesi),
ya'nî hazret-i Mûcide (yaratıcı
mertebe) için ferdiyyet-i selâsiyye
(üçlü ferdiyet) sâbit
(mevcut) olduktan sonra, buna
mukâbil (karşılık) olarak
vücûdu kabûl eden "şey"de (birimde,
mevcutta) dahî, kezâlik (böylece)
ferdiyyet-i selâsiyye (üçlü
ferdiyet) zâhir oldu (açığa
çıktı) ve o ferdiyyet-i selâsiyye
(üçlü ferdiyet) sebebiyle o
şey tarafından onun tekvîni (oluşu,
yaratılışı) ve vücûd ile ittisâfı
(vasıflanması) sahîh oldu
(gerçekleşti). "Tekvîn" bir
şeyi mükevven kılmaktır (meydana
getirmek, yaratmaktır).
Ma'nâsı budur ki, Hak Teâlâ bir şeye "Kün!"
(ol) kavliyle
(sözüyle) emr ettikde, o şey
kendi nefsini mevcûd kılar
(yaratır).
İmdi, bir "şey"in (varlığın)
kendi nefsini mevcûd kılması
(yaratması) onun nefsi
tarafından olan ferdiyyet-i selâsiyye
(üçlü ferdiyet) iledir. Eğer
Zât-ı mûcidenin (yaratıcı Zat’ın)
ferdiyyet-i selâsiyyesine
(üçlü ferdiyetine) mukâbil
(karşılık) ,
onun da ferdiyyet-i
selâsiyyesi (üçlü ferdiyeti)
olmasaydı, ferdiyet-i İlâhiyye’nin
(İlahi ferdiyetin) te'sîri
olmazdı. Zîrâ "müessir"in (tesir
edenin, etkileyenin) mukâbilinde
(karşısında) bir "müteessir"
(tesiri kabul eden, etkilenen)
olmayınca hiçbir eser zâhir olmaz
(açığa çıkmaz).
Binâenaleyh (nitekim)
müessirdeki (etki edendeki)
te'sîrin sübûtu (meydana
çıkışı),
müteessirin (etkiyi kabul edenin,
birimin) vücûdu ile olur. İşte bunun gibi ferdiyyet-i
Hakk'ın (Hakk’ın ferdiyetinin)
sübûtu (meydana çıkışı)
dahî "şey"in (ilmi
suretin) ferdiyyetine mütevakkıftır
(bağlıdır, ancak onunla olur).
Ve "şey"in (ilmi suretin)
ferdiyyeti dahî, evvelâ onun ilm-i İlâhî’de
(Allah’ın ilminde) sâbit
(mevcut) olan "şey'iyyet"idir
(manası, ilmi suretidir).
Sâniyen (ikincisi)
"Kün!'' (ol) kavl-i
İlâhîsini (İlahi emrini) "işitme"sidir.
Sâlisen (üçüncü olarak)
kendi vücûdunu îcâdında (meydana
getirmede) Mükevvin'i (yaratıcısı)
tarafından vâkı' olan (gerçekleşen)
"emre imtisâl" (uyması,
itaat) etmesidir. Şu halde, bir şeyin îcâdını
(meydana gelmesini, yaratılmasını)
mûcib olan (gerektiren)
şey, gerek kendinin ve gerek Mûcid'in
(var edenin, yaratıcının)
ferdiyyetidir.'
İmdi üç, üçe
mukâbil oldu. "Şey"in ademi halinde sâbit olan "zât''ı,
Mûcid'inin Zât'ı, muvâzenesindedir ve "işitme'si Mûcid'inin "irâde"si
muvâzenesindedir ve Mûcid'inin tekvînden ona onunla emrettiği
şeye "imtisâl" ile onun kabûlü, Mûcid'inin "Kün!" kavli
muvâzenesindedir. İmdi o mevcûd oldu (7).
Ya'nî Hakk'ın ferdiyyet-i selâsiyyesi,
(üçlü ferdiyeti) "şey"in
(ilmi suretin) ferdiyyet-i
selâsiyyesine (üçlü ferdiyetine)
mukâbil (karşılık)
oldu. Şöyle ki, "şey"in (ilmi
suretin) ilm-i İlâhî mertebesinde
(Allah’ın ilminde) ademi halinde
(yok durumunda) sâbit olan "zât"ı, Mûcid'inin
(yaratıcısının) "zât"ına
mukâbildir (karşılıktır).
