[BU FASS KELİME-İ ŞUAYBİYYE' DE MÜNDEMİC OLAN
"HİKMET-İ KALBİYYE" BEYÂNINDADIR]
Ba'dehû ma'lûm olsun ki, Hak Teâlâ,
haber-i sahîhde sâbit olduğu gibi, inde't-tecellî, sûretlerde
tahavvül eder ve muhakkak Hak Teâlâ, kalbe sığdığı vakit,
O'nunla berâber, mahlûkâttan O'nun gayrisi sığmaz. Binâenaleyh
keennehû o kalbi doldurur (6).
Ya'nî Hak Teâlâ'nın yevm-i kıyâmette,
(kıyamet gününde)
ehl-i mahşere
(mahşerdekilere)
münker sûretinde
(inkar edecekleri bir şekilde, surette)
tecellî buyuracağı
(belireceği, görüneceği)
hakkındaki hadis-i sahîh
(doğru hadis)
ile sâbit
(mevcut)
olduğu üzere, Hak Teâlâ hâl-i tecellîde,
(zuhurda, görünme halinde)
sûretlerde tahavvül eder
(bir hale, şekle girer),
ya'nî tecellî
(belirme, meydana çıkma)
türlü türlü sûretlerde
(şekillerde)
olur. Ve kalbin genişliği Hakk'ı sığdırmağa
müsâid olduğu vakit mahlûkâttan Hakk'ın gayrı
(Hakk’tan başka)
olarak, Hak'la barâber kalbe hiçbir şey sığmaz.
Gûyâ
(diyelim)
ki, Hak kalbi doldurur ve artık kalb, başka bir
şey almaz olur. Ve Hz. Şeyh (r.a.) burada îmâ buyururlar ki,
ashâb-ı i'tikâdâtın
(inançlı kimselerin)
kalbi, tecellî
(ilhamlar, belirmeler)
hasebiyledir ve mütecellî olan
(görünen, beliren)
Hak
ise,
sûretlerde mütehavvildir
(değişkendir).
Binâenaleyh
(nitekim)
kalb dahi mütekallib
(değişen)
ve mütehavvildir.
(değişkendir)
Fakat Hakk'a vâsi'
(geniş)
olan kalb, kâffe-i tecelliyât-ı zâtiyye ve
esmâiyeyi
(bütün zati tecellileri ve esmaları)
kabûle müstaid
(istidadlı)
olan insân-ı kâmilin kalbidir. Sûret-i İlâhiyye
(Hakk)
böyle bir kalbe sığınca, artık mahlûkâttan gayrın
(diğerlerinin)
sûreti o kalbe sığmaz.
Ve bunun ma'nâsı, tahkîkan kalb,
Hakk'ın tecellîsi indinde, Hakk'a nazar ettiği vakit, onunla
berâber gayra nazarı mümkün değildir. Ve ârifin kalbi, Bâyezîd
Bistâmî'nin dediği gibi, genişlikten bir mertebededir ki; "Eger
yüz binlerce kere arş ve onun muhtevâsı, kalb-i ârifin
köşelerinden bir köşesinde olsa, onu duymaz" (7) .
Ya'nî “Hak Teâlâ kalbe sığdığı vakit, O'nunla
berâber mahlûkâttan O'nun gayrisi
(ondan başkası)
sığmaz” kelâmının ma'nâsı budur ki: Hak,
ahadiyyet-i Zâtiyyesi
(ahad olan Zat’ı)
sûretiyle kalbe tecellî edip
(kalpte belirip)
bu tecellî-i Zâtînin
(Zat’tan gelen tecellinin)
nûru vech-i kalbi
(kalbin yüzünü)
kaplayınca, cemâl-i vahdetin
(tek cemalin)
zuhûru indinde
(meydana çıktığı, göründüğü sırada),
artık başka bir şey görmek mümkün değildir. Zîrâ
nûr-ı vahdet
(teklik nuru)
zâhir olunca
(görününce),
kesret
(çokluklar)
mahv
(yok)
olur. Nitekim güneşin tulû'u hîninde,
(doğduğu zamanda)
onun galebe-i envârı
(güçlü parlaklığı)
hasebiyle, yıldızların ziyâsını
(ışığını)
görmek mümkün olmaz. Maahâzâ
(farz edelim)
yıldızların a'yânı
(kendileri)
bâkîdir
(devamlıdır, kalıcıdır),
muzmahil
(yok olmuş)
değildir. İşte envâr-ı Hakk'ın
(Hakk’ın nurunun)
zuhûru indinde
(meydana çıktığı sırada)
dahî, "gayr"
(başka)
dediğimiz sûver-i halkıyyenin
(yaratılmış suretlerin)
a'yânı bâkî
(kendi varlıkları kalıcı)
iken, sâhib-i tecellînin
(tecelli sahibinin)
nazarında
(görüşünde)
ihtifâ eder
(gizlenir).
