123. Bölüm

KELİME-İ SÂLİHİYYE’DE MÜNDEMİC “HİKMET-İ FÜTÛHİYYE”NİN BEYÂNINDA OLAN FASTIR


“Hikmet-i kalbiyye"nin (kalb ile ilgili hikmetin) Şuayb (a.s.)’a tahsîsindeki (ayrılmasındaki) sebeb budur ki: "Kalb”, ism-i Adl'in (adl esmasının) mazharıdır (göründüğü mahaldir) ve bedenin sebeb-i i'tidâli (dengeli olma sebebi) ve nefsin bâis-i adâletidir (adelet sebebidir) ve feyz kalbden inbiâs edip (doğup) aktâr-ı sûrete (suret tarafına) yayılır ve kâffe-i a'zâya (bütün uzuvlara, organlara) müsâvâten (eşit olarak) dağılır ve sûret kalb ile bakâ (sebat, devamlılık) bulur ve kuvâ-yı rûhâniyye ve nefsâniyyenin (ruhi ve nefsi güçlerin) mecma'ıdır (kavuştuğu, birleştiği noktadır) ve zâhir (görülen (beden) ile bâtın (görünmeyen (ruh) arasında berzahtır (ara geçittir) ve şuab (şubeleri, kolları) ve netâyici (neticeleri, sonuçları) çoktur ve "Allah" ism-i câmi'ine (bütün isimleri kendinde toplamış olan Allah ismine) muzâhîdir (benzeyendir, müşabihdir). Nitekim, Hakîm Senâî hazretleri Zâdü's Sâlikîn'de buyururlar.  

Beyt:

Tercüme: "Yakînen (tam, kesin olarak) bil ki, câm-ı Cem (“Cem”in sihirli kadehi) dedikleri, senin kalbindir. Şâdi (sevincin) ve gamın (üzüntünün) müstakarrı (karargâhı, yerleştiği yer) senin kalbindir. Eğer cihânı (kâinatı) görmek temennîsinde (dileğinde) isen, kâffe-i eşyâyı (bütün şeyleri (varlıkları) o kalb içinde görmek mümkündür. Baş gözü kalıb-i unsûriyi (maddeleşmiş şeyleri) görür, sır olan şeyi ancak kalb gözü görür. Evvelâ kalb gözünü aç, ba'dehû (daha sonra) bütün eşyâyı (şeyleri (varlıkları) temâşa et (seyret)! "

Şuayb (a.s.) dahi, kesîrü'n-netâyic ve'l-evlâd (neticeleri ve çoçukları çok) idi ve maânî-i külliyye (manaların tamlığının, bütünlüğünün) ve cüz'iyyenin (kısımlarının) şâhidi olduğu halde makâm-ı kalbîde (kalp makamında) olup, ahlâk-ı İlâhiyye ile (Allah’ın ahlakıyla) mütehallık (ahlaklanmış) ve "Allah" ism-i câmi'inin (bütün isimleri toplayan Allah isminin) mazharı (göründüğü, çıktığı yer) olan bir İnsân-ı Kâmil idi. Ve onun üzerine sıfât-ı kalbiyye (kalbi sıfatlar) gâlib (üstün) olmakla Kur'ân-ı Kerim'de buyrulduğu üzere Medyen ehline: (En'âm, 6/152) Ya'nî "Ey ahâlî! Adl (adelet) ile kileyi (ölçüyü) (40 kg. hububat ölçüsü) tamam ölçün ve terâzîyi tamam tartın! Ve nâsın (insanların) hakkı olan eşyâlarını noksan vermeyin ve yeryüzünde nâsın (insanların) hukûkunu naks (noksan, eksik) ile fesâd (kötülük) edenlerden olmayın!" derdi. İşte Şuayb (a.s.) ile "kalb" arasında sâbit (mevcut) olan münâsebât-ı mezkûreye (anlatılan münasebetlere) binâen (dayanarak) Hz. Şeyh (r.a.) "hikmet-i kalbiyye"yi (kalbin hikmetini, sırrını) , Kelime-i Şuaybiyye'ye (Şuayb kelimesine) tahsîs eyledi (ayırdı, mahsus kıldı) ve fütûhât-ı İlâhiyye (İlâhi fetihler, ‘açılımlar’) kâmilin kalbinde hâsıl  olduğuna (türediğine) işâreten, bu hükmünü, Kelime-i Sâlihiyye'ye (Salih kelimesine) mukarin (yakın, bitişik) olan " hikmet-i fütûhiyye" (fetihlerin hikmetini (açılımların sırrını) akîbinde (hemen arkasında) zikretti (anlattı).

 Ma'lûmun olsun ki kalb, ya'nî ârif-i billâhın kalbi, rahmet-i İlâhiyye’dendir ve ondan daha geniştir. Zîrâ o, Hak Celle Celâluhû hazretlerini sığdırır. Halbuki, Hakk'ın rahmeti, Hakk'a vâsi' değildir ( 1).

"Kalb"den murâd, ârif-i billah olan (Allah’ı bilen, Allah ile bilen) insân-ı kâmilin kalbidir; zîrâ o kalb ona, rahmet-i mahzadan (eksiksiz, tam rahmetten (Allah’tan) verilen atıyye-i İlâhiyye’dendir (İlâhi ihsanlardandır). Ve "rahmet" ise sıfât-ı İlâhiyye’den (İlâhi sıfatlardan) bir sıfat olduğundan,  kâffe-i esmâ ve sıfât-ı İlâhiyyenin (bütün İlâhi isim ve sıfatların) hey'et-i mecmûası (bütün hepsi) ona sığmaz; fakat insân-ı kâmil, cemî'-i esmâyı câmi' (bütün isimleri cem etmiş, toplamış) olan "Allah" isminin mazharı (göründüğü mahal) olduğundan; bu heyet-i mecmûa (bunların bütün hepsi) ona sığar. Binâenaleyh (nitekim) Hak ancak ârif-i billah olan (Allah’ı Allah ile bilen) insân-ı kâmilin kalbine sığar ve ba'zı esmâyı ârif olan (bilen) kulûb-ı cüz'iyyeye (İlâhi isimlerin sadece bazılarını bilen kalplere) ve gayr-ı ârifın (bilgisizlerin) ve âsînin ve câhilin ve şakînin (cehennemliklerin) kalblerine sığmaz: Nitekim, hadîs-i kudsîde buyrulur: Ya'ni "Ben arzıma  (yerime) ve semâma (göğüme) sığmadım;  fakat takî (takva sahibi, çekinen, korunan) ve nakî (temiz, pak) olan mü'min kulumun kalbine sığdım." Binâenaleyh (nitekim) kalb ancak insân-ı kâmilin kalbidir. Gayr-ı ârifin (arif olmayanların) kalbine kalb denilmesi mecâzendir (benzetme yoluyladır), hakîkaten değildir.

Beyt:

Tercüme: "Kalb dediğimiz şey rabbânî olan bir mahall-i temâşadır (seyir mahallidir). Sen şeytanın evine niçin kalb diyorsun? O senin mecâzen (benzeterek) kalb adını verdiğin şeyi, git de  mahalle köpeklerinin önüne at! "

Bu, işâret bâbından lisân-ı umûmdur; zîrâ Hak, râhimdir, merhûm değildir. Böyle olunca onun hakkında rahmet için hüküm yoktur. Lisân-ı husûstan işârete gelince: Allah Teâlâ nefsini "nefes"le vasf eyledi, o da tenfîsdendir (2).

Ya'nî Hakk'ın rahmetine sığmaması, umûm halâikın (genelde her insanın) ve ulemâ-i zâhirin (zahir âlimlerin) lisânıdır; ve onların mu'tekadlerine (inandıkları şeye) işârettir. Zîrâ, onların indinde (düşüncelerinde) Hak, mutlaka rahimdir; hiçbir vech ile merhûm (rahmetlenen, rahmeti kabul eden) değildir. Binâenaleyh (nitekim) onlara göre, Hak hakkında rahmet vukû'u (olması) ihtimâli yoktur. Fakat havâssın (seçkinlerin) ve muhakkıkînin (tahkik ehlinin) husûsî olan lisânına gelince: Hak, hem "râhim"dir, hem de "merhûm"dur (rahmeti kabul edendir). Çünkü gayr (başka) yoktur ve âlem denilen a'yân (görünenler, meydana çıkmışlar),  Hakk'ın aynıdır. Böyle olunca Hak, ancak kendi nefsine rahmet eder; makâm-ı cem'-i ahadiyyette (her şeyin birleştiği, bir olduğu, teklik mertebesinde) râhimdir; makâm-ı tafsîlde (teferuatta, ayrıntıda, şehadet aleminde) ve kesrette (çoklukta) ise merhûmdur (rahmeti kabul edendir).  Zîrâ a'yân-ı kevniyye (kozmik âlem) a'yân-ı sâbitenin (ilmi suretlerin) ve a'yân-ı sâbite (ilmi suretler) dahî esmâ-i İlâhiyye’nin (İlâhi esmanın (uluhiyet mertebesindeki esmanın) sûretleridir. Esmâ-i İlâhiyye (İlâhi esma) ise, Zât-ı Ahadiyyette (Zat mertebesinde) adem (yokluk) sıkıntısı içinde idi. Bu sıkıntıdan kurtulmak için, onlar zuhûru (meydana çıkmayı) taleb ettiler (istediler) . Zât-ı ahadi (mutlak Zat) dahi onları ketm-i ademden, (bütün mahlukların ilki olan cevher, taayyün-i evvel mertebesiden) nefes-i rahmânîsi (rahman olan nefesi) ile zâhire (meydana) ihrâc eyledi (çıkardı). Nitekim, Hak Nebiyy-i zîşânının (şerefli Peygamberinin) lisânıyla kendi nefsini "nefes" ile vasf etti (vasıflandırdı). Zîrâ (Necm, 53/3) âyet-i kerîmesinde beyân buyrulduğu (açıklandığı) üzere lisân-ı Resûl (Peygamberin dili) ile hadîs-i şerîfini kâil olan (söyleyen) Hak'tır ve bu sûretle nefsini "nefes" ile vasf etmiş (sıfatlandırmış) olur. Ve "nefes", tenfîsten (nefeslendirmekten, nefes vermekten) me'hûzdur (alınmıştır, çıkarılmıştır).  Ve "tenfîs"in ma'nâsı, müteneffısin (soluyanın, teneffüs edenin) sıkıntıyı def etmek için bâtındaki (içindeki) sıcak havayı hârice (dışarı) çıkarıp soğuk havayı içeriye almasıdır. İmdi esmâyı, adem muzâyakasından (yokluk halindeki sıkıntıdan) nefes-i rahmânî  ile ihrâc, (rahmanın nefes vermesi, ilmi suretlerin vahidiyyet mertebesinde açığa çıkması) rahmettir. Binâenaleyh (nitekim) Hakk'ın rahmeti Hakk'a vâsi' (geniş) olur. Ve eğer bir kimse diyecek olursa ki mahz-ı zât için (sırf Zat’ta, Zat mertebesinde) taleb (istek) yoktur; belki zât için taleb (istek) vech-i esmâ iledir (esma yoluyladır).  Bu halde rahmet Zât’a şâmil olmaz (Zat’ı içine almaz).  Cenâb-ı Şeyh (r.a.)  bu suâle cevâben buyururlar ki:

 Ve tahkîkan esmâ-i İlâhiyye müsemmânın aynıdır ve onun gayrı değildir ve tahkîkan esmâ, hakâyıktan verdiği şeye tâlibdir. Halbuki esmânın taleb ettiği hakâyık; âlemden gayrı değildir. Böyle olunca ulûhiyyet me'lûh ister; rubûbiyyet dahi merbûb ister ve illâ onun için ayn yoktur. Ancak vücûden ve takdîren onun ile vardır. Ve Hak zâtı haysiyyetinden âlemlerden ganidir ve halbuki bu hüküm, rubûbiyyet için yoktur. İmdi emr,  rubûbiyyetin taleb ettigi şey beyninde ve zâtın âlemden gani olmaktan müstehak olddğu şey beyninde bâki kaldı. Ve halbuki rubûbiyyet, hakîkat ve  ittisâf üzere, bu zâtın aynından gayrı değildir (3).

Ya'nî esmâ, Zât’a delâleti i'tibâriyle (işaret etmesi bakımından) ve zâtın dahî ahadiyyeti (salt, sırf, tekliği) haysiyyetiyle (bakımından), müsemmânın (isimlenenin (birimin) aynıdır ve müsemmâ (isimlenen (birim) ancak hüviyyet-i Hakk'ın (hakk’ın zatının) aynıdır. Ve esmâ, kendilerinin muktezayâtından (gereklerinden) olan hakâyık-ı kevniyyenin (kevni hakikatlerin, ‘ilmi suretlerin’) zuhûrunu (açığa çıkmasını) ister ki, bu hakâyık (hakikâtler, manalar) esmâ hazînelerinde (esmanın kendi istidatlarında) bi'l-kuvve (potansiyel güç olarak) mevcûddur ve halbuki esmânın zuhûrunu (açığa çıkmasını) istediği hakâyık (hakikatler, manalar), âlemden başka bir şey değildir. Çünkü ma'nâ sûretsiz (şekilsiz) zâhir olmaz (görülmez). Binâenaleyh (nitekim) ulûhiyyet (Allah) me'lûh (kul, ‘esma ve sıfatları’) ve rubûbiyyet (rablık ‘esma’) dahi merbûb (kul, ‘terkibiyet’) ister. Ve aksi halde ulûhiyyet (teklik mertebesi) ve rubûbiyyet (rablık) (esma mertebesi) için ayn (açığa çıkmak, aşıkâr olmak) sâbit olmaz. Bunların vücûden (vücut olarak) ve takdîren (takdir ederek),  ya'nî aynen (birimin kendisi olarak) ve zihnen (zihinsel olarak) sübûtu, (çıkışı) ancâk me'lûh (kul, ‘esma ve manalar’) ve merbûb (kul, ‘terkibiyet’) ile olur. Ve Hak Teâlâ min-haysü'z-zât (Zat’ı bakımından) âlemlerden ganî (zengin) ise de, bu hükm-i gınâ, (zenginlik hükmü) rubûbiyyet (rablık,’ esma’) için sâbit (mevcut) değildir. Zîrâ zât-ı ahadiyyette (Zat mertebesine) isim ve resim ve na't (nitelik) ve sıfat yoktur. Fakat rubûbiyyet, (rablık, ‘esma mertebesi’) mütehakkık olmak (gerçekleşmek, meydana çıkmak) için bir mazhar (görüneceği bir mahal) ister ki, o da âlemdir (evrendir). Binâenaleyh (nitekim) âlemlerden ganî (zengin) değildir. Bu sûrette emr (hususlar, işler), bu iki şey arasında bâkî kaldı. Ya'nî Hak, zâtı haysiyyetiyle (bakımından) âlemlerden ve esmâdan ganîdir (zengindir); velâkin rubûbiyyet haysiyyetiyle (rablığı (esması bakımından) değildir. Ve rubûbiyyet ise hakîkatte ve ittisâfda (sıfatlarda), âlemlerden ganî (zengin) olan  bu zâtın aynından (kendisinden) gayri (başka) değildir. Çünkü rubûbiyyet dahi, zâtın aynı olan bir nisbettir. (niteliktir, vasıftır) Şu halde Rab (esma) nisbet (sıfatlar, özellikler) i'tibâriyle (bakımından) zâtın aynıdır; ve zât, sıfat-ı rubûbiyyet (rububiyet sıfatı, esmaların özellikleri) ile zâhir olur. (açığa çıkar, görülür)

İmdi vaktâki emr, hükm-i niseb sebebiyle müteârız oldu, ibâdı üzerine şefkatten, Hakk'ın kendi nefsini, onunla vasf eylediği şey, haberde vârid oldu (4).

Ya'nî Hak min-haysü'z-zât (zatı bakımından) ganîdir, (zengindir) min-haysü'l-esmâ ve's-sıfât (esma ve sıfatları bakımından) ise değildir; ve esmâ ise zât-ı ahadiyyetin (mutlak zatın) nisbetleridir. (özellikleridir, nitelikleridir) Binâenaleyh (nitekim) gınâ (zenginlik) ile  iftikar (fakirlik) birbirine müteârız (zıt) olan iki emirdir; (husustur) ve kezâ (böylece) niseb-i zâtiyye (zatın sıfatlarından, özelliklerinden) olan esmâ dahi, Dârr (bela, sıkıntı) ve Nâfi' (hayır, fayda) gibi, yekdîğerine (birbirlerine) mütekâbil (karşı) ve müteârızdır. (zıttır) İşte nisbetlerin (sıfatların) hükmü böyle müteârız, (zıt) olunca, Hak Kur'ân-ı Kerîm'de (Bakara, 21207) kavliyle (sözleriyle) ibâdı  üzerine (kulları hakkında) şefkati, kendi nefsine isnâd etti; (atfetti, dayandırdı) ve Hakk'ın kullarına şefkati onlar hakkında rahmetidir. Halbuki ibâdın (kulların) her birisi bir ismin mazharı (göründüğü, açığa çıktığı mahal) olup, o ismin ahkâmını (hükümlerini) ızhâr eder; (açığa çırarır) ve kemâlât-ı esmâ, (esmaların mükemmellikleri) onların vücûdiyle zâhir olur. (açığa çıkar, görünür) Binaenaleyh (nitekim) Hakk'ın kullarına olan rahmeti, kendi esmâsına olan rahmetidir.

İmdi Hakk'ın, Rahmâna mensûb olan "nefes" ile rubûbiyyetten, evvelki tenfîs ettiği şey, hakîkatı ile rubûbiyyetin ve cemî'-i esmâ-i İlâhiyye’nin taleb ettiği âlemi icad etmekle olan tenfîsidir. İmdi bu vecihden, muhakkak rahmet-i Hakk'ın her şeye vâsi' olduğu sâbit oldu. Böyle olunca Hakk'a dahî vâs'i' oldu. Şu halde rahmet kalbden daha geniştir; veyâhut rahmet, genişlikte kalbe müsâvîdir; bu geçti (5).

Ma'lûm olsun ki, tenfîs (nefes verme) iki mertebe üzerine vâki' olmuştur:

Birincisi: Kendisinde isim ve resim ve na't (nitelik) ve sıfat bulunmayan Zât-ı ahadiyyette (ahad olan Zat’ında) bi'l-kuvve (potansiyel güç olarak) mevcûd esmâ-i İlâhiyye’nin (İlâhi esmanın) nefes-i rahmânî (rahmanın nefes vermesi) ile, hazret-i ilmiyyede (ilim mertebesinde) ızhârı (açığa çıkması) sûretiyledir (yoluyladır). Bu mertebede esmâ yekdîğerinden (birbirinden) ilmen ayrıldı. Buna "feyz-i akdes" (Zat’ından Zat’ına tecellisi) denir.

İkincisi: Esmâ-i İlâhiyye’nin (İlâhi esmanın), kendilerinde bi'l-kuvve (potansiyel güç, kuvve olarak) mevcûd olan âh­kâm (hükümler) ve âsârını (eserlerini) mezâhir-i kevniyyede (evrende), ya'nî âlemde (dünyada), nefes-i Rahmânî (Rahman’ın nefes vermesi) ile icâd etmek (yaratmak) sûretiyledir. Buna da “feyz-i mukaddes” (esmanın tecellileri) derler.

İmdi mertebe-i rubûbiyyetten (esma mertebesinden) tenfis-i evvel (ilk nefes vermek),  âlemin (evrenin) îcâdıyla (yaratılmasıyla) vâki' olur (gerçekleşir) .  Çünkü merbûb (kul, ‘terkibiyet’) olmayınca, rubûbiyyet (rablık) tahakkuk etmez (gerçekleşmez) ve merbûb (kul) dahi âlemden (evrenden) ibârettir ve mertebe-i rubûbiyyette (rububiyet mertebesinde) olan esmânın ahkâm (hükümleri) ve âsârı (eserleri) âlem (evren) ile zâhir olur (açığa çıkar).  Bu îzâhdan (açıklamalardan) müstebân olduğu (açıkça anlaşıldığı) üzere Hz. Şeyh (r.a.)’ın "rubûbiyyetten" buyurmaları, Zât-ı ahadiyyette (ahad olan Zat’ta) vâki' olan (olagelen, gerçekleşen) tenfîs-i evvel (ilk nefes vermesi,Zat’ından Zat’ına tecellisi) anlaşılmaması içindir. Hakk'ın nefes-i Rahmânî (Rahman olan nefesi) ile rubûbiyyetten (esma mertebesinden) ibtidâ tenfîs ettiği (ilk nefes verdiği) şey, âlem (evren) olunca, rahmet-i Hak (Hakk’ın rahmeti) her şeye vâsi' olmuş (geniş, kaplamış, ihata etmiş) olur ve hattâ Hakk'a dahi vâsi' (geniş, kaplamış) olur. Çünkü âlem (evren) mezâhir-i esmâ-i İlâhiyyedir (İlâhi esmanın göründüğü mahaldir) ve Hak ise esmânın aynıdır. Esmâ, tenfis-i evvel (ilk nefes verme) ile hazret-i ilmiyyede (vahidiyyet mertebesinde) zuhûr edip (açığa çıkıp) yekdîğerinden (birbirlerinden) ayrılmak sûretiyle rahmet-i Zâtiyye (Zat’ın rahmeti) ile ve tenfıs-i sânîde (ikinci nefes verişinde), mezâhir-i âlemde (görüntü yeri olan evrende) rubûbiyyeti (rablığı) zâhir olmak (açığa çıkmak) sûretiyle de rahmet-i rahmâniyye (Rahman’ın rahmeti) ile merhûmdur (rahmeti kabul edendir).  Bu sûrette rahmet-i Hak (Hakk’ın rahmeti), her şeye vâsi' (geniş, ihata etmiş, kaplamış) olduğu gibi, Hakk'a dahî vâsi' (geniş, ihata etmiş) olur ve kalb, "eşyâ"  (ilmi suretler) ta'bîrine (ifadesine) dâhil olduğundan, rahmet, kalbden daha geniş olmuş olur. Veyâhut Ya'nî “Ben yerime ve göğüme sığmadım, halbuki mü'min olan kulumun kal­bine sığdım” hadîs-i kudsîsî mûcibince (gereğince) Hak, cemî'-i esmâ (bütün esmanın hepsi) ile kalbe sığar. Bu sûrette Hak, rahmet-i İlâhiyye’sine (İlâhi rahmetine) sığmakta kalb ile berâberdir. Binâenaleyh (nitekim) rahmet genişlikte kalbe müsâvî (eşit) olur. Ve rahmetin Hakk'a vâsi' (ihata ettiği, geniş) olduğu ve Hakk'ın esmâ haysiyyetiyle (esma bakımından) râhim ve merhûm (rahmeti kabul eden) bulunduğu ve rahmetin kalbden daha geniş veyâ ona müsâvî (eşit) olduğu bâlâda (yukarıda) zikr olunmuş (anlatılmış) idi.

 ( Devam edecek)

 

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-23.07.2004
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail