117. Bölüm

KELİME-İ SÂLİHİYYE’DE MÜNDEMİC “HİKMET-İ               FÜTÛHİYYE”NİN BEYÂNINDA OLAN FASTIR)

Ma'lûmun olsun ki, Allah seni muvaffak eylesin, muhakkak emir, nefsinde "ferdiyyet" üzerine mebnidir ve onun için teslîs vardır. O da "üç"ten ve mâ-fevkındendir. İmdi "üç', efrâdın evvelidir ve âlem bu hazret-i İlâhiyye’den mevcûd oldu. Zîrâ Hak Teâlâ buyurdu: "Tahkîkan bizim bir şeye kavlimiz, onu irâde ettiğimiz vakitte, ona  “Ol!” demekliğimizdir; o da olur" (Nahl, 16/40), İmdi bu zât, "irâde" ve "kavl" sâhibidir. Ve eğer bu "zât" ve onun bir emrin tekvîninin tahsîsine nisbet-i teveccühünden ibâret olan “irâde” si olmasaydı, ondan sonra o şeye teveccühü indinde onun "Kün!" kavli olmasaydı, bu şey olmazdı (5).

Ya'nî "îcâd" işi, zâtında teklik üzerine binâ olunmuştur ve teklik dahî adedin (sayının) iki müsâvi (eşit) kısma taksîm olunamaması hâlidir. Ve teklik adedlerde "üç"ten i'tibâren başlayıp üç, beş, yedi, dokuz, on bir ilh... yukarıya doğru gider. "Üç"ten evvel "bir" ile "iki" vardır ve "bir" ise aded (sayı) değildir. Zîrâ cemî'-i a'dâdın (bütün sayıların) menşeidir; (köküdür) ve cemî'-i a'dâd (bütün sayılar), vâhidin (birin) taaddüdünden (çoğalmasından) zuhûra gelir (meydana gelir). Meselâ bir vâhid, (tek) bir vâhid (tek) daha "iki'' ve bir vâhid (tek) daha ilâve olunca "üç" olur. Binâenaleyh (nitekim) "üç"ten evvelki aded "iki" olup, bu da çifttir. Bu sûrette "üç" adedi tek adedlerin birincisidir. Ve teslîsi (üçü) mutazammın olan (içine alan, içinde barındıran) ferdiyyetten (tekten) ibâret bulunan hazret-i İlâhiyye’den (İlahi mertebeden (Uluhiyet mertebesinden) âlem (evren) mevcûd oldu.