Ve o şeyin (birimin, ilmi
suretin) Hakk'ın "Ol!" kelâmını işitmesi dahi,
Mûcid'inin (yaratıcının) "irâde"si
(dilemesi) mukâbilindedir
(karşılığındadır) ve
Mûcid'i (yaratıcısı) o "şey"in
(ilmi suretin) kendi
vücûdunu îcâdda (yaratmada, meydana
getirmede) ne gibi bir şeyle emretmişse, o "emre
imtisâl" (itaat etmek, uymak)
ile o şeyin kabûlü Mûcid'inin (yaratıcısının
"Kün, Ol!" kavli (sözü,
emri) mukâbilindedir (karşılığındadır).
Böyle olunca "îcâd"ı (meydana
gelmeyi, yaratılmayı) kabûl eden şey
(ilmi suret, birim),
Mûcid'in (yaratanın)
emrine imtisâl etmekle (uymakla)
mevcûd oldu.
İmdi tekvîni ona
nisbet etti. Eğer bu kavl indinde onun kuvvetinde kendi
nefsinden tekvîn olmasaydı, mütekevvin olmazdı. İmdi bu şey
ma'dûm olduktan sonra, emr-i tekvîn indinde, ancak kendi nefsini
icâd etti (8).
Ya'nî Hak Teâlâ Hazretleri
..........................................(Nahl, 16/40) âyet-i
kerîmesinde ....... kavliyle (sözüyle,
iradesiyle) tekvîni (yaratmayı,
varlığa bürünmeyi) "şey"e
(varlığın kendine, ilmi surete) nisbet etti
(bağladı) .
Ya'nî o "şey (ilmi suret,
varlık) kendi kendine mevcûd olur" buyurdu. Zîrâ eğer
o "şey"de (ilmi suret’te, varlıkta) bu "kavl"i
(sözü, emri) işittiği vakit tekvîne
(yaratılmaya, vücut bulmaya)
isti'dâd ve kendi kendine mevcûd olmaya kâbiliyyet bulunmasaydı,
o şey (varlık) mütekevvin
olmazdı (oluşmaz, meydana gelmezdi).
Ve bu isti'dâd ve kâbiliyyet o şeyde merkûz
(tabiatında, yaratılışında mevcut)
ve kâmindir (saklıdır).
Çünkü "feyz-i akdes"
(Zat’ından Zat’ına olan tecellisi)
ile hâsıl olmuştur (oluşmuştur).
Mâdemki kümm-i gaybde (gayb
örtüsünde) ve ilm-i İlâhî’de
(Allah’ın ilminde) ve ism-i
Bâtın'da (batın isminde)
sâbit (mevcut) olan "şey"in
(ilmi suretin) kuvvetinde zuhûr (açığa
çıkma isteği) vardır, onun tekevvünü
(oluşması) için emir sudûr
ettiği (çıktığı) vakit o "şey",
ancak kendi nefsini, kendi îcâd eder
(yaratır);
velâkin Hak ile ve Hak'ta îcâd eder (yaratır).
Zîrâ, ism-i Bâtın'ın (batın
isminin) zâtı "ayn"ı
ile ism-i Zâhir'in (zahir
isminin) zâtıdır. Ve Hak için "iki yed"
(el) sâbit
(mevcut) olup, birisiyle "fâil"
(aktif, yapan) ve
diğeriyle "kâbil" (pasif, işi kabul
eden) olduğu, ya'nî bir eliyle verip diğer eliyle
aldığı cihetle (yönüyle) "kâbil",
(pasif, edilgen) aynıyla
"fâil"
(aktif, etken) olmuş olur.
İmdi Hak isbât etti ki, "tekvîn" Hak için
değil, "şey"in nefsi içindir. Ve Hak için olan şey, o şeyde onun
emr-i hâssıdır. Ve kezâ Hak Teâlâ:
........................................... (Nahl, 16/40)
kavlinde, kendi nefsinden haber verdi. Binâenaleyh, Allâh'ın
emrinde vâkı' olan "tekvîn"i "şey"in nefsine nisbet etti.
Halbuki, Hak Teâlâ sözünde sâdıktır. Bu dahî nefs-i emirde
ma'kuldur. Nitekim havf olunan ve isyân olunmayan âmir, kölesine
"kalk!"der. Abd de efendisinin emrine imtisâlen kalkar. İmdi bu
kölenin kıyâmında, seyyidin ona kıyâm ile emrinden gayrı bir
şeyi yoktur. Kıyâm ise, efendinin fiilinden değil, abdin
fiilindendir (9).