Ve
güneş gurûb edip
(batıp)
envârı zâil
(parlaklığı yok)
olunca, kevâkibin
(yıldızların)
ziyâsı
(ışığı)
nasıl ki görünmeğe başlarsa, tecellî-i Zâtînin
insırâfı
(Zati tecellilerin geri dönmesi, gitmesi)
hâlinde dahi, suver-i mahlûkat
(varlık suretleri),
bu tecellî sâhibinin nazarında
(görüşünde düşüncelerinde)
öylece zâhir olur
(meydana çıkar, görünür).
Ve kalb-i ârifin genişliği nâmütenâhî
(sonsuz)
olduğundan, mütenâhî
(sonlu)
olan Arş'ın
(göğün)
ve muhtevâsının
(içindekilerin)
yüz binlerce misli, onun köşelerinden bir
köşesinde olsa, duymaz. Efdaluddîn Hâkânî (kuddise sırruhû) ne
güzel buyurur.
Rubâî :
Tercüme:
"Gönül sahrâsı efzûndur cihandan
O hâriçtir zeminden âsumandan
Acîb olmaz, olursa vüs'atinden
Onun mazrûfu ancak lâ-mekândan"
Ve Cüneyd, bu ma'nâda "Tahkîkan
muhdes Kadîm'e mukârin kılındığı vakit, o muhdes için bir eser
bâkî kalmaz" dedi. Ve Kadîm'e vâsi' olan bir kalb, o muhdesi,
mevcûd olduğu halde nasıl ihsâs eder? (8).
Ya'nî kalbin genişliği ve Hakk'ın tecellîsi
indinde
(göründüğü, belirdiği sırada)
onun başka bir şey ihsâs edememesi
(hissetmemesi, duymaması)
hakkında Cüneyd (r.a.) bâlâdaki
(yukarıdaki)
kelâmı buyurdu. Binâenaleyh
(nitekim)
Arş-ı muhdes
(sonradan meydana getirilmiş, yaratılmış arş),
ârifın kalbinde olan Kadîm'e
(evveli ve öncesi olmayana)
mukârin kılındıkda
(bitişik yapıldığında)
onun vücûdu ve eseri bâkî
(devamlılık üzere)
kalmaz ki, o kalbin köşelerinden bir köşede olup
da ihsâs olunabilsin
(hissedilebilsin, sezilebilsin).
Zîrâ
kalbin her bir köşesini Kadîm
(evveli ve öncesi olmayan)
ihâta etmiştir
(kuşatmış, kavramıştır).
Kadîmin indinde
(katında)
muhdes
(sonradan yaratılmış)
mevcûd değildir. Bâd-ı sarsarın
(şiddetli rüzgârın)
olduğu yerde sivrisineğin işi nedir?
Ve Hakk'ın tecellîsi, sûretlerde mütenevvi'
oldukda, bi'z-zarûre kalb genişler ve onda vâki' olan tecellî-i
İlâhî sûreti hasebiyle de daralır. Zîrâ onda vâki' olan tecellî
sûretinden, kalbden bir şey artmaz. Çünkü ârifîn veyâ insân-ı
kâmilin kalbi, fass-ı hâtemin mahalli menzilesindedir hâtemden
ziyâde değildir. Eğer fass müstedîr ise istidâreden veyâhut
terbî' ve tesdîs ve tesmînden ve bunun gayrı eşkâlden, onun
kadri ve şekli üzerine olur ve eğer fass murabba' veyâ müseddes
veyâ müsemmen veyâhut eşkâlden bir şekil olursa, bu halde
muhakkak hâtemden onun mahalli, onun misli olur, başka olmaz
(9).
Cenâb-ı Şeyh (r.â.), burada tecellî-i İlâhî’yi
(İlâhi tecelliyi)
yüzük taşına ve kalb-i ârifi
(arifin kalbini),
yüzüğün kafesine teşbih buyurup
(benzetip)
kafesin yüzük taşı kadar olup fazla ve noksan
olmadığını beyân buyururlar. Zîrâ yüzüğün kafesi eşkâl-i
muhtelifeden
(çeşitli şekillerden)
ne şekil üzerine i'mâl edilmiş ise, taşı da o
şekilde ve o kafes kadar olur. Taş büyük olursa kafese sığmaz ve
küçük olursa kafeste durmaz düşer. İşte bunun gibi ârif ile
insân-ı kâmilin kalbi dahî tecellî-i İlâhîye tâbi'dir
(İlâhi tecellilere bağlıdır).
Binâenaleyh
(nitekim)
Hak ona, hangi sûrette tecellî ederse
(belirirse, görünürse, ilham olunursa)
o da o sûrete göre olur.
Bu dahî tâifenin: "Tahkîkan Hak
abdin mikdâr-ı isti'dâdı üzere tecellî eder" kavliyle işâret
eyledikleri şeyin aksidir. Bu ise böyle değildir. Zîrâ abd,
Hakk'ın ona tecelli ettiği sûrette o sûret mikdârı üzere, Hakk'
a zâhir olur ( 10) .
Ya'nî bâlâda
(yukarıda)
kalb, Hakk'ın tecellîsi hasebiyle
(belirmesine, ilhamlara göre)
genişler ve daralır denilen kelâm, tâife-i
ehlullâhın
(Allah ehlilerinin),
Hak abdin
(kulun)
isti'dâdı mikdârı üzere
(istidadı ölçüsüne göre)
tecellî eder
(belirir),
kavliyle
(sözleriyle)
işâret eyledikleri ma'nânın aksidir. Ve kalb-i
ârifde
(arifin kalbinde)
olan tecellî
(ilhamlar, belirmeler),
onların işâret ettikleri vechile
(yönüyle)
ârifin kalbi hasebiyle
(kalbine göre)
değil, ârifin kalbi tecellî hasebiyledir
(tecellilere göredir).
Zîrâ Hak abde
(kulda)
ne sûretle tecellî etmiş
(belirmiş)
ise, abd
(kul)
Hakk'a o sûretle zâhir olur
(açığa çıkar, görülür)
ve ârifin kalbinde bir haysiyyet-i muayyene
(belirli bir değer, itibar)
yoktur ki, Hak o haysiyyet
(değer, itibar)
üzere ona tecellî etsin
(belirsin).
Ve
tâife-i ehlulâhın
(Allah ehlilerinin)
kavli
(sözleri),
"feyz-i mukaddes"
(esmanın tecellileri)
ve Şeyh (r.a)’ın kavli
(sözleri)
ise, "feyz-i akdes"
(Zat’ından Zat’ına olan tecellileri, Zati
tecellliler)
hükümlerine göredir. Zîrâ feyz-i akdes
(Zati tecelli)
a'yân-ı sâbiteye
(ilmi suretlere)
isti’dâd verir ki, bu isti'dâd dahî gayr-ı
mec'ûldür
(açığa çıkmamış, potansiyel istidattır).
Ve
feyz-i mukaddes
(esmanın tecellileri)
ise isti'dâd üzerine
(istidada göre)
müteretteb
(tertip olunmuş, ayarlanmış)
olan şeyi verir. Binâenaleyh
(nitekim),
"feyz-i mukaddes"
(esmanın tecellisi)
hükmüne göre tecellî
(belirme),
abdin
(kulun)
mikdâr-ı isti'dâdı
(istidad ölçüsü, kapasitesi)
hasebiyledir. Ve "feyz-i akdes"e
(Zati tecelliye)
göre dahi, ârifin kalbi tecellî hasebiyledir
(belirmelere, ilhamlara göredir).
Ve bu mes'elenin tahrîri budur ki: Tahkîkan
Allâh'ın iki tecellîsi vardır: Tecellî-i gayb ve tecelî-i
şehâdettir. "Tecelî-i gayb" ile, kalbin onun üzerinde bulunduğu
isti'dâdı verir. O dahi onun hakîkatı gayb olan tecellî-i
zâtîdir ve o tecellî-i gayb, Hakk'ın kendi nefsinden ihbâr
etmekle, müstahak olduğu hüviyyettir. İmdi o tecellî-i Zâtî,
dâimen ve ebeden Hak için olmaktan zâil olmaz. Binâenaleyh, kalb
için bu isti'dâd hâsıl oldukda, Hak ona, şehâdette, tecellî-i
şuhûdî ile tecellî eder. Böyle olunca, kalb Hakk'ı o tecellîde
görür ve binâenaleyh kalb kendisine vâki' olan tecellî sûretiyle
zâhir olur. Nitekim, biz onu zikrettik. Ba'dehû Hak, kendi
arasıyla abdi arasında .............. (Tâ-hâ,- 20/50) kavli ile
hicâbı ref’ eyledi. Şu halde abd, onu kendi mu'tekadi sûretinde
gördü. Binâenaleyh Hak, onun i'tikâdının aynıdır (11).
Ya'ni bâlâda
(yukarıda)
zikrolunan
(anlatılan)
iki kelâmın tahkîki
(araştırması)
budur ki: Biri gayb,
(gizli, görünmeyen)
diğeri şehâdet
(görünen)
olmak üzere Allah'ın iki tecellîsi vardır.
"Tecellî-i gayb"
(gizli tecelliler, Zati tecelliler, feyzi akdes)
ile a'yân
(ilmi suretler)
sâbit
(mevcut)
oldu. "Tecellî-i şehâdet"
(görülen tecelliler, esmanın tecellileri, feyzi
mukaddes)
ile de bu a'yân-ı sâbite
(ilmi suretler)
vücûd-ı kevnî
(kozmik vücut, evren)
ile mütelebbis
(giyinmiş)
oldu. Bu da iki türlüdür: Birisi "tecellî-i
vücûdî"dir
(vücut ile ilgili tecellilerdir)
ki, dünyâ ve âhirette umûmiyetle
(genellikle)
vâki' olur
(gerçekleşir).
Diğeri "tecellî-i ' şuhûdî"dir
(keşfe dair tecellilerdir, nur isminin
tecellisidir)
ki, dünyâda ve âhirette ve berzahta ehl-i kemâle
(kemale ermiş kişilere)
mahsûs
(ait, özel)
bulunur. Binâenaleyh
(nitekim),
tecellî-i- gaybî
(Zati tecelli)
ile, kalb-i ârif
(arifin kalbi),
vücûd-ı aynîsinden
(surete bürünmezden önce, kendi vücudundan)
evvel ayn-ı sâbitesinde
(ilmi suretinde)
nasıl bir isti'dâd üzerine idiyse, Hak o
isti'dâd-ı âtiyi
(kendisindeki o istidadı)
atâ eyler;
(bağışlar, verir)
ve o tecellî dahî, hakîkatı, gayb-ı mutlak
(sırf Zat, mutlak Zat)
olan tecellî-i Zâtidir
(Zati tecellidir)
ve tecellî-i gayb
(gizli tecelliler, Zati tecelliler)
,
Hakk'ın müstehak olduğu
(hakkettiği)
hüviyyet-i İlâhiyyedir
(İlâhi hakikatlerdir).
Zîrâ Hak ............................. (Hûd,
11/123) ve .................... (İhlâs, 112/ 1 ) âyet-i
kerîmelerinde, kendi nefsinden haber verir ve müstehak olduğu
(hakkettiği)
hüviyyeti
(hakikati)
beyân buyurur
(bildirir).
İmdi, Hakk'ın hüviyyeti
(hakikâti)
olan tecellî-i Zâtî
(Zati tecelli),
dâimen ve ebeden,
(hiç bir zaman)
makâm-ı cem'
(vahidiyyet)
ve ahadiyyette ve kezâ makâm-ı tafsîl
(şehadet âlemi)
ve kesrette
(çoklukta),
Hak için olmaktan zâil
(bitmez, yok)
olmaz. Zîrâ her bir ayn
(ilmi suret)
için bir hüviyyet
(zat)
vardır ve o hüviyyet
(Zat, hakikât)
de Hak'tır. A'yân-ı sâbite
(ilmi suretler)
için, Zâttan ve hüviyyetten
(hakikâtinden)
bir isti'dâd-ı Zâti-i gayr-i mec'ûl
(birimin kendi zatında potansiyel olarak bulunan
daha açığa çıkmamış gizli istidadı, ilmi suretteki istidat)
hâsıl olunca
(meydana gelince),
Hak,
kalbe şehâdette
(içinde bulunduğumuz âlemde)
"tecellî-i şuhûdî"
(nur ismi)
ile tecellî eder
(belirir, ilham olunur).
Bu
sûretle kalb, Hakk'ı o tecellîde görür ve kalb dahî, Hakk'ın ona
tecellî ettiği
(belirdiği, göründüğü)
sûretle
(şekille)
zâhir olur
(açığa çıkar, görünür).
Nitekim, bâlâda
(yukarıda)
"Zîrâ abd
(kul),
Hakk'ın ona tecellî ettiğî
(belirdiği, göründüğü, ilham olunduğu)
sûrette,
(şekilde, biçimde)
o sûret mikdârı üzere,
(ölçüsünde, değerinde)
Hakk'a zâhir olur" kavliyle
(sözleriyle)
zikrolunmuş
(anlatılmış)
idi. Binâenaleyh
(nitekim),
Hak Teâlâ ......................... (Tâhâ, 20/50)
ya'nî "Hak her şeye , hakkını i'tâ eyledi
(bağışladı, verdi)"
âyet-i kerîmesi muktezâsınca,
(gereğince),
kalbe isti'dâd-ı mec'ûlü
(potansiyel gücü)
i'tâ eyledi
(verdi).
Ve kalbe bu isti'dâd hâsıl
(mevcut)
olunca, tecellî-i şuhûdîde,
(esmanın tecellisinde, nur isminin tecellisinde)
o Hakk'ı müşâhede eder;
(görür)
ve Hakk'ın kendisine tecellî ettiği
(belirdiği, göründüğü)
sûrette
(şekilde, biçimde)
de Hakk'a zâhir olur
(görünür).
Ba'dehû
(daha sonra)
Hak ............ (Tâhâ, 20/50) kavliyle
(sözleriyle),
kendisiyle abdi
(kulu)
arasındaki hicâbı
(perdeyi)
kaldırdı. Binâenaleyh
(nitekim)
erbâb-ı akaidin
(inanç sahiplerinin)
her biri, Hakk'ı kendi i'tikâdı
(inancı)
sûretinde müşâhede eyledi.
(gördü)
Bu sûrette
(şekilde)
meşhûd olan
(görünen)
Hak, abdin
(kulun)
i'tikâdının
(inancındaki gibi, tahayyül ettiği şekilde,
inandığının)
aynı olur. Nitekim Hak Teâlâ
............................... buyurmuştur. Ya'nî "Ben abdimin
(kulumun)
bana olan zannı indindeyim"
(beni düşündüğü, zannettiği gibiyim)
demek olur.
İmdi kalb ve ayn, Hak hakkında kendi
mu'tekadinin sûretinden gayrisini müşâhede etmez ( 12).
Ya'nî kalb gözü ile baş gözü, Hak hakkında, kendi
i'tikâdı
(inancı, inandığı şey)
neden ibâret ise, ancak o i'tikâdının
(inandığının)
sûretini görür. Bu hüküm, kâmil ve gayr-ı kâmil
olan
(kamil olmayan)
kimseler hakkında umûmîdir
(geneldir, herkese aittir).
Şu kadar ki, kâmil, Hakk'ı ıtlâk
(kayıtsızlık)
ve takyîd
(kayıtlılık)
makâmında, tenzîh ve teşbîh ile müşâhede eder
(seyreder).
Binâenaleyh
(nitekim)
herhangi bir sûret olursa olsun, onda Hakk'ı
görür. Gayr-ı kâmil
(kamil olmayan)
ise, Hakk'ı ya yalnız tenzîh eder
(her şeyden beri kılar);
bu halde Hakk'ın ba'zı sûretlerde tecellîsini
(görünmesini)
inkâr eyler veyâhut yalnız teşbîh edip
(sonradan yaratılmış varlıklara benzetip)
Hakk'ı ba'zı sûretlerde hasreder,
(sınırlar, kısıtlar)
Nasarâ
(Hıristiyanlar)
gibi. Velâkin teşbîh ve tenzîh beynini
(arasını)
câmi' olup
(toplayıp)
da Hakk'ı ba'zı kemâlât ile takyîd eden
(kayıtlayan)
kimse, Hakk'ı kendi i'tikâdı hasebiyle
(inancına göre)
görür.
(Devam edecek)
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-27.07.2004
http://sufizmveinsan.com
|