Zîrâ "îcâd”, (vücuda getirme, yaratma) mertebe-i Ulûhiyyette olur. çünkü o mertebede Zât-ı İlâhiyye (İlahi Zat) sıfât ve esmâsıyla müteayyin (belirir, zahir) olur. Ve mertebe-i ahadiyyette (Zat mertebesinde) aslâ  isim ve na't  (sıfat) yoktur. Ve Zât-ı İlâhiyye (İlahi Zat (taayyün-i evvel mertebesi) kendinin sıfâtı olan "irâde" ve "kelâm" ile müteayyin (meydana çıkmadıkça, belli) olmadıkça "îcâd" mümkin olmaz. İşte buna işâreten Hak Teâlâ: "Bizim bir şeye kavlimiz (sözümüz) , onu irâde ettiğimiz (istediğimiz) vakitte, ona "Ol!" demekliğimizdir" (Nahl, 16/40) buyurur. Binâenaleyh (nitekim), bir şeyin îcâdı (yaratılması, meydana getirilmesi) için "zât', "irâde" ve "kavl" olmalıdır. Böyle olunca hazret-i ferdiyyette (fertlik, teklik mertebesinde) müteayyin olan (beliren, meydana çıkan) Zât-ı İlâhiyye (İlahi Zat), Zât-ı mûcide (yaratıcı Zat) "irâde" ve "kavl" sahibidir. Ve eğer bu "zât-ı mûcide" (yaratıcı Zat) ve herhangi bir emrin (işin, hususun) tekvîni (yaratılması) tahsîsine teveccühünün (yönelmesinin) nisbetinden (sıfatlarından) ibâret olan onun "irâde"si (dilemesi) olmasaydı ve ba'dehû (daha sonra) O'nun teveccühü indinde (yönelişi sırasında) o şey'e "Kün!" (ol) kavli (sözü) olmasaydı, bir şey mevcûd olmazdı. Zîrâ vâhid (tek), vâhid (tek) olarak durdukça, ondan hiçbir aded çıkmayacağı gibi, Zât-ı vâhide (tek Zat) dahî Zât-ı vâhide (tek Zat) olarak kaldıkça bir şey zuhûra gelmez (meydana çıkmaz). Fakat vâhidin (tekin) zâtında mündemic (içinde yerleşik, dürülüp sarılı) olan nisbetler (sıfatlar) zâhir olunca (meydana çıkınca), meselâ     1/2  ,  1/3  ,  1/4   ,  1/5  ,   ilh... vâhidin (tekin) nısfı, (yarısı) sülüsü, (üçte biri) rub'u (dörtte biri) ve humsü (beşte bir) zuhûr edince (meydana çıkınca), adedler (sayılar) peydâ olur. İşte bunun gibi "irâde" ve "kavl" Zât-ı Ulûhiyyet’in (Allah’ın) sıfatları ve nisbetleridir (vasıflarıdır). Îcâd (yaratma) onların zuhûruna (meydana çıkışına) vâbeste (kayıtlı, bağlı ,ancak onunla olabilen) bir keyfıyyettir (hususiyettir).  Şu halde  “zât” ve "irâde" ve "kavl" üç şeydir; bunların mecmû'undan (bir araya gelmelerinden, toplamından) "ferdiyyet" hâsıl olmuştur (oluşmuştur).

Ondan sonra kezâlik bu şeyde üçe mensûb olan teklik zâhir oldu ve o sebeble onun tarafından onun tekvîni ve vücûd ile ittisâfı sahîh oldu ve o dahî onun "şey'iyyet"i ve "işitme"si ve Mükevvin'in îcâd ile olan "emrine imtisâl"idir (6).

Ya'nî hazret-i ferdiyyette (ferdiyet mertebesinde) müteayyin olan (beliren, meydana çıkan) hazret-i ilâhiyye (ilahi mertebe, Uluhiyet mertebesi), ya'nî hazret-i Mûcide (yaratıcı mertebe) için ferdiyyet-i selâsiyye (üçlü ferdiyet) sâbit (mevcut) olduktan sonra, buna mukâbil (karşılık) olarak vücûdu kabûl eden "şey"de (birimde, mevcutta) dahî, kezâlik (böylece) ferdiyyet-i selâsiyye (üçlü ferdiyet) zâhir oldu (açığa çıktı) ve o ferdiyyet-i selâsiyye (üçlü ferdiyet) sebebiyle o şey tarafından onun tekvîni (oluşu, yaratılışı) ve vücûd ile ittisâfı (vasıflanması) sahîh oldu (gerçekleşti). "Tekvîn" bir şeyi mükevven kılmaktır (meydana getirmek, yaratmaktır). Ma'nâsı budur ki, Hak Teâlâ bir şeye "Kün!" (ol) kavliyle (sözüyle) emr ettikde, o şey kendi nefsini mevcûd kılar (yaratır).

İmdi, bir "şey"in (varlığın) kendi nefsini mevcûd kılması (yaratması) onun nefsi tarafından olan ferdiyyet-i selâsiyye (üçlü ferdiyet) iledir. Eğer Zât-ı mûcidenin (yaratıcı Zat’ın) ferdiyyet-i selâsiyyesine (üçlü ferdiyetine) mukâbil (karşılık) ,  onun da ferdiyyet-i selâsiyyesi (üçlü ferdiyeti) olmasaydı, ferdiyet-i İlâhiyye’nin (İlahi ferdiyetin) te'sîri olmazdı.  Zîrâ "müessir"in (tesir edenin, etkileyenin) mukâbilinde (karşısında) bir "müteessir" (tesiri kabul eden, etkilenen) olmayınca hiçbir eser zâhir olmaz (açığa çıkmaz). Binâenaleyh (nitekim) müessirdeki (etki edendeki) te'sîrin sübûtu (meydana çıkışı), müteessirin (etkiyi kabul edenin, birimin) vücûdu ile olur. İşte bunun gibi ferdiyyet-i Hakk'ın (Hakk’ın ferdiyetinin) sübûtu (meydana çıkışı) dahî "şey"in (ilmi suretin) ferdiyyetine mütevakkıftır (bağlıdır, ancak onunla olur). Ve "şey"in (ilmi suretin) ferdiyyeti dahî, evvelâ onun ilm-i İlâhî’de (Allah’ın ilminde) sâbit (mevcut) olan "şey'iyyet"idir (manası, ilmi suretidir). Sâniyen (ikincisi) "Kün!'' (ol) kavl-i İlâhîsini (İlahi emrini) "işitme"sidir. Sâlisen (üçüncü olarak) kendi vücûdunu îcâdında (meydana getirmede) Mükevvin'i (yaratıcısı) tarafından vâkı' olan (gerçekleşen) "emre imtisâl" (uyması, itaat) etmesidir. Şu halde, bir şeyin îcâdını (meydana gelmesini, yaratılmasını) mûcib olan (gerektiren) şey, gerek kendinin ve gerek Mûcid'in (var edenin, yaratıcının) ferdiyyetidir.'

İmdi üç, üçe mukâbil oldu. "Şey"in ademi halinde sâbit olan "zât''ı, Mûcid'inin Zât'ı, muvâzenesindedir ve "işitme'si Mûcid'inin "irâde"si muvâzenesindedir ve Mûcid'inin tekvînden ona onunla emrettiği şeye "imtisâl" ile onun kabûlü, Mûcid'inin "Kün!" kavli muvâzenesindedir. İmdi o mevcûd oldu (7).

Ya'nî Hakk'ın ferdiyyet-i selâsiyyesi, (üçlü ferdiyeti) "şey"in (ilmi suretin) ferdiyyet-i selâsiyyesine (üçlü ferdiyetine) mukâbil (karşılık) oldu. Şöyle ki, "şey"in (ilmi suretin) ilm-i İlâhî mertebesinde (Allah’ın ilminde) ademi halinde (yok durumunda) sâbit olan "zât"ı, Mûcid'inin (yaratıcısının) "zât"ına mukâbildir (karşılıktır). Ve o şeyin (birimin, ilmi suretin) Hakk'ın "Ol!" kelâmını işitmesi dahi, Mûcid'inin (yaratıcının) "irâde"si (dilemesi) mukâbilindedir (karşılığındadır) ve Mûcid'i (yaratıcısı) o "şey"in (ilmi suretin) kendi vücûdunu îcâdda (yaratmada, meydana getirmede) ne gibi bir şeyle emretmişse, o "emre imtisâl" (itaat etmek, uymak) ile o şeyin kabûlü Mûcid'inin (yaratıcısının "Kün, Ol!" kavli (sözü, emri) mukâbilindedir (karşılığındadır). Böyle olunca "îcâd"ı (meydana gelmeyi, yaratılmayı) kabûl eden şey (ilmi suret, birim), Mûcid'in (yaratanın) emrine imtisâl etmekle (uymakla) mevcûd oldu.

İmdi tekvîni ona nisbet etti. Eğer bu kavl indinde onun kuvvetinde kendi nefsinden tekvîn  olmasaydı, mütekevvin olmazdı. İmdi bu şey ma'dûm olduktan sonra, emr-i tekvîn indinde, ancak kendi nefsini icâd etti (8).

Ya'nî Hak Teâlâ Hazretleri ..........................................(Nahl, 16/40) âyet-i kerîmesinde ....... kavliyle (sözüyle, iradesiyle) tekvîni (yaratmayı, varlığa bürünmeyi) "şey"e (varlığın kendine, ilmi surete) nisbet etti (bağladı) . Ya'nî o "şey (ilmi suret, varlık) kendi kendine mevcûd olur" buyurdu. Zîrâ eğer o "şey"de (ilmi suret’te, varlıkta) bu "kavl"i (sözü, emri) işittiği vakit tekvîne (yaratılmaya, vücut bulmaya) isti'dâd ve kendi kendine mevcûd olmaya kâbiliyyet bulunmasaydı, o şey (varlık) mütekevvin olmazdı (oluşmaz, meydana gelmezdi). Ve bu isti'dâd ve kâbiliyyet o şeyde merkûz (tabiatında, yaratılışında mevcut) ve kâmindir (saklıdır).  Çünkü "feyz-i akdes" (Zat’ından Zat’ına olan tecellisi) ile hâsıl olmuştur (oluşmuştur). Mâdemki kümm-i gaybde (gayb örtüsünde) ve ilm-i İlâhî’de (Allah’ın ilminde) ve ism-i Bâtın'da (batın isminde) sâbit (mevcut) olan "şey"in (ilmi suretin) kuvvetinde zuhûr (açığa çıkma isteği) vardır, onun tekevvünü (oluşması) için emir sudûr ettiği (çıktığı) vakit o "şey", ancak kendi nefsini, kendi îcâd eder (yaratır); velâkin Hak ile ve Hak'ta îcâd eder (yaratır). Zîrâ, ism-i Bâtın'ın (batın isminin) zâtı "ayn"ı ile ism-i Zâhir'in (zahir isminin) zâtıdır. Ve Hak için "iki yed" (el) sâbit (mevcut) olup, birisiyle "fâil" (aktif, yapan) ve diğeriyle "kâbil" (pasif, işi kabul eden) olduğu, ya'nî bir eliyle verip diğer eliyle aldığı cihetle (yönüyle) "kâbil", (pasif, edilgen) aynıyla  "fâil" (aktif, etken) olmuş olur.

İmdi Hak isbât etti ki, "tekvîn" Hak için değil, "şey"in nefsi içindir. Ve Hak için olan şey, o şeyde onun emr-i hâssıdır. Ve kezâ  Hak Teâlâ: ........................................... (Nahl, 16/40) kavlinde, kendi nefsinden haber verdi. Binâenaleyh, Allâh'ın emrinde vâkı' olan "tekvîn"i "şey"in nefsine nisbet etti. Halbuki, Hak Teâlâ sözünde sâdıktır. Bu dahî nefs-i emirde ma'kuldur. Nitekim havf olunan ve isyân olunmayan âmir, kölesine "kalk!"der. Abd de efendisinin  emrine imtisâlen kalkar. İmdi bu kölenin kıyâmında, seyyidin ona kıyâm ile emrinden gayrı bir şeyi yoktur. Kıyâm ise, efendinin fiilinden değil, abdin fiilindendir (9).

Ya'nî Hak, "fe-yekûn" (olur) kavliyle (sözüyle, emriyle) isbât etti ki, bir "şey"in vücûd bulması, o "şey"in kendi nefsindendir. Emr-i tekvînde (yaratma emrinde) , Hakk'ın emr-i hâssından (hususi, özel emrinden) gayri (başka) o "şey" (ilmi suret) üzerinde bir şey sâbit (mevcut) değildir. Ya'nî Hak emr etmiş, o "şey" (ilmi suret) dahî kendi nefsini îcâd etmiştir. (yaratmıştır) Hak, âyet-i kerîmede bize bunu böyle haber verip, O'nun emrinden vâkı' olan (gerçekleşen, oluşan) "tekvîn"i (yaratmayı, varlığa bürünmeyi) "şey"in (varlığın, ilmi suretin) nefsine muzâf (bağladı, ait) kıldı. Şüphe yoktur ki, hakîkat-i hâl (gerçek durum) neden ibâret ise Hak onu buyurmuştur. Ve "tekvîn"i "şey"in (varlığın) nefsine muzâf kılmak, (bağlamak) hadd-i zâtında (esasında) ma'kûl (akla yatkın) bir şeydir. Binâenaleyh (nitekim) "tekvîn" me'mûr (emredileni yapmakla vazifeli) olan "şey"e (ilmi surete) nisbet (bağıntılı) olunur; yoksa âmire (emri verene) nisbet (alakalı, bağıntılı) olunmaz.

Meselâ kendisinden korkulan ve emrine muhâlefet olunamayan (karşı gelinemeyen) bir âmir, kölesine "Kalk!" diye emreder. Köle de, efendisinin bu emrine imtisâlen (uyarak) hemen kalkar. Binâenaleyh (nitekim) bu abdin (kulun) kıyâmında, (ayağa kalkmasında) efendisinin emrinden başka bir te'sîr (etki) mevcût değildir. Kıyâm (ayağa kalkmak) abdin (kulun) fiilindendir; efendinin fiilinden değildir. Ancak, efendinin emri kıyâma (ayağa kalkmasına) sebeb olmuştur. Şu halde sebebiyyet i'tibâriyle (bakımından) fiil, efendiye nisbet olunur (bağlanır).  Sudûr (çıkış) i'tibâriyle (bakımından) abde (kula) muzâf  kılınır (bağlanır). İşte bunun gibi ilm-i İlâhî’de (Allah’ın ilminde) sâbit (mevcut) olup, vücûd-ı hâricîsi (sureti, bedeni) ma'dûm (yok) olan "şey", (ilmi suret) emr-i İlâhî (İlahi emir) sâdır olduğu (çıktığı) vakit, ilm-i İlâhî’de (Allah’ın ilminde) sûreti nasıl ise, emre imtisâlen (uyarak) vücûd-ı hâricî (suret) ile mütekevvin olur (oluşur).  Zîrâ abdde (kulda) keyfiyyet-i kıyâm (ayağa kalkma hususu), nasıl ki bi'l kuvve (potansiyel güç olarak) sâbit (mevcut) ise, ilm-i İlâhîde (Allah’ın ilminde) sâbit (mevcut) olan "şey"de (ilmi surette) dahî, vücûd-ı hâricî (suret) ile tekevvün (meydana gelme) öylece bi'l-kuvve (potansiyel güç olarak) sâbittir (mevcuttur). Binâenaleyh (nitekim), "şey"in (ilmi suretin) ilm-i İlâhî’deki (Allah’ın ilmindeki) sûreti üzere zuhûru (açığa çıkışı) Hak cânibinden (tarafından) değil, kendi tarafındandır. Ve Hak tarafından ancak emir sâdır olmuştur (çıkmıştır) ve emrin sudûruna (çıkışına) kadar o "şey" kuvvede (potansiyel güç olarak) kalıp, fiile gelmez ve mâdemki "şey"in (ilmi suretin) zuhûrunda (açığa çıkışında) Hakk'ın te'sîri (etkisi), ancak emirden ibârettir, o şey ilm-i İlâhî’deki (Allah’ın ilmindeki) sûreti üzerine zâhir oldukda, (göründüğünde) onun fenâlıkları bi't-tabi' (tabii olarak) nefsine nisbet olunmak (bağlamak) lâzım gelir. Ve bu Hak için hüccet-i bâliğadır (kesin, apaçık delildir).

(Devam edecek)

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-08.06.2004
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail