KELİME-İ
SÂLİHİYYE’DE MÜNDEMİC “HİKMET-İ FÜTÛHİYYE”NİN
BEYÂNINDA OLAN FASTIR)
İmdi "vech-i
hâs" "hâdis" kavlinin tekerrür etmesi ve "şart-ı hâs" ise
illetin umûm olmasıdır. Zîrâ illet, hâdisin vücûduna sebebdir ve
o sebeb, ya’nî hüküm, âlemin Allah'dan hudûsünde âmmdır.
Binâenaleyh, biz her hâdis üzerine onun için "sebeb" sâbit
olduğuna hükmederiz; bu sebeb ister hükme müsâvî olsun, ister
hüküm ondan eâmm olsun. Böyle olunca hâdis onun hükmü altına
girer; netîce dahî doğru olur. Öyle ise edille ile iktisab
olunan maânînin îcâdında dahî hükm-i teslis muhakkak zâhir oldu
(15).
Ya'nî bâlâda (yukarıda)
bir delîl tertîb olunarak
(düzenleyerek) "Her hâdis
(sonradan yaratılan) için sebeb lâzımdır ve âlem
(evren) hâdistir
(sonradan yaratılmıştır);
öyle ise âlem için sebeb
lâzımdır" denilmişti ki, her iki mukaddimede
(öncülde) ikişer müfred
(tek)
mevcûd idi; bunlar da “hâdis,
sebeb;" "hâdis, âlem" kelimeleri idi. Bu müfredlerden
(öncüllerden) birisi, ki "hâdis"tir
ve her iki mukaddimeyi (öncülü)
nikâh gibi yekdîğerine (birbirine)
rabt eder (bağlar).
İşte kıyâsta (karşılaştırmada)
"vech-i hâs" (özel tarz)
tekerrür eden (tekrarlanan)
bu "hâdis" kavlidir. (sözüdür)
Ve “şart-ı hâs" (özel şart) dahî, illetin (sebebin)
umûmî olmasıdır. Zîrâ her "hâdis" olan,
(sonradan var edilen) şey "sebeb"e
muhtâçtır. Binâenaleyh (nitekim)
"sebeb", "hâdis"ten eâmdır
(daha umumidir, geneldir).
İmdi bâlâdaki
(yukarıdaki) misâl kıyâsın
(karşılaştırmanın) şekl-i
râbi'i, üzere (dörtlü şekle göre)
mürettebdir (dizilmiştir).
Ve "şekl-i râbi"' (dörtlü
şeklin) intâcı hafi (neticesi
gizli) ve gayr-ı zâhir olduğundan
(açık olmadığından) Câlinûs
ve Fârâbî ve İbni Sînâ ve İmâm Gazzâlî onu terk ve i'tibârdan
(kabullenmekten) iskât
etmişlerdir (kaçınmışlardır).
Ve şekl-i evvelin (daha
önceki şekilde) tertîbi (düzenlenmesi,
dizilmesi) nazm-ı tabîî (tabii,
normal düzen), ya'nî muktezâ-yı akl (aklın
gerektirdiği) üzere olduğundan ona "şekl-i evvel"
tesmiye olunmuştur (denilmiştir).
Ve Şeyh-i Ekber (r.a) bu delîli "şekl-i râbi"' üzere
(dörtlü şekle göre)
zikreylemişlerdir (anlatmışlardır).
Binâenaleyh (nitekim),
sâbıkan (bundan önce)
îzâh olunan (açıklanan)
kâide-i mantıkıyyeyi (mantıkı
kaideyi) irâe (göstermek)
için bu misâli "şekl-i evvel"e
(ilk şekle (akli kıyasa) redd
edelim. (geri çevirelim)
Şöyle ki "Âlem hâdistir; ve her hâdis için sebeb lâzımdır; öyle
ise âlem için sebeb lâzımdır." Şart-ı mahsûs
(belli, özel şart),
hükmün illetten (sebepten)
eâmm (daha umumi, genel)
veyâ ona müsâvî (eşit)
olması idi. Burada hüküm "âlem" için "sebeb"in
lüzûmudur; ve illet (sebep)
ise "hâdis" için "sebeb"in lüzûmudur; ve "sebeb" "hâdis”e
nisbet (alakalı) olundukta
âmmdır. (daha umumidir) /
Çünkü "sebeb" dediğimiz şey, Hak Teâlâ "Kün!" kavli
(sözü) ile, hakâyık-ı âlemin
(evrenin hakikatlerinin)
tekvînine (yaratılmasına)
emr ettiği cihetle, Hakk'a şâmildir;
(aittir) fakat bu sebeb, sebeb-i ma'nevîdir. Zîrâ
esmâ-i ilâhiyye (ilahi esmalar)
ve sıfât-ı rabbâniyye, (rabbani
sıfatlar) "âlem"den ma'dûd
(muayyen, sayılı) değildir.
Ancak, bunlar hazret-i ulûhiyyette (taayyün-i
evvel mertebesinde) mütehakkık olmak
(gerçekleşmek) için feyz-i
akdese, (zatından zatına olan
tecellisinde) ya'nî taraf-ı Rahmânîden
(Rahman tarafından) tenfise
(nefes verilmeye (açığa çıkarılmaya)
muhtaçtırlar; ve âlem, (evren)
isti'dâd-ı gaybî (bilinmeyen,
gizli istidadı) ile "Kün!"
(ol) kavlini
(sözünü, emrini) işiterek
müteessir olup, (etkilenip, tesiri
kabul edip) imtisâlenli'l-emr
(emre uyarak) mütekevvin
(oluştuğu, var) olduğu
cihetle (yönüyle) âleme
dahî şâmildir; (evreni dahi içine
alır) ve bu sebeb de, sebeb-i halkîdir.
(yaratma sebebidir) Çünkü bir
mahlûkun vücûdu, ondan evvel mahlûk olan bir mahlûkun vücûduna
nisbet olunur. (bağlantılıdır)
Misâl: Bir kimsede ressâmiyet
(resim yapma) sıfatı olunca,
bi't-tabi' (doğal olarak)
ona "ressâm" ismi verirler ve bu ismin menşei
(kökü) o sıfattır ve bu sıfat
o kimsenin zâtında mündemic (içinde
yerleşmiş) olup dıyk-ı hafâdadır
(gizlilik darlığı, sıkıntısı içindedir)
. Bu sıkıntıdan kurtulmak
için o sıfat lisân-ı hâl ile sâhibinden zuhûr
(açığa çıkmak) taleb ettikde,
(istediğinde) o ressâm
ilminde ve zihninde bir levha tasvîr eder;
(çizer, yapar) ve bu levha,
ressâmın hayâlinde müntekış (nakş
edilmiş, işlenmiş) olur. İşte bu levha-i hayâlînin
(hayalindeki bu levhanın)
tekevvününe (oluşmasına) "sebeb",
bu sıfat ve ondan münbais olan (ileri
gelen, doğan) isimdir; velâkin bu "sebeb", sebeb-i
ma'nevîdir; (manevi sebeptir)
sebeb-i halkî (yaratma sebebi)
ve maddî değildir. Vaktâki
(ne zamanki) ressâm, onun
hâriçte (dışta) vücûdunu
ızhâr (açığa çıkarmak) çin
evvelâ çerçevesini, krokisini vesâir ihzârâtını
(hazırlıklarını) yapar. Bunların hepsi müteselsilen
(birbirinin peşi sıra) o
ressâmın mahlûku olmuş olur. Ve bunlar, yine o ressamın mahlûku
olan levha-i hâricînin (levhaya
yapılan resmin) sebeb-i halkîsidir;
(yaratma sebebidir) ve
ressamın sıfatı ve ismi, o levha-i hâricîden
(hariçteki levhayla (resimle)
ma'dûd (belirlenmiş,
sınırlanmış) değildir. Yalnız o kimsenin kendi
zâtında kendi zâtı ile kendi zâtına tecellîsine muhtâçtır. Ve
onun bu tecellîsi dıyk-ı hafâda (gizlilik
darlığı, sıkıntısı içinde) kalan o sıfat ve isim için
rahmettir. Cenâb-ı Efdalü'd-Din Hâkanî ne güzel buyurur.
Rubâî:
Tercüme ve îzah: Âlem-i hikmette bizim
mevcûdiyetimizden garaz, (maksat)
esmânın mâlik (sahip)
oldukları kemâlin (mükemmelliklerin)
ızhârıdır (açığa
çıkmasıdır).
İlâhî, Senin isimlerin eşyânın (ilmi
suretlerin) vücûdunu iktizâ eder
(gerektirir, lazım kılar);
fakat sen zâtın i'tibâriyle o isimlerden ganîsin
(ihtiyacın yok, zenginsin) ve
onların zuhûr-ı kemâllerine (kemallerinin
açığa çıkmasına) ihtiyâcın yoktur. Sen ancak onları
kemîn-i hafâda (gizlilik örtüsü
altında) sıkıldıkları için, mahzâ
(sadece) haklarında bir
rahmet olmak üzere ifâza-i vücûd edip
(vücut vermekle) ızhâr
(açığa çıkarır, görünür)
eylersin.
İmdi hudûs (sonradan
yaratılmış olmak),
muhdesâtın kâffesine (sonradan
yaratılmışların hepsiyle) nisbeten
umûmîdir (geneldir (bütün
varlıklar ile alakalıdır) .
Velâkin bâlâda (yukarıda)
îzâh olunduğu (anlatıldığı)
üzere "sebeb", hudûsten eâmdır
(daha umumidir (geneldir)
. Şu halde âlemin
(evrenin) hudûsü
(yok iken yaratılması) için "sebeb"in
sübûtu, (gerçekleşmesi)
âlemin (evrenin) Allah'dan
hudûsünden daha eâmdir
(daha umumidir) .
İşte hüküm, illetten (sebepten)
eâmm (daha umumi)
olmakla, bu kıyâs (karşılaştırma)
şart-ı mahsûs üzere (belli
şarta göre) vâki'
olmuş (oluşmuş)
bulunur. Eğer zikr olunan (adı geçen,
anlatılan) kıyâsta, (karşılaştırmada)
hadd-i evsat (ortak terim)
ve illet (sebep)
olan "hâdis" kavlinden (sözünden)
biz, hudûs-i zâtî ile hâdis
(sonradan yaratılmış) olan
şeyi murâd edersek, hükme müsâvî (eşit)
olur. Çünkü her hudûs-i zâtî ile hâdis
(sonradan yaratılmış) olan
şey, kendisi için sebeb lâzım olan şeye müsâvîdir.
(eşittir) Ve eğer biz "hâdis"
kavlinden (sözünden)
hudûs-i zamânîyi murâd edersek, bâlâda
(yukarıda) zikrettiğimiz
(anlattığımız) gibi, hüküm
olan "sebeb", o hâdisten (sonradan
yaratılandan) eâmm (daha
umumi) olur. Binâenaleyh (nitekim)
her iki şıkta da "hâdis" "sebeb"in tahtına
(altına) dâhil olmuş olur. Ve
şart-ı mahsûs üzere (belirli şarta
göre) müretteb (dizilmiş)
olan bu kıyâsta (karşılaştırmada)
dahî netîce doğru çıkar.
İşte görünüyor ki, birtakım kıyâslar
(karşılaştırmalar) tertîb
edilerek (düzenlenerek)
iktisâb olunan (kazanılan, elde
edilen) ma'nâların îcâdında
(yaratılmasında) da teslîsin
(üçlünün) hükmü zâhir
oluyor (görülüyor) .
Binâenaleyh (nitekim),
ister cân'ib-i Hak'tan (Hakk
tarafından) ve ister cânib-i halktan
(yaratılmış varlık tarafından)
olsun kevnin (kainatın)
aslı teslîstir (üçlüdür).
Ve bunun için
kavminin üç gün te'hîrinde, Allah Teâlâ'nın ızhâr eylediği Sâlih
(a.s.)ın hikmeti, va'd-i gayr-i mekzûb oldu. Böyle olunca sıdkı
intâc etti. O da onları Hakk'ın onunla ihlâk eylediği sayhadır.
İmdi onlar evlerinde göğüslerini arza koymuş olduklârı halde
sabahladılar (16).
Ya'nî kevnin
(kâinatın) aslı teslîs
(üçlü) olduğu için, Hak Teâlâ
Sâlih (a.s.)’ın kavminin ihlâkını (helak
olmasını) üç gün te'hir etti
(geçiktirdi) .
Bu üç günün hitâmında (bitiminde)
O'nun va'di (mükafatlandıracağına
dair verdiği söz) sahîh (doğru)
oldu. Ve îcâd, nasıl ki teslis
(üçlünün) üzerine mebnî
(kurulmuş) ise, ihlâk
(helak olmak, öldürülmek)
dahî teslîs (üçlü) üzerine
mebnî (kurulmuş) oldu. Ve
Sâlih (a.s.) kavminin helâkı (mahvolması)
teslîs üzerine (üçlüye
göre) mebnî (bina edilmiş,
kurulmuş) olması, o hazretin
(salih a.s.’ın) hikmeti
iktizâsından (gereğinden)
idi. Zîrâ Sâlih (a.s.) zamânının İnsân-ı Kâmili olduğundan, her
ne kadar cemî'-i esmâ-i İlâhiyyeye (bütün
İlahi isimlerin) mazhar (çıktığı,
göründüğü yer) idiyse de, bu esmâdan onun üzerine
gâlib (üstün) olan ism-i
Fettâh idi ve hikmeti dahî "fütûhî" (fütûh
ile alakalı) oldu. Ve "fütûh" me'mûl olmayan
(umulmayan, beklenilmeyen)
bir şeyden bir şeyin zuhûru (görünmesi,
açığa çıkması) olduğu için, îcâdı mutazammın bulundu
(yaratmayı içine aldı, ihata etti) ve îcâd
(yaratma) dahî teslîs
(üçleme) üzerine mebnî oldu
(kuruldu) .
Binâenaleyh (nitekim)
kevnin fesâdı (bozulması)
demek olan kavminin ihlâkı
(ölmesi, helak olması) dahî
teslîs (üçlülük) üzerine
v'uku'a geldi. (gerçekleşti)
Ve Hak Teâlâ sûre-i Hûd'daki........ (Hûd. 11/65) kavli
mûcibince (sözü gereğince)
o kavmin temettû edecekleri (kazanacakları)
üç gün, ya'nî teslîs, (üçleme)
sıdkı, (doğruyu)
ya'nî netice-i sâdıkayı intâc etti
(doğru sonucu verdi) ve
netîcenin sıdkı (doğruluğu)
dahî Allah Teâlâ'nın onları ihlâk
(yok ettiği, helak) eylediği
sayhadır (çığlıktır, bağırıştır).
"Va'd-i gayr-i mekzûb" (yalanlanmamış
vaad) olan üç gün temettu'ları
(kazandıkları)
hitâm (son)
bulduktan sonra, sayhanın (çığlıkların,
bağırmaların) vukû'unu müteâkib
(olmasının arkasından) onlar,
evlerinde göğüsler arza (yere)
mülâhık (bitişik)
olduğu halde, birtakım bî-rûh (ruhsuz)
ecsâddan (cesetlerden)
ibâret olarak sabahladılar, ya'nî helâk
(öldüler, mahv) oldular.
İmdi üç günün birinci günü Sâlih (a.s.)
kavminin yüzler sapsarı, ikinci gününde kıpkırmızı ve üçüncü
gününde kapkara oldu. Böyle olunca; vaktâki üç gün kâmil oldu,
isti’dâd sahîh oldu. Binâenaleyh onlar da fesâdın günü zâhir
oldu. İmdi bu zuhûr "helâk" ile tesmiye olundu. Şu halde eşkıyâ
yüzlerinin sararması, Allah Teâlâ'nın .................(Abese,
80/38) kavlinde süadâ yüzlerinin isfârı mukâbilinde oldu. Ve "müsfire"
zuhûrdur. Nitekim sararma birinci günde Sâlih (a.s.)’ın kavminde,
şekâ alâmetinin zuhûru oldu. Ba'dehû onlar ile kaim olan kızarma
mukâbilinde, süadâ hakkında Allah Teâlâ'nın "dâhike" kavli
geldi. Zîrâ "gülme" yüzün kızarmasını tevlîd eden sebeblerdendir.
Binâenaleyh gülme, süadâda yanakların kızarmasıdır. Ba'dehû
Allah Teâlâ eşkıyâ beşeresinin siyahlıkla tağyîri mukâbilinde "müstebşire"
kavlini buyurdu ve "istibşâr" süadânın beşerelerinde sürûrun
te'sîrinden zâhir oldu. Nitekim siyahlık, eşkıyânın beşeresinde
te'sîr eyledi (17).
Ya'nî Sâlih (a.s), kavmine üç gün temettu'larını
(kazandıklarını)
va'd etmiş (söz vermiş)
idi. Bu üç günün birisinde onların yüzleri sarardı,
ikinci günü kızardı, üçünci günü karardı. Bu üç günün hitâmında
da (bitiminde de) helâk
olmağa isti'dâd sahîh (doğru,
gerçek) oldu ve bu
sûrette (şekilde) onlarda
fesâdın (bozukluğun)
vücûdu (varlığı) zuhûr etti (açığa çıktı)
. İşte bu zuhûra
(açığa çıkışa) da "helâk"
(mahvolma, ölme) denildi.
İmdi Hak Teâlâ saîd olan
(mutlu yaratılmış) kulları hakkında Abese sûre-i
şerîfesinde: ................................ (Abese, 80/38-39)
buyurdu. Eşkıyânın yüzlerinin sararması süadâ
(saidlerin, mutlu kişilerin)
hakkında buyrulan "müsfire" (zahir,
zuhur) kavline ve kızarması dahî "dâhike"
(gülen) kavline;
(sözüne) ve kararması da "müstebşire"
(müjdelenmiş, sevinmiş)
kavline (sözüne) mukâbil
(karşılık) oldu. Zîrâ
"müsfire" "süfûr"dan me'hûzdur
(alınmış, çıkarılmış) ve "süfûr" zuhûr ma'nâsınadır.
Ve süadânın (saidlerin, mutluların)
yüzlerinde eser-i saâdet
(mutluluk eseri) nasıl zâhir
(görülür) ise; Sâlih
(a.s.)’ın kavminde de, birinci günde ısfırâr
(sararma) ile alâmet-i
şekâvet (şekavetin belirtileri,
izleri) öylece zâhir oldu
(açığa çıktı, görüldü) .
Ve kezâ (böylece)
süadâ (mutlu kişiler)
handân (gülen, memnun, sevinçli)
olduklarında yanakları nasıl kızarır ise, ikinci günü
eşkıyânın yüzleri de buna mukâbil
(karşılık) olarak öylece kızardı. Ve kezâ "istibşâr",
(müjdelenmek) süadânın
(saidlerin, mutlu kişilerin)
beşeresinde (cildlerinde)
sürûrun te'siriyle (sevincin
etkisiyle) nasıl zâhir
(açık) ve te'sîr-i şâd-mânî
(sevincinin etkisi) ile
onların beşeresi (derilerinin dış
yüzü (cildleri) nasıl müteğayyir
(farklı) olur ise, eşkıyânın
beşeresinde (derilerinin dış yüzünde)
üçüncü günü zâhir olan (görülen)
siyahlık dahî buna mukâbil
(karşılık) olarak onların
beşeresini (derilerinin dış yüzünü)
tağyir eyledi (değiştirdi).
(Devam edecek)
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-22.06.2004
http://sufizmveinsan.com
|