126. Bölüm

[BU FASS KELİME -İ ŞUAYBİYYE' DE MÜNDEMİC OLAN "HİKMET-İ KALBİYYE" BEYÂNINDADIR]

İmdi, Hakk'ın hüviyyeti haysiyyetiyle ve esmâ-i hüųnâsının hakâyıkında O'nun âleme nisbeti haysiyyetiyle, Allâh'ın emri ne acîb Şey olduğuna nazar et! (18).

Yâni nazar-ı teemmül ile (etraflıca bak) tetkîk et de gör ki Hak, hüviyyet (hakikât) ve zâtı cihetiyle (yönüyle) vücûd-ı vâhiddir (tek vücuttur) ve esmâ-i hüsnâsının mahall-i zuhûru (esmasının göründüğü, açığa çıktığı yer) olan âleme (evrene) nisbeti cihetiyle (bağlılığı, ilişkisi bakımından) kesîrdir (çokluktur). Vücûd-ı  Hakk' ın vahdeti (Hakk’ın vücudunun tekliği) ve kesreti (çokluğu) acîb (acaip, şaşılacak) bir şeydir!

Ma'lûm olsun ki, Hakk'ın Zât-ı ahadîsî (ahad olan Zat’ı) bir isim ile müsemmâ (isimlenmiş) ve bir sıfat ile mevsûf (vasıflanmış) değildir. Zîrâ mertebe-i ahadiyyette (Zat mertebesinde) taayyün (meydana çıkmalar, belirmeler) ve kesret (çokluk) yoktur ve vücûd-ı Hakk'ın bu mertebedeki kemâl-i letâfeti (nurunun kemali),  akıl ve fikre sığar bir şey değildir. Burada akıl, fıkir, vehm, fehm (idrak), zekâ ve irfan hep muzmahil (yıkılmış, yok olmuş) ve mütelâşîdir (acelecidir).  Beşerin (insanların) bu gibi âlât ve edevâtı ((aletleri ve takımları), bu bahr-i bî-pâyânın (sonsuz denizin) sâhiline gelinceye kadar işine yarar. Bu deryâya (okyanusa) daldıktan sonra, bunların hepsi mahv (yok) olur; artık o da deryâdır (denizdir).  İşte bu sebebden, a'ref-i Enbiyâ (s.a.v) Efendimiz hazretleri "Allah'ın zâtında tefekkür etmeyiniz!" buyurdular. Çünkü boştur ve kâmillerin bu mertebeye "vücûd-ı mutlak" demeleri, mahzâ (salt’a, halis’e, sonsuz sınırsıza) bir ıstılah (tanımlama) vaz'ıyla (koymakla) müstaiddîne (istidadı olana) bu mertebeden haber vermek içindir.

Vaktâki (ne zamanki) Zât-ı ahadiyyette (Zat mertebesinde) mahfi (gizli) bulunan esmâ, mahbûsiyyet (habislik) sıkıntısından halâs olmak (kurtulmak) için zuhûr (açığa çıkmayı) taleb ettiler (istediler), Zât-ı mutlaka dahî, nefes-i rahmânisi (rahman olan nefesi) ile onları mertebe-i ilimde (ilim mertebesinde, taayyün-i sani mertebesinde) ızhâr eyledi (açığa çıkardı). Binâenaleyh (nitekim), esmânın sûretleri vücûd-ı ilmî (ilmi suret) ile mevcûd oldu ise de, vücûd-ı hissî (duyular ile bilinen, hissedilen vücut) ile zâhir olmamış idiler. Zuhûrda kemâl (mükemmel, tam olarak açığa çıkmak, görünmek) için bunlara vücûd-î hissî i'tâsı (hissedilir bir vücut vermek) lazım geldi.

Meselâ bir çömlekçi yapacağı bir testinin sûretini evvelâ zihninde tasavvur eder (hayal eder). O zihinde ve ilimde peydâ olan (meydana çıkan) sûreti (şekli) kemâliyle (tam, eksiksiz olarak) ızhâr  (açığa çıkarmak) için, kendi vücûdunun hâric-i hudûdunda (sınırları dışında) vâki' olan (mevcut olan) çamurun vücûdundan istiâne eder (yardım ister) ve zihnindeki sûreti (şekli) bu çamur maddesine giydirir ve ilmindeki sûret (şekil) bu vech ile (sebeple) hissen dahî (hisedilir halde) zâhir olur (açığa çıkar, görülür).

Fakat Hakk'ın vücûdunun hudûdu hâricinde (sınırı dışında) bir vücûd olmak imkânı yoktur. Zîrâ vücûd-ı Hak nâmütenâhîdir (Hakk’ın vücudu sonsuz ve sınırsızdır). Binâenaleyh (nitekim) ilm-i İlâhîsinde (ilim mertebesinde) sâbit (mevcut) olan esmâ sûretlerinin vücûd-ı hissî (hissedilir bir vücut) ile mevcût olmaları, yine Hakk'ın vücûdundan olmuştur. Ya'nî Hak onlara, kendi vücûdundan birer vücûd vermiştir. Nitekim, vücûd-ı Hak ile vücûd-ı halk (yaratılmışların vücudu), Fass-ı Ya'kûbî'de tafsil olunmuştur (geniş olarak anlatılmıştır).

İmdi vücûd-ı halk (yaratılmışların vücudu),  Hakk'ın vûcûdundan peydâ olunca (meydana gelince), zâhiren (dış görünüş olarak, bedenen) ve bâtınen (ruhen) vücûd Hakk'tan ibâret olur. Ve vücûd-ı Hak, bir hakîkatten ibâret  olduğundan onda kesret (çokluk) yoktur. Fakat o hakîkat-ı vâhidenin (tek hakikâtin) mertebe-i taayyüne (meydana çıkacakları mertebeye),  tenezzülü hâline (iniş durumuna) nazar ettiğin (baktığın) vakit, onun herhangi bir sûretle müteayyin olduğunu (meydana çıktığını) görürsen, hakîkat i'tibâriyle (hakikâti bakımından) ona Hak'tır, dersin ve taayyün (meydana çıkışları, belirmeleri) i'tibâriyle de (bakımından da) halktır (yaratılmıştır),  dersin. Binâenaleyh (nitekim) sen, buna taaccüb (hayret) et ki, vücûd-ı vâhid-i Hak (tek vücut sahibi olan Hakk), Zâtı ile, i'tibârâtın kâffesini (var sayılan şeylerin hepsini) iktizâ etmiştir. (gerektirmiştir) Ve ona ne i'tibâr (değer, ibret) ile nazar edersen, (bakarsan)  cümlesi (bütün hepsi) onun Hakkında sâdık (doğru) olur.  Nitekim, Şeyh İzzeddin Mahmûd Kâşî buyurur.

Kıt'a:

Tercüme: "Eğer dikkâtle bakarsan, kesret (çokluk) ayn-ı vahdettir (tek hakikâttir).  Eğer bunda senin şekkin (şüphen) varsa, bizim şekkimiz (şüphemiz) kalmamıştır. Nitekim her bir adede (sayıya) hakîkat cihetinden bakarsan, sûrette (görünüşte) onu iki, ya'nî kesîr (çok) görürsün; halbuki onu vücûda getiren madde birden  ibârettir.

İmdi vâki' olan kimdir ve vâki' olan nedir? Vâki'de ayn mevcûddur; o ayn nefs-i vâki'dir (19).

Ya'nî Hz. Şeyh (r.a.) "kim" ve "ne" istifham edatlarıyla, (soru edatlarıyla) basîret üzere (kalp gözüyle) hakîkat-ı ahadiyyeden (Zat’tan) istifhâm buyururlar (anlamak için soru sorarlar);   zîrâ Hak, zevi'l-ukûlün (akıllı olanların) ve zevi'l-ukulün gayrısının (akıllı olmayanların) "ayn"ıdır (hakikâtidir, zatıdır).  Halbuki kâffe-i eşyâ, (bütün varlıklar) yâ zevi'l ukûldür (akıl sahibidir) veyâ zevi'l-ukûlün gayridir (akıllı değildir).  Binâenaleyh (nitekim) Hak her şeyin "ayn"ıdır (hakikâtidir, zatıdır).  Şu halde, beyt-i şerîfin şerhan (açıklamak suretiyle) ma'nâsı böyle olur: Vâki' (var) olan mevcûd-ı âkil (akıllı olan) kimdir ve vâki' (var) olan  meşhûd-i gayr-ı âkil (akılsız görünen) nedir? Ey tâlib-i hakîkat (hakikâti arzulayan, isteyen) bunları anladın mı? İşte ben sana haber vereyim ki, vâki'de mevcûd olan (var olan varlık) ayn-ı vâhidedir (tek hakikâttir) ki Hak'tır ve ayn-ı vâhide (tek hakikât) olan Hak dahî vâki'de mevcûd (var olan varlık) ve meşhûd olan (gözle görülen) zevi'l-ukûl (akıllı olanlar) ile gayr-ı zevi'l-ukulün" (akıllı olmayanların) ayn"ıdır; (hakikâtidir, zatıdır) ve vücûdda Hak Tealâ hazretlerinin gayrı (başka) yoktur.

Onu ta'mîm eden kimse muHakkak onu tahsîs etti. Ve onu tahsîs eyleyen kimse de, onu ta'mîm eyledi (20).

Ya'nî ayn-ı vâhide (tek hakikât) olan vücûd-ı Hakk'ın (Hakk’ın vücudu), her bir aynda (hakikâtte), o aynın isti'dâd-ı mahsûsu hasebiyle (o hakikâtin kendi istidatı dolasıyle) zuhûrunu (açığa çıkmasını) ve bu sûretle ale'l-umûm (genel olarak) kâffe-i -a'yân (bütün varlıklar) üzerine inbisâtını (genişlemesini, yayılmasını) müşâhede eden (gören) kimse, elbette o ayn-ı vâhideyi (tek hakikâti) tahsîs etmiş (ayırmış, özelleştirmiş) olur. Zîrâ o kimse der ki: "Vücûd-ı Hak, her bir şeyde, o şeyin husûsiyyeti (özellikleri) muktezâsınca (gereklerince) zâhirdir (açığa çıkar, görülür) ve onun zuhûru (açığa çıkması) cemî'-i a'yân da (bütün varlıklarda) bu vech (tarz) üzeredir." Binâenaleyh (nitekim) onu böyle ta'mîm edince (umumileştirince, genelleştirince), diğer taraftan dahi tahsîs etmiş (ayırmış, özelleştirmiş) bulunur. Ve kezâ bu şuhûd (görüş) üzere tahsîs edince (ayırıp özelleştirince) de, tamîm etmiş  (genelleştirmiş, umumileştirmiş) olur.

Misâl: Yağmur suyu her bir nebâta (bitkiye) sârîdir (girmiş, nüfuz etmiş, yayılmıştır). Fakat her bir nebattan zuhûru (açığa çıkışı),  onların isti'dâdât-ı mahsûsalarına (kendilerindeki istidada) göredir. Gül ise gül, diken ise diken sûretinde zâhir olur (görülür). Burada yağmur suyunu evvelen ta'mîm (umumileştirme) ba'dehû (daha sonra) tahsîs etmiş (ayırmış, özelleştirmiş) olduk.

İmdi, ayn-ı vâhidenin gayrı bir ayn yoktur. Böyle olunca nûrun aynı, zulmetin aynıdır (21).

Ya'nî ayn-ı Hakk'ın gayri (Hakk’ın zatından, hakikâtinden başka) olarak hariçte (dışarda) hiçbir ayn (hakikât) mev'cûd değildir. Binâenaleyh (nitekim) nûrun aynı, (zatı, hakikâti) kendi hüviyyeti i'tibâriyle, (zatı, hakikâti bakımından) hüviyyet-i zulmetin (maddenin hakikâtinin) aynıdır. Zîrâ ikisinin hüviyyeti (hakikâti, zatı) dahî birdir.

İmdi, bundan gâfil olan kimse, kendi nefsinde hicâb bulur (22).

Ya'nî bizim zikrettiğimiz (anlattığımız) bu ma'rifetten (bilgilerden) gâfil (habersiz) olan kimse, vahdet-i Hakk'ı, (Hakk’ın tekliğini) bu keserât (çokluk birimleri) içinde müşâhede edemez (göremez). Onun kalbi, taayyünâtın perdesi (meydana çıkmış birim perdeleri) ve gamı (kaygısı) ile muhtecib (örtülü) ve mağmûm (kederli, sıkıntılı) olur.

Halbuki bizim dediğimizi, himmet sâhibi olan abdin gayrisi ârif olmaz (23).

Ya'ni bizim bahsettiğimiz vahdet-i vücûdu (vücudun tekliğini),  ancak zevâhir-i ulûma (zahir âlimleri) kanâat etmeyip (yeterli bulmayıp) idrâk-i hakâyıkta (hakikâtleri idrak etmekte), himmet (gayret) ve azim sâhibi olan abd-i kâmil (mükemmel, tam bir kâmil kul) anlar. Bu âlemin (dünyanın) türlü türlü sûretlerine aldanan ve kendi vücûduna "Benimdir" diye dayanan ve binâenaleyh (nitekim) ne o suverin (suretlerin) ve ne de kendinin hakîkatinden haberdâr olmayıp başı boş hayvanlar gibi gözünün kestirdiği şeye saldıran insan suretindeki kimselerin bu maârif (bilgiler) ve hakâyıktan (hakikâtlerden) nasîbi yoktur.

Tahkîkan bunda, kalb sâhibi olan kimse için pend ve nasîhat vardır." (Kâf, 50/37). Zîrâ kalb, suver ve sıfâtın envâ'ında mütekallibdir. Ve Hak Teâlâ "akıl sâhibi için" demedi; zîrâ akıl, kayddır. İmdi emri, na't-ı vâhidede hasr eder. Halbuki hakîkat, nefs-i emirde hasrı mâni'dir. Binâenaleyh Kur'ân, aklı olan kimse için pend' ve nasîhat değildir (24).

Hz. Şeyh (r.a.) birtakım hakâyıkı (hakikâtleri) zikrettikten (anlattıktan) sonra, ................................. (Kâf, 50/37) âyet-i kerîmesini ibâre (cümle) tarzında tahrîr buyurup (yazıp) bu "hikmet-i kalbiyye"ye taalluku (kalbin hikmeti ile ilgili) olan hakâyık-ı sâireyi (diğer hakikâtleri) îzâh eyler (açıklar).  Ya'nî bizim bu zikrettiğimiz (anlattığımız) hakâyıkta (hakikâtlerde), "kalb sâhibi" olan kimse için pend (nasihat) vardır. Nitekim Kur'ân-ı Azîmü'ş-şandan (şanı büyük olan yüce Kuran’ın) mütenassıh olanlar (nasihatlerinden faydalananlar) dahî ancak kalb sâhipleridir. Akıllarına i'timâd eden (güvenen) feylesofların (zahir âlimlerin) mağz-ı Kur'ân'dan (Kur’ân’ın özünden) nasîbleri yoktur. Zîrâ kalb suver-i halkıyye (yaratılmış suretler) ile suver-i sıfât-ı İlâhiyye (İlahi sıfat suretlerinin) arasında berzahtır (ara geçittir). Binâenaleyh (nitekim) tecelliyât-ı esmâiyyenin kâffesine (bütün esmanın tecellilerine, belirmelerine) mahal (yer, zemin) ve mazhardır (görünme yeridir). Böyle olunca kalb suver (suretler) ve sıfâtın envâ'ında (çeşitliğinde)  takallüb eder (değişir, bir kalıptan başka bir kalıba girer).Ve Hak, suver-i i'tikâdiyyeden (inanılan suretlerden) herhangi bir sûrette tahavvül edip (değişip başka hale girip) teccellî ederse (belirirse), kalb onu tanır ve ikrâr eder (kabul eder) ve Hakk'ı bir sûret-i mahsûsayâ (belli bir suret ile) hasretmez (kısıtlamaz, hapsetmez). Onun için Hak Teâlâ Kur'ân-ı Kerim'de: "Kur'ân'da akıl sâhibi için pend (nasihat) vardır" demedi. Çünkü akıl bağdır ve ıtlak (kayıtsızlık, hür olma, sınırsızlık) ve irsâlden (salıvermekten, serbestlikten) men' ettiği (önlediği, engellediği) için "ıkâl" (bağ, köstek) demişlerdir. Binâenaleyh (nitekim) "akl"ın şânı, takyîd (kayıt, bağ) ile hükmetmekten ibâret olur. Ve nefsinde hasr (darlık, kısıtlanmışlık) kabûl etmeyen emr-i İlâhî’yi (İlahi hususları) kuvve-i nazariyye, vasf-ı mahsûsu ile (kendi bakış açısı doğrultusunda) hasreder (sınırlar). Halbuki hakîkat, nefs-i emirde (gerçekte) hasrı (darlığı, kısıtlanmayı) men' eder (yasaklar) ve takyîd (kayıtlılık) ile ıtlâktan (kayıtsızlıktan) mutlaktır (kurtulmuş, hür, serbestir). Velâkin sûretler içinde dönen “kalb”, vüs'atı (genişliği) hasebiyle Hakk'ı bir na't (vasıf) ve sıfat ile takyid etmez (kayıtlamaz). Ve insân-ı kâmilin kalbi kâffe-i suver-i esmâiyyenin (bütün esma suretlerinin hepsinin) meclâsı (aynası, görüntü yeri) olduğundan, vücûd-ı Hakk'ın kalbidir. İmdi aklın şânı takyîd (kayıda şarta bağlamak) ve kalbin şânı ıtlâk (serbestlik, kayıtsızlık, sınırsızlık) olunca, Kur'ân-ı Kerîm, eşyâyı (hakikâtleri) akıl ile idrâk etmek isteyen kimseler için pend (öğüt) ve nasîhat değildir. İşte her şeyi akıllarıyla idrâk etmek isteyen ulemâyı (alimleri) rüsûm (resimler, şekiller) ile hükemânın (filozofların),  ehl-i kalb (kalb ehli) olan ulemâ-yı billâhı (Allah’ı Allah ile bilen âlimleri) inkâr etmelerinin sebebi budur.

Ve onlar ashâb-ı i'tikâdâttır ki, ba'zısı ba'zısını tekfîr ve ba'zısı ba'zısını tel'în eder. Halbuki onlar için nusret eden yoktur. Zîrâ i'tikâd olunan ilâh için, diğer i'tikâd olunan ilâh hakkında bir hüküm yoktur (25).

Ya'nî akıl sâhibi olan ashâb-ı i'tikâdât (inançlı kimseler) birbirini beğenmediklerinden tekfîr (kâfirlikle) ve tel'în ederler (lanetlerler).  Zîrâ, her birisi kendi i'tikâdınca (inancıyla) Hakk'ı bir türlü tasavvur edip (düşünüp, hayal edip) o sûrete hasretmişlerdir (kısıtlamışlar, sınırlamışlardır). Bi't-tabi' (doğal olarak) birinin tasavvuru (düşüncesi) diğerininkine uymaz. Binâenaleyh (nitekim) aralarında dâima ihtilâf (anlaşmazlık) zuhûr eder (meydana çıkar).  Hal­buki onların kendi îcadları olan (düşüncelerinde, yaratmış oldukları) ilâh-ı mu'tekadleri (inandıkları ilah) tarafından onlara yardım eden yoktur. Zîrâ o i'tikadlar (inandıkları), o akıl sâhiplerinin îcâd-gerdeleri (kendilerinin icadı) olan bir takım ilâh-ı kâziblerdir (sahte ilahlardır). Nitekim, Hak Teâlâ Kur'ân-ı Kerim'de ............................ (İsrâ, 17/22) buyurup, ca'l-i ilâhdan (ilah kılma, ilah icad etmeyi) nehy eyler (yasak eder). Ve onlara yardım eden olmaması dahî, bir i'tikâdın (inancın) diğer i'tikâd (inanç) üzerinde te'sîri (etkisi) olamamasındandır; zîrâ ikisi de ilâh-ı mec'ûldür (kendileri tarafından, kendi düşüncelerinde) yaptıkları, icad ettikleri ilahtır) ve birbirinin zıddıdır ve mec'ûliyyette (yapmakta, meydana getirmekte) müsâvîdir (eşittir).  Binâenaleyh (nitekim), bir ilâh-ı mec'ûl (yapılmış ilah, kişinin kendi düşüncesinde yarattığı ilah), diğer ilâh-ı mec'ûlü (diğer kişinin düşüncesinde canlandırdığı ilahı) tağyîr edip (değiştirip, bozması) kendi sûretine tahvîl etmekle (değiştirmekle) kendi mu'tekıdine (itikad sahibine) yardım edemez. Bu ilâhlar yekdîğerine (birbirlerine) mütekâbil (karşıt) olup biri diğerinde tasarruf edememekle, ashâb-ı i'tikâdât (inanan kimseler) beyninde (arasında) tebâguz (birbirlerine buğz etme, kin besleme) ve tenâkür (antipati) mevcuttur.

Bu ibârede (cümlede) ............................... (Ankebût, 29/25) kelâmı, âyet-i kerîmedir. Cenâb-ı Şeyh Fusûs'un ibâresi (cümlesi) tarzında îrâd edip (söyleyip) lübb-i Kur'ân'ı (Kur’an’nın özünü) beyan buyurmuşlardır (bildirmişlerdir).

(Devam edecek)

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-10.08.2004
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail