119. Bölüm

KELİME-İ SÂLİHİYYE’DE MÜNDEMİC “HİKMET-İ               FÜTÛHİYYE”NİN BEYÂNINDA OLAN FASTIR)

İmdi "vech-i hâs" "hâdis" kavlinin tekerrür etmesi ve "şart-ı hâs" ise illetin umûm olmasıdır. Zîrâ illet, hâdisin vücûduna sebebdir ve o sebeb, ya’nî hüküm, âlemin Allah'dan hudûsünde âmmdır. Binâenaleyh, biz her hâdis üzerine onun için "sebeb" sâbit olduğuna hükmederiz; bu sebeb ister hükme müsâvî olsun, ister hüküm ondan eâmm olsun. Böyle olunca hâdis onun hükmü altına girer; netîce dahî doğru olur. Öyle ise edille ile iktisab olunan maânînin îcâdında dahî hükm-i teslis muhakkak zâhir oldu (15).

Ya'nî bâlâda (yukarıda) bir delîl tertîb olunarak (düzenleyerek) "Her hâdis (sonradan yaratılan) için sebeb lâzımdır ve âlem (evren) hâdistir (sonradan yaratılmıştır);  öyle ise âlem için sebeb lâzımdır" denilmişti ki, her iki mukaddimede (öncülde) ikişer müfred (tek) mevcûd idi; bunlar da “hâdis, sebeb;" "hâdis, âlem" kelimeleri idi. Bu müfredlerden (öncüllerden) birisi, ki "hâdis"tir ve her iki mukaddimeyi (öncülü) nikâh gibi yekdîğerine (birbirine)  rabt eder (bağlar). İşte kıyâsta (karşılaştırmada) "vech-i hâs" (özel tarz) tekerrür eden (tekrarlanan) bu "hâdis" kavlidir. (sözüdür) Ve “şart-ı hâs" (özel şart) dahî, illetin (sebebin) umûmî olmasıdır. Zîrâ her "hâdis" olan, (sonradan var edilen) şey "sebeb"e muhtâçtır. Binâenaleyh (nitekim) "sebeb", "hâdis"ten  eâmdır (daha umumidir, geneldir).

İmdi bâlâdaki (yukarıdaki) misâl kıyâsın (karşılaştırmanın)  şekl-i râbi'i, üzere (dörtlü şekle göre) mürettebdir (dizilmiştir). Ve "şekl-i râbi"' (dörtlü şeklin) intâcı hafi (neticesi gizli) ve gayr-ı zâhir olduğundan (açık olmadığından) Câlinûs ve Fârâbî ve İbni Sînâ ve İmâm Gazzâlî onu terk ve i'tibârdan (kabullenmekten) iskât etmişlerdir (kaçınmışlardır). Ve şekl-i evvelin (daha önceki şekilde) tertîbi (düzenlenmesi, dizilmesi) nazm-ı tabîî (tabii, normal düzen), ya'nî muktezâ-yı akl (aklın gerektirdiği) üzere olduğundan ona "şekl-i evvel" tesmiye olunmuştur (denilmiştir). Ve Şeyh-i Ekber (r.a) bu delîli "şekl-i râbi"' üzere (dörtlü şekle göre) zikreylemişlerdir (anlatmışlardır). Binâenaleyh (nitekim), sâbıkan (bundan önce) îzâh olunan (açıklanan) kâide-i mantıkıyyeyi (mantıkı kaideyi) irâe (göstermek) için bu misâli "şekl-i evvel"e (ilk şekle (akli kıyasa) redd edelim. (geri çevirelim) Şöyle ki "Âlem hâdistir; ve her hâdis için sebeb lâzımdır; öyle ise âlem için sebeb lâzımdır." Şart-ı mahsûs (belli, özel şart), hükmün illetten (sebepten) eâmm (daha umumi, genel) veyâ ona müsâvî (eşit) olması idi. Burada hüküm "âlem" için "sebeb"in lüzûmudur; ve illet (sebep) ise "hâdis" için "sebeb"in lüzûmudur; ve "sebeb" "hâdis”e nisbet (alakalı) olundukta âmmdır. (daha umumidir) / Çünkü "sebeb" dediğimiz şey, Hak Teâlâ "Kün!" kavli (sözü) ile, hakâyık-ı âlemin (evrenin hakikatlerinin) tekvînine (yaratılmasına) emr ettiği cihetle, Hakk'a şâmildir; (aittir) fakat bu sebeb, sebeb-i ma'nevîdir. Zîrâ esmâ-i ilâhiyye (ilahi esmalar) ve sıfât-ı rabbâniyye, (rabbani sıfatlar) "âlem"den ma'dûd (muayyen, sayılı) değildir. Ancak, bunlar hazret-i ulûhiyyette (taayyün-i evvel mertebesinde) mütehakkık olmak (gerçekleşmek) için feyz-i akdese, (zatından zatına olan tecellisinde) ya'nî taraf-ı Rahmânîden (Rahman tarafından) tenfise (nefes verilmeye (açığa çıkarılmaya) muhtaçtırlar; ve âlem, (evren) isti'dâd-ı gaybî (bilinmeyen, gizli istidadı) ile "Kün!" (ol) kavlini (sözünü, emrini) işiterek müteessir olup, (etkilenip, tesiri kabul edip) imtisâlenli'l-emr (emre uyarak) mütekevvin (oluştuğu, var) olduğu cihetle (yönüyle) âleme dahî şâmildir; (evreni dahi içine alır) ve bu sebeb de, sebeb-i halkîdir. (yaratma sebebidir) Çünkü bir mahlûkun vücûdu, ondan evvel mahlûk olan bir mahlûkun vücûduna nisbet olunur. (bağlantılıdır)

Misâl: Bir kimsede ressâmiyet (resim yapma) sıfatı olunca, bi't-tabi' (doğal olarak) ona "ressâm" ismi verirler ve bu ismin menşei (kökü) o sıfattır ve bu sıfat o kimsenin zâtında mündemic (içinde yerleşmiş) olup dıyk-ı hafâdadır (gizlilik darlığı, sıkıntısı içindedir) . Bu sıkıntıdan kurtulmak için o sıfat lisân-ı hâl ile sâhibinden zuhûr (açığa çıkmak) taleb ettikde, (istediğinde) o ressâm ilminde ve zihninde bir levha tasvîr eder; (çizer, yapar) ve bu levha, ressâmın hayâlinde müntekış (nakş edilmiş, işlenmiş) olur. İşte bu levha-i hayâlînin (hayalindeki bu levhanın) tekevvününe (oluşmasına) "sebeb", bu sıfat ve ondan münbais olan (ileri gelen, doğan) isimdir; velâkin bu "sebeb", sebeb-i ma'nevîdir; (manevi sebeptir) sebeb-i halkî (yaratma sebebi) ve maddî değildir. Vaktâki (ne zamanki) ressâm, onun hâriçte (dışta) vücûdunu ızhâr (açığa çıkarmak) çin evvelâ çerçevesini, krokisini vesâir ihzârâtını (hazırlıklarını) yapar. Bunların hepsi müteselsilen (birbirinin peşi sıra) o ressâmın mahlûku olmuş olur. Ve bunlar, yine o ressamın mahlûku olan levha-i hâricînin (levhaya yapılan resmin) sebeb-i halkîsidir; (yaratma sebebidir) ve ressamın sıfatı ve ismi, o levha-i hâricîden (hariçteki  levhayla (resimle) ma'dûd (belirlenmiş, sınırlanmış) değildir. Yalnız o kimsenin kendi zâtında kendi zâtı ile kendi zâtına tecellîsine muhtâçtır. Ve onun bu tecellîsi dıyk-ı hafâda (gizlilik darlığı, sıkıntısı içinde) kalan o sıfat ve isim için rahmettir. Cenâb-ı Efdalü'd-Din Hâkanî ne güzel buyurur.

Rubâî:

Tercüme ve îzah: Âlem-i hikmette bizim mevcûdiyetimizden garaz, (maksat) esmânın mâlik (sahip) oldukları kemâlin (mükemmelliklerin) ızhârıdır (açığa çıkmasıdır). İlâhî, Senin isimlerin eşyânın (ilmi suretlerin) vücûdunu iktizâ eder (gerektirir, lazım kılar); fakat sen zâtın i'tibâriyle o isimlerden ganîsin (ihtiyacın yok, zenginsin) ve onların zuhûr-ı kemâllerine (kemallerinin açığa çıkmasına) ihtiyâcın yoktur. Sen ancak onları kemîn-i hafâda (gizlilik örtüsü altında) sıkıldıkları için, mahzâ (sadece) haklarında bir rahmet olmak üzere ifâza-i vücûd edip (vücut vermekle) ızhâr (açığa çıkarır, görünür) eylersin.

İmdi hudûs (sonradan yaratılmış olmak), muhdesâtın kâffesine (sonradan yaratılmışların hepsiyle) nisbeten  umûmîdir (geneldir (bütün varlıklar ile alakalıdır) . Velâkin bâlâda (yukarıda) îzâh olunduğu (anlatıldığı) üzere "sebeb", hudûsten  eâmdır (daha umumidir (geneldir) .  Şu halde âlemin (evrenin) hudûsü (yok iken yaratılması) için "sebeb"in sübûtu, (gerçekleşmesi) âlemin (evrenin) Allah'dan hudûsünden daha eâmdir (daha umumidir) . İşte hüküm, illetten (sebepten) eâmm (daha umumi) olmakla, bu kıyâs (karşılaştırma) şart-ı mahsûs üzere (belli şarta göre) vâki' olmuş (oluşmuş) bulunur. Eğer zikr olunan (adı geçen, anlatılan) kıyâsta, (karşılaştırmada) hadd-i evsat (ortak terim) ve illet (sebep) olan "hâdis" kavlinden (sözünden) biz, hudûs-i zâtî ile hâdis (sonradan yaratılmış) olan şeyi murâd edersek, hükme müsâvî (eşit) olur. Çünkü her hudûs-i zâtî ile hâdis (sonradan yaratılmış) olan şey, kendisi için sebeb lâzım olan şeye müsâvîdir. (eşittir)  Ve eğer biz "hâdis" kavlinden (sözünden) hudûs-i zamânîyi murâd edersek, bâlâda (yukarıda) zikrettiğimiz (anlattığımız) gibi, hüküm olan "sebeb", o hâdisten (sonradan yaratılandan) eâmm (daha umumi) olur. Binâenaleyh (nitekim) her iki şıkta da "hâdis" "sebeb"in tahtına (altına) dâhil olmuş olur. Ve şart-ı mahsûs üzere (belirli şarta göre) müretteb (dizilmiş) olan bu kıyâsta (karşılaştırmada) dahî netîce doğru çıkar.

İşte görünüyor ki, birtakım kıyâslar (karşılaştırmalar) tertîb edilerek (düzenlenerek) iktisâb olunan (kazanılan, elde edilen) ma'nâların îcâdında (yaratılmasında) da teslîsin (üçlünün) hükmü zâhir oluyor (görülüyor) . Binâenaleyh (nitekim), ister cân'ib-i Hak'tan (Hakk tarafından)  ve ister cânib-i halktan (yaratılmış varlık tarafından) olsun kevnin (kainatın) aslı teslîstir (üçlüdür).

Ve bunun için kavminin üç gün te'hîrinde, Allah Teâlâ'nın ızhâr eylediği Sâlih (a.s.)ın hikmeti, va'd-i gayr-i mekzûb oldu. Böyle olunca sıdkı intâc etti. O da onları Hakk'ın onunla ihlâk eylediği sayhadır. İmdi onlar evlerinde göğüslerini arza koymuş olduklârı halde sabahladılar (16).

Ya'nî kevnin (kâinatın) aslı teslîs (üçlü) olduğu için, Hak Teâlâ Sâlih (a.s.)’ın kavminin ihlâkını (helak olmasını) üç gün te'hir etti (geçiktirdi) . Bu üç günün hitâmında (bitiminde) O'nun va'di (mükafatlandıracağına dair verdiği söz) sahîh (doğru) oldu. Ve îcâd, nasıl ki teslis (üçlünün) üzerine mebnî (kurulmuş) ise, ihlâk (helak olmak, öldürülmek) dahî teslîs (üçlü) üzerine mebnî (kurulmuş) oldu. Ve Sâlih (a.s.) kavminin helâkı (mahvolması) teslîs üzerine (üçlüye göre) mebnî (bina edilmiş, kurulmuş) olması, o hazretin (salih a.s.’ın) hikmeti iktizâsından (gereğinden) idi. Zîrâ Sâlih (a.s.) zamânının İnsân-ı Kâmili olduğundan, her ne kadar cemî'-i esmâ-i İlâhiyyeye (bütün İlahi isimlerin) mazhar (çıktığı, göründüğü yer) idiyse de, bu esmâdan onun üzerine gâlib (üstün) olan ism-i Fettâh idi ve hikmeti dahî "fütûhî" (fütûh ile alakalı) oldu. Ve "fütûh" me'mûl olmayan (umulmayan, beklenilmeyen) bir şeyden bir şeyin zuhûru (görünmesi, açığa çıkması) olduğu için, îcâdı mutazammın bulundu (yaratmayı içine aldı, ihata etti) ve îcâd (yaratma) dahî teslîs (üçleme) üzerine mebnî oldu (kuruldu) . Binâenaleyh (nitekim) kevnin fesâdı (bozulması) demek olan kavminin ihlâkı (ölmesi, helak olması) dahî teslîs (üçlülük) üzerine v'uku'a geldi. (gerçekleşti) Ve Hak Teâlâ sûre-i Hûd'daki........ (Hûd. 11/65) kavli mûcibince (sözü gereğince) o kavmin temettû edecekleri (kazanacakları) üç gün, ya'nî teslîs, (üçleme) sıdkı, (doğruyu) ya'nî netice-i sâdıkayı intâc etti (doğru sonucu verdi) ve netîcenin sıdkı (doğruluğu) dahî  Allah Teâlâ'nın onları ihlâk (yok ettiği, helak) eylediği sayhadır (çığlıktır, bağırıştır). "Va'd-i gayr-i mekzûb" (yalanlanmamış vaad) olan üç gün temettu'ları (kazandıkları) hitâm (son) bulduktan sonra, sayhanın (çığlıkların, bağırmaların) vukû'unu müteâkib (olmasının arkasından) onlar, evlerinde göğüsler arza (yere) mülâhık (bitişik) olduğu halde, birtakım bî-rûh (ruhsuz) ecsâddan (cesetlerden) ibâret olarak sabahladılar, ya'nî helâk (öldüler, mahv) oldular.

İmdi üç günün birinci günü Sâlih (a.s.) kavminin yüzler sapsarı, ikinci gününde kıpkırmızı ve üçüncü gününde kapkara oldu. Böyle olunca; vaktâki üç gün kâmil oldu, isti’dâd sahîh oldu. Binâenaleyh onlar da fesâdın günü zâhir oldu. İmdi bu zuhûr "helâk" ile tesmiye olundu. Şu halde eşkıyâ yüzlerinin sararması, Allah Teâlâ'nın .................(Abese, 80/38) kavlinde süadâ yüzlerinin isfârı mukâbilinde oldu. Ve "müsfire" zuhûrdur. Nitekim sararma birinci günde Sâlih (a.s.)’ın kavminde, şekâ alâmetinin zuhûru oldu. Ba'dehû onlar ile kaim olan kızarma mukâbilinde, süadâ hakkında  Allah Teâlâ'nın "dâhike" kavli geldi. Zîrâ "gülme" yüzün kızarmasını tevlîd eden sebeblerdendir. Binâenaleyh gülme, süadâda yanakların kızarmasıdır. Ba'dehû Allah Teâlâ eşkıyâ beşeresinin siyahlıkla tağyîri mukâbilinde "müstebşire" kavlini buyurdu ve "istibşâr" süadânın beşerelerinde sürûrun te'sîrinden zâhir oldu. Nitekim siyahlık, eşkıyânın beşeresinde te'sîr eyledi (17).

Ya'nî Sâlih (a.s), kavmine üç gün temettu'larını (kazandıklarını) va'd etmiş (söz vermiş) idi. Bu üç günün birisinde onların yüzleri sarardı, ikinci günü kızardı, üçünci günü karardı. Bu üç günün hitâmında da (bitiminde de) helâk olmağa isti'dâd sahîh (doğru, gerçek) oldu ve bu sûrette (şekilde) onlarda fesâdın (bozukluğun) vücûdu (varlığı) zuhûr etti (açığa çıktı) .  İşte  bu zuhûra (açığa çıkışa) da "helâk" (mahvolma, ölme) denildi.

İmdi Hak Teâlâ saîd olan (mutlu yaratılmış) kulları hakkında Abese sûre-i şerîfesinde: ................................ (Abese, 80/38-39) buyurdu. Eşkıyânın yüzlerinin sararması süadâ (saidlerin, mutlu kişilerin) hakkında buyrulan "müsfire" (zahir, zuhur) kavline ve kızarması dahî "dâhike" (gülen) kavline; (sözüne) ve kararması da "müstebşire" (müjdelenmiş, sevinmiş) kavline (sözüne) mukâbil (karşılık) oldu. Zîrâ "müsfire" "süfûr"dan me'hûzdur  (alınmış, çıkarılmış) ve "süfûr" zuhûr ma'nâsınadır. Ve süadânın (saidlerin, mutluların) yüzlerinde eser-i saâdet (mutluluk eseri) nasıl zâhir (görülür) ise; Sâlih (a.s.)’ın kavminde de, birinci günde ısfırâr (sararma) ile alâmet-i şekâvet (şekavetin belirtileri, izleri) öylece zâhir oldu (açığa çıktı, görüldü) . Ve kezâ  (böylece) süadâ (mutlu kişiler) handân (gülen, memnun, sevinçli) olduklarında yanakları nasıl kızarır ise, ikinci günü eşkıyânın yüzleri de buna mukâbil (karşılık) olarak öylece kızardı. Ve kezâ "istibşâr", (müjdelenmek) süadânın (saidlerin, mutlu kişilerin) beşeresinde (cildlerinde) sürûrun te'siriyle (sevincin etkisiyle) nasıl zâhir (açık) ve te'sîr-i şâd-mânî (sevincinin etkisi) ile onların beşeresi (derilerinin dış yüzü (cildleri) nasıl müteğayyir (farklı) olur ise, eşkıyânın beşeresinde (derilerinin dış yüzünde) üçüncü günü zâhir olan (görülen) siyahlık dahî buna mukâbil (karşılık) olarak onların beşeresini (derilerinin dış yüzünü) tağyir eyledi (değiştirdi).

(Devam edecek)

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-22.06.2004
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail