KELİME-İ SÂLİHİYYE’DE MÜNDEMİC
“HİKMET-İ
FÜTÛHİYYE”NİN
BEYÂNINDA OLAN FASTIR
Mesnevî:
Tercüme ve îzâh: "Mâdemki renksizlik rengin esîri oldu, Mûsâ
Mûsâ ile cenkte (savaşta)
oldu.” "Renksizlik" ıtlâk (kayıtsızlık)
ve vahdet-i sırftır (sırf
tekliktir). "Renk"
âlem-i takayyüdât-ı şuûnât (âlemin
işleri ile uğraşmak) demektir. "Mûsâ ile Mûsâ"dan
murâd, kisve-i taayyüne (taayyün
elbisesine) bürünüp, zâhir olmuş
(açığa çıkmış) olan herhangi
bir şahıstır ki, bir şahıs diğer bir şahıs ile münâzaa
(münakaşa) ve mücâdelededir,
demek olur. Ya'nî Hakk'ın şuûnât-ı zâtiyyesi
(Zât’ına ait işleri , fiilleri)
olan sıfât ve esmâ, Zât-ı ahadiyyetinde
(ahad olan zatında) mahv
(yok olmuş) ve müstehlek
(helak olmuş) iken, bu
şuûnât-ı Zâtiyye (Zât’ının fiilleri,
işleri) mertebe-i vâhidiyyette
(taayyün-i sânî mertebesinde)
yekdîğerinden (birbirlerinden)
ilmen mümtâz (ayrılmış)
ve ayn-ı sâbitelerinin (ilmi
suretlerinin) sûreti üzere vücûd-ı hâricîde
(dünyada) müteayyin oldular
(bellilik kazanıp, meydana çıktılar).
Ve bu şuûnâtın (işlerin)
her biri yekdîğerine (birbirlerine)
zıt olan ahkâmı (hükümleri,
emirleri) câmi' olduklarından,
(kendilerinde topladıklarından)
onların vücûd-ı hâricîde (dünyada)
müteayyin olan (belirlilik
kazanan) sûretleri arasında, bu tezâd
(zıtlık) sebebiyle kavgalar
zuhûra geldi. Binâenaleyh (nitekim),
Mûsâ (a.s) ile, bir adı Mûsâ olan Sâmirî arasında
nizâ' (münakaşa, kavga)
hâsıl oldu.
Mesnevî:
Tercüme ve îzâh: "Vaktâki (ne zaman
ki) renksizliğe (sırf
vahdete) vâsıl olasın (ulaşasın)
ki, o sende vardı, Mûsâ Fir'avn ile sulh
(barış) tutarlar." Ya'nî
vaktâki (ne zaman ki)
teemmül (iyi düşünerek)
ve tefekkür ve keşf-i sahîh (tam
gerçek keşifle) ve şuhûd
(müşahede) ile renksizliğe vâsıl olasın
(ulaşasın) ve âlem-i ıtlâkı
(kayıtsızlık âlemini (Zât
mertebesini) mülâhaza (iyice
düşünesin, dikkât) edesin ki, sen mukaddemâ,
(daha önce) ya'nî bu kisve-i
taayyüne (suretlenmezden, taayyün
elbisesine) bürünmezden evvel, o âlem-i ıtlâkta
(kayıtsızlık âleminde, Zât’ta)
idin, Mûsâ (a.s.) ile Fir'avn arasında kavga olmayıp belki
sulh ve dostluk olduğunu görürsün. Zîrâ beynlerinde
(aralarında) zıddıyyet olan
bu a'yân-ı hâriciyye (açığa çıkmış
varlıklar),
a'yân-ı sâbitelerinin (ilmi
suretlerinin) ve a'yân-ı sâbiteleri
(ilmi suretleri) dahi",
Hakk'ın niseb (sıfatları)
ve şuûn-i Zâtiyyesinin (Zât’ının
işlerinin, fiillerinin)
sûretleridir. Şuûn-i Zâtiyye
(Zât’ın işleri) ise mertebe-i ahadiyyette
(Zât’ta) mahv
(yok) ve müstehlek
(helak) olup aralarında
temâyüz (üstünlük) ve
ihtilâf (anlaşmazlık)
yoktur. Cümlesi (bütün hepsi)
o mertebede müttehıddir (birleşmiş,
bir olmuştur) .
Mesnevî:
Tercüme ve îzâh: "Eğer bu nükte (ince
mana) üzerine sana suâl etmek dâiyesi
(arzusu) gelirse ki, renk ne
vakit kıyl u kâlden hâlî (dedikodusuz)
olur?" Ya'nî, hem zıddıyet ve hem de ittihâd,
(birleşme, bir olma) bu
nasıl şeydir? diye suâl edip dersen ki: Renk, ya'nî ihtilâf
(farklılık, aykırılık),
dedikodudan hiç hâli
(dedikodusu
yapılmadan hiç) olur
mu? Ve onlarda ihtilâf (farklılık,
uyuşmazlık) mevcûd iken ittihâd ederler mi?
(bir olur, birleşirler mi?)
Mesnevî:
Tercüme: "Bu acîbdir (şaşılacak
şeydir) ki, bu renk renksizden sudûr etsin
(çıksın),
renk renksiz ile nasıl
cenge (kavgaya) kıyâm
etti (kalkıştı) ?
" Bu da sûaldendir, ya'nî bu, rengin renksizden
sudûru (çıkışı) ve sonra
da kavgaya kıyâmı (kalkışması)
acîb (şaşılacak)
bir şeydir, nasıl olur?
Mesnevî:
Tercüme ve îzâh: (Açıklaması)
Hz. Mevlânâ (r.a.) bu suâle (soruya)
cevâben (cevap olarak)
misâl îrâd edip (getirip)
buyururlar kî: "Yağın aslı sudan ziyâde
olur. Ba'dehû
(daha sonra) su ile nasıl
zıt olur? Mâdemki yağı sudan yoğurmuşlardır, su yağ ile niçin
zıt olmuşlardır? Ve mâdemki gül dikenden ve diken de güldendir,
niçin her ikisi cenkte (kavgada)
ve muhâlefet (zıtlık)
içindedir?" Ya'nî zeytin ağacı, ...............................
(Enbiyâ, 21/30) âyet-i kerîmesi mûcibince
(gereğince) her şey gibi
sudan neşv ü nemâ (yetişip gelişir)
ve hayât bulur ve onun semeresi
(meyvası) olan zeytin
yetişir; ondan yağ çıkarılır; sudan hayât bulmuş iken
âkıbetü'l-emr (işin sonunda)
ona zıt olur ve bir türlü su ile ittihâd edemez
(birleşemez, bir olamaz).
Ve kezâ gül ve diken bir
asıldan çıkmıştır; niçin hükümleri başka başkadır? İşte bu hâl
onların taayyünleri (meydana
gelişleri, oluşları) ve takayyüdleri
(bağlılıkları, kayıtlılıkları)
icâbıdır. Mutlakıyyet (kayıtsızlık),
mukayyediyyetin (kayıtlılığın)
esîri olunca kavga ve nizâ'
(münakaşa, çekişme) zâhir
olur (görülür) .
Mesnevî:
Tercüme: "Yâhut bu cenk değildir, hikmet içindir. Eşek
satanların kavgası gibi, san’attır. Yâhut ne budur, ne de odur;
"hayranlık"tır. Sen hazîneyi tâleb et! Hazîne vîranlıktadır."
Îzâh: Yâhut bu müteayyinâtın (meydana
çıkmışların) aslı bir olduğu halde, yekdîğeriyle
(birbirleriyle) nizâ'
(kavga, münakaşa) etmeleri
cenk (savaş) değildir,
bir hikmete mebnîdir (dayalıdır).
Nitekim, har-furûş olan
(eşek satan) dellâllar
sûretâ (görünüşte) nizâ'
eder (çekişip kavga eder)
gibi görünüyorlar; fakat bu nizâ'
(münakaşa, çekişme) değil,
san'atlarının iktizâsıdır (yaptıkları
işin gereğidir). Yâhut
taayyünâtın (meydana çıkmışların)
bu tezâdı (zıtlığı)
ne cenktir (savaştır)
ve ne de har-furûşların (eşek
satıcıların) san'atı gibi bir hikmete müsteniddir
(dayalıdır) ;
belki "hayranlık"tır. Sen mir'ât-ı a'yânda
(a’yân aynalarında)
müşâhede-i Hakk'ı (Hakk’ı seyretmeyi)
taleb et (iste)
! Zîrâ şuhûd-ı Hak
(Hakk’ı görmek)
hayranlıktadır ve bu hayranlık hayret-i mahmûdedir
(beğenilen, övülen hayrettir).
Nitekim (s.a.v ) Efendimiz Hazretleri: buyurmuşlardır.
Ma'lûm olsun ki, Hakk'ın sıfâtı şuûnât-ı Zâtiyyesidir
(Zât’ın işleri fiilleridir).
Ve bu şuûnât (işler,
fiiller) mertebe-i Zât’ta mahv
(yok) ve müstehlek
(helak) olup yekdîğerinden
(birbirlerinden)
mütemâyiz (üstün)
değildir. Fakat Hak, mertebe-i
vâhidiyyet olan mertebe-i sıfâta (sıfat
mertebesine) tenezzül buyurdukda
(indiğinde),
onların sûretleri ilm-i
Hak'ta (Hakk’ın ilminde)
mutasavver (tasarlanmış, düşünülmüş)
ve yekdîğerinden (birbirlerinden)
mümtâz (ayrı, üstün
tutulmuş) olurlar. Ve bu âlem-i kesîf-i şehâdette
(içinde bulunduğumuz madde aleminde)
zâhir olan (görülen)
suver-i taayyünât (açığa
çıkmış suretler) ise onların sûretleridir. Vücûd-ı
mutlakın (mutlak vücudun, zatın)
tenezzülâtı, (inişi)
ancak kemâl-i esmâîden (esmaların
kemallerinden) ibâret olan kemâl-i celâ
(zatından zatına nüzül) ve
isticlâdır. (taayünatında,
birimlerde açığa çıkmasıdır) "Kemâl-i celâ"
(bulunduğu mertebeden ayrılması,
zatından zatına nüzülü) vücûd-i mutlakın
(mutlak vücut sahibi, zatın)
cemî-'i şuûn-ı ilâhiyye (bütün
ilahi işler) ve kevniyyede
(evrende) ezelen ve ebeden
zuhûrudur. (görünmesi, açığa
çıkmasıdır) Ve "kemâl-i isticlâ"
(taayyünatında, birimlerde açığa
çıkması) dahî vücûd-ı mutlakın
(mutlak zatın) kendisini, bu
şuûnât (işler) hasebiyle
şuhûdudur. (görünmeleridir)
Binâenaleyh (nitekim)
o zuhûr, (meydana çıkma)
Şeyh Sadreddin Konevî hazretlerinin tahkîki vech ile,
(tahkikine, araştırmasına göre)
mücmelin (hülâsanın, özün)
mufassalda, (tafsilatta,
detayda) vâhiddin (tekin)
kesrette (çoklukta)
ve çekirdeğin ağaçta zuhûru
(meydana çıkması) gibi,
şuhûd-ı aynî-i ayânîdir. (kendi
kendini seyirdir) Ve
Şeyh Abdürrezzâk Kâşâni hazretleri Istılâhât-ında
buyururlar ki: "Celâ, zât-ı mukaddesenin
(mukaddes zatın) kendi
zâtında, kendi zâtı için zuhûrudur.
(açığa çıkmasıdır) Ve isticlâ ise, kendi
taayyünâtında kendi zâtı için zuhûrudur." Bu tafsîlâttan
anlaşılır ki, mezâhirde (görüntü
yerlerinde) olan ihtilâf
(farklı olma, aykırılık) ve nizâ'
(çekişme, münakaşa) esmâ
beynindeki (arasındaki)
tezâd (zıtlık) ve
teğâyürdendir; (başkalaşımındandır)
ve bu tezâd (zıtlık)
ve tegâyür (değişim)
ise emr-i i'tibârîdir. (gerçekte
olmayıp var kabul edilen hususlardır) Zîrâ cümlesi
(hepsi) ayn-ı vâhidede
(tek hakikatte) muzmahildir
(çökmüş, yok olmuştur) ve
saâdet (mutluluk) ve
şekâvet (mutsuzluk) emr-i
nisbîdir (görelidir, bir şeye göre
olandır) . Hakîkatte
şakî ile saîd müttehıddir (birleşmiştir,
birdir) .
Nitekim, Hz. Mevlânâ (r.a.) Mesnevî'lerinde buyururlar:
Tercüme: "Bu ben ve biz dediğimiz taayyünâtı
(meydana çıkan birimleri)
kendin ile hizmet oyununu oynamak için düzdün. Bu ben ve sen
taayyünâtı ittihâd (birleştirip, bir)
edip; âkıbetü'l-emr (işin
sonunda) müstağrak-ı cânân olalar.
(cananda gark olsunlar, boğulsunlar) "
Ve'l-hâsıl bu mezâhir-i müteayyine (açığa
çıkmış görüntü yerleri, birimler) Hakk'ın mir'âtıdır
(aynasıdır) .
Hak onlarda esmâsıyla meşhûddur
(görülür) . Binâenaleyh
(nitekim) bu tezâdı
(zıtlıkları) görüp "hayret"te
kal ve bu şuûnât (işler, fiiller),
Zât-ı Hakk'ın muktezâsı (gerekleri)
olduğunu bilip deryâ-yı ma'rifete
(marifet denizine, ilim denizine)
dal!
İntihâ: 13 Teşrîn-i evvel 332; 28 Zilhicce 334 Perşembe gecesi,
sâat 4,5.
---İkinci cildin sonu ---
( Devam edecek)
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-13.07.2004
http://sufizmveinsan.com
|