Ya'nî Hak, "fe-yekûn"
(olur) kavliyle (sözüyle,
emriyle) isbât etti ki, bir "şey"in vücûd bulması, o
"şey"in kendi nefsindendir. Emr-i tekvînde
(yaratma emrinde) ,
Hakk'ın emr-i hâssından (hususi,
özel emrinden) gayri (başka)
o "şey" (ilmi suret)
üzerinde bir şey sâbit (mevcut)
değildir. Ya'nî Hak emr etmiş, o "şey"
(ilmi suret) dahî kendi
nefsini îcâd etmiştir. (yaratmıştır)
Hak, âyet-i kerîmede bize bunu böyle haber verip,
O'nun emrinden vâkı' olan (gerçekleşen,
oluşan) "tekvîn"i (yaratmayı,
varlığa bürünmeyi) "şey"in
(varlığın, ilmi suretin)
nefsine muzâf (bağladı, ait)
kıldı. Şüphe yoktur ki, hakîkat-i hâl
(gerçek durum) neden ibâret
ise Hak onu buyurmuştur. Ve "tekvîn"i "şey"in
(varlığın) nefsine muzâf kılmak, (bağlamak)
hadd-i zâtında (esasında)
ma'kûl (akla yatkın)
bir şeydir. Binâenaleyh (nitekim)
"tekvîn" me'mûr (emredileni
yapmakla vazifeli) olan
"şey"e (ilmi surete)
nisbet (bağıntılı)
olunur; yoksa âmire (emri verene)
nisbet (alakalı, bağıntılı)
olunmaz.
Meselâ kendisinden korkulan ve emrine muhâlefet
olunamayan (karşı gelinemeyen)
bir âmir, kölesine "Kalk!" diye emreder. Köle de,
efendisinin bu emrine imtisâlen (uyarak)
hemen kalkar. Binâenaleyh
(nitekim) bu abdin (kulun)
kıyâmında, (ayağa
kalkmasında) efendisinin emrinden başka bir te'sîr
(etki) mevcût değildir. Kıyâm
(ayağa kalkmak) abdin
(kulun) fiilindendir;
efendinin fiilinden değildir. Ancak, efendinin emri kıyâma
(ayağa kalkmasına) sebeb
olmuştur. Şu halde sebebiyyet i'tibâriyle
(bakımından) fiil, efendiye
nisbet olunur (bağlanır).
Sudûr
(çıkış) i'tibâriyle
(bakımından) abde
(kula) muzâf
kılınır
(bağlanır).
İşte bunun gibi ilm-i İlâhî’de
(Allah’ın ilminde) sâbit
(mevcut) olup, vücûd-ı
hâricîsi (sureti, bedeni)
ma'dûm (yok) olan "şey",
(ilmi suret) emr-i İlâhî
(İlahi emir) sâdır olduğu
(çıktığı) vakit, ilm-i
İlâhî’de (Allah’ın ilminde)
sûreti nasıl ise, emre imtisâlen
(uyarak) vücûd-ı hâricî (suret)
ile mütekevvin olur (oluşur).
Zîrâ abdde
(kulda) keyfiyyet-i kıyâm
(ayağa kalkma hususu),
nasıl ki bi'l kuvve (potansiyel
güç olarak) sâbit (mevcut)
ise, ilm-i İlâhîde (Allah’ın
ilminde) sâbit (mevcut)
olan "şey"de (ilmi surette)
dahî, vücûd-ı hâricî (suret)
ile tekevvün (meydana
gelme) öylece bi'l-kuvve (potansiyel
güç olarak) sâbittir (mevcuttur).
Binâenaleyh (nitekim),
"şey"in (ilmi suretin)
ilm-i İlâhî’deki (Allah’ın
ilmindeki) sûreti üzere zuhûru
(açığa çıkışı) Hak cânibinden
(tarafından) değil, kendi
tarafındandır. Ve Hak tarafından ancak emir sâdır olmuştur
(çıkmıştır) ve emrin sudûruna
(çıkışına) kadar o "şey"
kuvvede (potansiyel güç olarak)
kalıp, fiile gelmez ve mâdemki "şey"in
(ilmi suretin) zuhûrunda
(açığa çıkışında) Hakk'ın
te'sîri (etkisi),
ancak emirden ibârettir, o şey ilm-i İlâhî’deki
(Allah’ın ilmindeki) sûreti
üzerine zâhir oldukda, (göründüğünde)
onun fenâlıkları bi't-tabi'
(tabii olarak) nefsine nisbet
olunmak (bağlamak) lâzım
gelir. Ve bu Hak için hüccet-i bâliğadır
(kesin, apaçık delildir).
(Devam edecek)
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-08.06.2004
http://sufizmveinsan.com
|