127. Bölüm

[BU FASS KELİME-İ ŞUAYBİYYE' DE MÜNDEMİC OLAN "HİKMET-İ KALBİYYE" BEYÂNINDADIR]

İmdi sâhib-i i'tikâd, kendi mu'tekadından, ya'nî kendi ilâhı hakkında i'tikâd ettiği emirden def eder ve ona yardım eyler. Ve onun i'tikâdında olan ilâh ise ona yardım etmez; böyle olunca münâza'un-leh olan itikâdda onun için birer eser vâki' olmaz. Ve kezâ münâzi' için dahî onun itikâdında olan ilâhdan, ona nusret yoktur. Binaenaleyh onlar için yardım eden yoktur. İmdi Hak Teâlâ, her bir mu'tekıdin hiddet-i infırâdı üzere, ilâhe-i i'tikâdâttan nusreti nefy etti. Ve mansûr olan cemî'sidir ve nâsır olan mecmû'udur (26).

Ya'nî her bir i'tikad sâhibi (inanan kimse), i'tikâd ettiği (inandığı) ilâhda birtakım evsâf (vasıflar) tahayyül (hayal) eder. Bu evsâf-ı hayâliyyesine (hayalindeki bu vasıflara) uymayan şeyleri, kendince birçok delâil serd ederek (delil ileri sürerek),  o ilâhdan def eder (kovar) ve ilâh-ı mu'tekadına (inandığı ilaha) bu sûretle yardım eyler. Halbuki bu ilâh-ı mu'tekad (inanılan bu ilah), o i'tikâd sâhibine (inanan kimseye) yardım etmez. Çünkü kendini îcad eden (yaratan) i'tikâd sâhibinden (inanan kimseden) akvâ (kuvvetli) değildir. Îcâd olunmuş (yapılmış, yaratılmış) bir şey, kendi mûcidine (yaratıcısına) elbette yardım edemez. Binâenaleyh (nitekim) sâhib-i i'tikâdın (inanan kişi) itikâdında (inancında) vâki (mevcut) olan ilâh, kendinin münâzi’i (çekişen, kavga eden) ve muhâlifi (zıt düşüncede) olan diğer ilâh-ı mu'tekada (inanılan ilaha) te'sîr edemez. Ve kezâ münâzi' (ağız kavgası eden) ve muhâlif (zıt düşüncede) olan kimsenin i'tikâdındaki (inancındaki) ilâhdan da kendisine nusret (yardım) yoktur. Zîrâ yardımdan "acizdir. Böyle olunca ashâb-ı i'tikâda (inanan kişiye) yardım edecek bir nâsır (yardımcı) yoktur. Binâenaleyh (nitekim) her bir mu'tekid (inanan kişi),  münferid (yalnız, tek başına) olduğu halde, ilâhe-i i’tikâdâttan (inandığı ilahlardan), Hak nusreti (yardımı) nefy etti (uzaklaştırdı). Şu halde, ilâh-ı mu'tekad (inandığı ilah) ile münferid (tek başına, yalnız) olan i'tikâd sâhibi (inanan kişiye) mansûr olmaz (yardım edilmez).  Mansûr olan (yardım eden),  vüs'at-ı kâbiliyyeti (kabiliyetinin genişliği) hasebiyle, suver-i mu'tekâdâtın (inanılan suretlerin) kâffesini (hepsini) câmi' olup (kendinde toplayıp) Hakk'ı bir akîdeye (inançla) tahsîs etmeyen (ayırmayan, mahsus tutmayan) ve Hakk'ı her bir akîdede (inandığı her şeyde) müşâhede eden (gören, seyreden) âriftir (bilir kişidir) ve nâsır olan (yardım eden) dahî mecmû'dur (toplamıdır, tümüdür) ya'nî o i'tikâdâtın mecmû'udur (inanılanların bütün hepsinin toplamıdır). Zîrâ o ârif (bilir kişi), akîdelerin  (inanılanların) cümlesinin (bütün hepsinin) sûretinde Hakk'ı müşâhede ettiği (gördüğü) cihetle, her bir sûrette ona tecellî-i rabbânî (rabbani tecelliler, ilhamlar) vâsıl olur (ulaşır) ve her birisinden ayrı ayrı feyizler bulur. Velhâsıl her bir akîde (inanılan şey), alâ-hiddetin münferid (yalnız, sadece hiddet üzere) olduğu halde, kendi sâhibine nusret (yardım) etmez. Ne kadar akîde (inanılan şeyler) varsa cümlesinin mecmû'u, (hepsinin toplamı) sâhibine nusret (yardım) eder ve sâhibi tarafından dahî nusret (yardım) olunur ve bu mecmû'un (toplamın, cem olmuşun) sâhibi dahi ârif-i kâmildir (Hakk’ı eksiksiz, tam bilendir). Zîrâ bu mecmu'dan (cem olunmuş, toplanmış olandan) ona füyûzât-ı İlâhiyye (İlahi feyzlerin, ilhamların) nüzûlü (inmesi) nusrettir (yardımdır). Ve bu zât-ı saâdet-simâtın (saadetli zatın) bu mecmû'u teşkil eden (toplamını oluşturan) akîdelerin (inanılan şeylerin) her birisinde Hakk'ı müşâhede etmesi (görmesi) ve her birini ikrâr eylemesi (kabul etmesi) dahî, o mecmû'un (toplamın, cem olunmuşun) mansûr olmasıdır (yardım etmesidir).

Suâl: Âlemde (dünyada) bu kadar i'tikâdât-ı bâtıla (boş, batıl inançlar) ve ilâhe-i mec'ûle (yapılmış ilahlar) vardır. Ârif-i kâmil (Hakk’ı tam, eksiksiz bilen kişi) bunların cümlesini (bütün hepsini) ikrâr (kabul) eder mi?

Cevâp: Bu hususda cenâb-ı Şeyh (r.a.)’ın şeyhi Ebû Medyen (r.a.) hazretlerinin beyt-i şerifleri cevâb-ı kâfidir.

Beyt:
Tercüme ve îzâh: Bâtılı, (boş, beyhude olan şeyleri) tavrında (davranışında, halinde) inkâr etme! Zîrâ o da zuhûrât-ı Hakk'ın (Hakk’ın görünmelerinin, meydana çıkmalarının) ba'zısıdır. Ve o bâtıla (boş, beyhude olana)  kendinden o tecellî sûretinin (oluşan, beliren suretin) mikdârını  (değerini) Hakk'a ver. Tâ ki onun hakk-ı isbâtını (hakk olduğunu) kâmil (tam, mükemmel) kılasın. Binâenaleyh (nitekim) ârif-i kâmil (Hakk’ı tam, eksiksiz bilen kişi), Hakk'ı bi'l-cümle (bütün) i'tikâd sûretiyle (inandığı suretlerle) takyîdden (kayıtlamaktan) ve hattâ ıtlâktan (kayıtsızlıktan) ıtlâk edip (kurtarıp) Hakk'ın tecellî (ilham, belirme, görünme) ile tahavvül ettiği (dönüştüğü, değiştiği) i'tikâd sûretlerinden (inanılan suretlerden) her bir sûrette Hakk'a inkâr etmeyip ikrâr (kabul) eder ve onun Hak olduğunu bilir.

Böyle olunca Hak, ârif indinde inkâr olunmayan ma'rûfdur. Binâenaleyh dünyâda ehl-i ma'rûf olanlar, âhirette de ehl-i ma'rûftur. İmdi bunun için Hak Teâlâ "Kalb sâhibi olan için" (Kâf 50/37) buyurdu. Böyle olunca o kimse, kalbin eşkâlde taklîbi sebebiyle, sûretlerde Hakk'ın taklîbini bildi (27).

Ya'nî ârif-i kâmil (Hakk’ı tam eksiksiz bilen) cemî'-i sûretlerde (bütün suretlerde) Hakk'ı müşâhede edince (görünce, seyredince), artık  bu ârif indinde (arif tarafından) Hak, öyle bir ma'rûf olur ki (tanınır, bilinir ki), ne sûrette (şekilde, biçimde) zâhir olursa olsun (açığa çıkarsa çıksın), inkâr olunmaz. Binâenaleyh (nitekim) dünyâda Hakk'ı, cemî'-i suverde (bütün suretlerde) müşâhede edenler (görenler, seyredenler),  âhirette de, bi'l-cümle suverde (bütün suretlerde) Hakk'ı görürler. Vücûd-ı insanîde (insanın varlığında) ma'rifet-i ilâhiyyenin (ilahi bilgilerin) mahalli (yeri) ise, "kalb"dir. Zîrâ rûh, nefis,  rûhânî ve cismânî olan kuvâ (güçler) ve a'zâ (uzuvlar, organlar), hep makam-ı ma'lûm (belli makam) sâhipleridir. Kendi makâmlarının dâiresini tecâvüz edemezler (aşamazlar). Fakat "kalb" öyle değildir. O kâffe-i merâtibin (bütün mertebelerin) suver (suretler) ve eşkâlinde (biçiminde) mütekallib (değişen, dönüşen) olur. İşte bu sebebden Hak Teâlâ "Kalb sâhibi için Kur'ân'da pend (öğüt) ve nasîhat vardır" (Kâf, 50/37) buyurdu.

İmdi ârif kendi nefsinden, Hakk'ın nefsini tanıdı. Halbuki o ârifin nefsi, hüviyyet-i Hakk'ın gayrı değildir. Ve kevnden mevcûd olan bir şey yoktur ki, hüviyyet-i Hakk'ın gayrı olarak vûcûda gelsin. Belki o şey Hakk'ın aynıdır. Binâenaleyh, bu sûretlerde âlim ve ârif ve mukırr olan Hak'tır ve bu sûret-i dîğerde ârif ve âlim olmayan ve onu inkâr eden de Hak'tır. İşte bu, tecellîden ve ayn-ı cem'de şuhûddan Hakk'ı tanıyan kimsenin hazzıdır (28).

Ya'nî ârif, kendi kalbinin şekillerde takallübünü (değiştiğini) görünce, bütün sûretlerde Hakk'ın takallübünü (bir halden bir hale girmesini) bi'l-müşâhede (görerek), Hakk'ın nefsini tanıdı. Halbuki ârifin nefsi, Hakk'ın hüviyyetinin gayrı (Zat’ından başka) olmadığı gibi ekvânda (dünyada, âlemlerde) hüviyyet-i Hakk'ın gayrı (Hakk’ın hakikatinden, Zat’ından başka) olan hiçbir mevcûd (varlık) dahî yoktur. Belki kâffe-i eşyâ (bütün varlıklar) Hakk'ın hüviyyetinin (Zat’ının) aynıdır. Zîrâ aynı olmayıp, gayrı (başka) olsa, birbirine muğâyir (aykırı, başka) iki vücûd olmak lâzım gelirdi. Halbuki vücûd, hakîkâtte birdir ve vücûd, hakîkatte birden ibâret olunca bu gördüğümüz sûretlerde kendi vücûdunu tanıyan ve bilen ve ona ikrâs eden (ödünç veren) Hak olmuş olur. Ve kezâ (böylece) erbâb-ı hicâb (perdelenmiş kişi) sûretlerinde zâhir olup (açığa çıkıp görünüp) bütün sûretlerde mütehavvil (değişen, değişken) olan kendi vücûdunu tanımayan ve bilmeyen ve onu inkâr eden, yine Hak'tan ibâret olur. İşte bu zikrolunan (anlatılan) hakâyık (hakikatler), Hakk'ı her mazharda (görüntü yerlerinde, birimlerde) o mazhar ( görüntü yeri (birim) hasebiyle (dolayısıyle) vâki' olan (oluşan) tecellîsinden (belirmesinden) tanıyan ve ayn-ı cem'de (Zat-ı cem’de, toplayıcı Zat’ta ,Hakk’ta) nefsini ve kevnin (evrenin) bi'l-cümle (bütün) sûretlerini, hüviyyet-i Hakk'ın (Hakk’ın Zat’ının) aynı olarak, müşâhededen (gören) bilen ârifin hazzı ve zevkidir. Ârifin gayrisinde (arif olmayanda) bu haz ve zevk mevcûd değildir. Onlar inkâr ve ikrâr (kabul etme) beynindedir (arasındadır).

Rubâî (dörtlü):

Tercüme: "Ehl-i keşf (keşif sahibi) ve erbâb-ı şuhûdun (gören kişilerin, velilerin) mezhebinde, bütün âlem (evren), vücûd-ı vâhidin (tek vücudun) tafsîllerinden (açılımlarından, detaylarından) başka bir şey değildir. Vâkıâ (her ne kadar) bu kadar sûretler o vücûd-ı vahidden (tek vücuttan) zâhir göründü; dikkatle baktığın vakit bir mevcûddan başkası olmadığını görürsün."

Diğer rubâî (dörtlü):
Tercüme: "Mücâvir
(komşu) ve musâhib (sohbet eden) ve refik (arkadaş) olan hep O'dur. Dilencinin palâs-pâresi (eski püskü elbisesi) ve pâdişâhın elbîse-i fâhiresi (değerli elbisesi) içinde olan hep O'dur. Fark (ayrılık, başkalık) ve kesret (çokluk) encümeninde (topluluğunda) ve cem' (çoğul) ve vahdet (teklik) nihân-hânesinde (mahzeninde) olan billâhi hep O'dur ve tekrâr tekrâr yemin ederim ki hep O'dur."

Böyle olunca o kimse, kavl-i Hak mûcibince, taklîb-i Hak'ta tenevvü' eden kalb sâhibi olan kimsedir (29).

Ya'nî ilim ve ma'rifetten (bilgilerden) ve şuhûd (görüş) ve tecellîden hazzı ve zevki olan kimse, Hakk'ın taklîbinde (kalıptan kalıba girmede) mütenevvi' (çeşit, çeşit) olan kalbin sâhibi bulunan kimsedir. Nitekim hadîs-i şerîfde buyurulur: .................................. ya'nî "Mü'minin kalbi,  Rahmân'ın parmaklarından iki parmak arasındadır. Onu istediği vech ile (yöne) döndürür." Hadîs-i şerifde  “kalbü'l-mü'mini” (müminin kalbi) kavliyle (sözleriyle) kalbin mü'mine tahsîsi (ayrılması, mümine ait olması),  ârif-i kâmilin gayrisi (Allah’ı tam, eksiksiz bilenden başkasının) kalb sâhibi olmadığına işârettir. Zîrâ gayr-ı ârif (arif olmayan) akıl sâhibidir ve akıl ise hakâyık-ı İlâhiyye’yi (İlahi hakikatleri) idrâkten kâsırdır (kavramaktan, anlamaktan acizdir).Nitekim bâlâda (yukarda) mürûr etti (geçti).

Dâvûd Kayseri Hazretleri “fî taklibihî” kavlindeki (sözündeki) zamîrin hem Hakk'a, hem de kalbe ircâını (ait oluşunu, dönük oluşunu) câiz (mümkün, olabilir) görmüştür. Hakk'a râci' (ait, dönük) olduğuna göre olan ma'nâ, tercümede zikrolundu (anlatıldı).  Ve kalbe râci' (ait, dönük) olduğuna göre olan ma'nâ ise şu vech (yönü) ile olur: "Hakk'ı tecellîden (belirmelerden, görünmelerden) ve ayn-ı cem'de (toplayıcı Zat’ta, Hakk’ta) şuhûddan (görmekten (görmek suretiyle) tanımak  zevki ile mahzûz (zevklenmiş) olan kimse, sûretlerde kendi nefsinin taklîbinde tenevvü’ eden (çeşitli hallere giren) kalbin sâhibi bulunan kimsedir.” Zîrâ, kalbin hakîkati takallüb (bir halden başka hale değişme)  olduğundan, kalb, bütün sûretlerde takallübde (bir halden başka bir hale değişmede) mütenevvi' (çeşitli) olur. Binâenaleyh (nitekim), kalb sâhibi olan ârif bütün sûretlerde mütecellî olan  (görülen, beliren, meydana çıkan) Hakk'ı, Hak'la ârif olur (bilir).

Velâkin ehl-i îman, Hak'tan ihbâr ettikleri şeyde, Enbiyâ ve rusül (aleyhimü's-selâm)’a taklîd eden mukalliddir. Ashâb-ı inkâra ve ahbâr-ı vârideyi edille-i akliyyelerine haml ile te'vîl edenlere taklîd eden mukallid değildir. İmdi ehl-i iman, Enbiyâ (aleyhimü's-selâm)’ın lisanları üzere vârid olan ihbârât-ı İlâhiyyeyi, Hak Teâlâ'nın .................... (Kâf, 50/37) ya'nî "Yâhut kulak veren" kavliyle murâd olunanlardır (30).

Yâ'nî bir tâife vardır ki, onlar Enbiyâ (Peygamber) (aleyhimü's-selâm)’a vârid olan (gelen) vahy-i İlâhî (İlahi vahyi) kendilerine tebliğ olunduğu hînde (ulaştırıldığı vakit) "Bu doğru mudur, değil midir?" diye delîl-i aklîye (akıllarının kılavuzluğuna) mürâcaada tevakkuf etmezler (beklemezler).  Zîrâ onun emîn olduğunu bilmişlerdir. İşte bunlar Enbiyâ (Nebiler) ve Rusül (aleyhimüs-selâm)’a taklîd eden ehl-i îmandır (imanlı kimselerdir). Bunun misâli bu âlemde (dünyada) pek çoktur. Meselâ hasta oluruz. Emin ve hâzık (işinin ehli, ustası) olduğuna i'timâd ettiğimiz (inandığımız) bir tabîbe (doktora) mürâcaat ettiğimizde, bize vâki' (önleyici, tedbir) olan vesâyâsını (tavsiyelerini), delîl-i aklî (aklımızın rehberliğini) isti'mâl etmeksizin (kullanmaksızın),  bi'l-kabûl (kabul ederek) harfiyyen icrâ ederiz (yerine getiririz).  Birisi çıkıp da bize: "Bakalım onun vesâyâsı (tavsiyeleri) ma'kûl mudur (akla yatkın mıdır?) bunu tetkîk ettin mi?" (araştırdın mı?) dese, biz de cevâben deriz ki: "Bu tabîbin (doktorun) hazâkatine (uzmanlığına, ustalığına) i'timâdım vardır. Ben onun ilmini onun kadar bilemem; o metbû'dur, (kendisine uyulandır) ben tâbi'im (ona uyarım)."

Binâenaleyh (nitekim), delîl-i aklî ile iştigâl (meşgul olmak) beyhûde (boşuna) yorgunluktur. Ve yine bir tâife (grup) daha vardır ki, bunlar, ashâb-ı inkâra ve vahy-i İlâhîyi (İlahi vahyi) te'vîl ile (kendi açık manasından daha başka bir mana ile yorumlamak suretiyle) safvetini (saflığını) ihlâl eden (bozan) kimselere taklîd eyleyenlerdir. Ehl-i îman (iman sahipleri) bu zümre-i  mukallidînden (bu grubu taklid edenlerden) değildir. Binâenaleyh (nitekim) ...................................... (Kâf, 50/37) âyet-i kerîmesinde .................... kavliyle (sözleriyle) murâd olunan tâife (tayfa), Enbiyâ (Peygamber) (aleyhimü's-selâm)’a taklîd eden tâifedir (tayfadır).  Ashâb-ı te'vîle (asıl manasından çıkarak başka  manada yorumlayanları)  taklîd edenler bundan hariçtir (bunun dışındadır). Zîrâ bir kimsenin metbû'u (uyduğu, tabi olduğu) idrâk-i hakâyık (hakikatleri anlama, idrak etme) husûsunda câhil olursa, ona tâbi' (uyan, bağlı) olan kimse, ondan daha câhil olur.

Mesnevî:

Halbuki o, ya'nî ilkâ-yı sem' eden bu kimse, şehîddir (31).

Ya'nî ihbârât-ı İlâhiyyeye (İlahi cümlelere, anlatımlara) kulak veren kimse şehîddir. "Şehîd"in iki ma'nâsı vardır: "Hâzır", ya'nî enbiyâ (aleyhimü's-selâm) kendilerine nâzil olan (inen) ahbâr-ı ilâhiyyeyi (ilahi sözleri, haberleri) tebliğ ettiği (bildirdiği) vakit, hâzır-ı murâkıb (incelemeye, hıfz etmeye hazır) olan ma'nâsınadır. Ve ikincisi dahî "şâhid" (bilen, tanıyan, gören) demek olur. Ve "şuhûd"un (görmenin) mertebeleri vardır: Birincisi göz ile görmek; ikincisi âlam-i hayâlde (hayal âleminde) basîret (kalpgözü) ile görmek; üçüncüsü basar (beden gözünün) ve basîretin (kalpgözünün) her ikisiyle görmek; dördüncüsü, suver-i hissiyyeden (hissi suretlerden)  mücerred (saf, yalın, katıksız) olan hakâyık (hakikâtler) için idrâk-i hakîkîdir (gerçek, tam idraktir) . Burada murâd (gaye) âlem-i hayâlde (hayal âleminde) huzûr (hazır olmak (basiret gözü ile görmek) ve rü’yet (beden gözüyle) görmek) ma'nâlarının her ikisidir. Nitekim, Hz: Şeyh (r.a:) buyurur:

Hazret-i hayâle ve onun isti'mâline tenbîh eder. O dahî “ihsan” hakkında Resûl (a.s.)ın ....................................... kavlidir. İmdi bunun için o şehîddir (32).

Ya'nî Hak Teâlâ "Ve hüve şehîdün" kavliyle (sözleriyle) hazret-i hayâle (hayal mertebesine) ve onun isti'mâline (kullanılması için) tenbîh (uyarır) ve işâret eder. Zîrâ ilkayı sem' eden (kulak verip dinleyen, duyan) kimse, mesmû'u olan (işittiği) şeyin sûretini hayâlinde ihzâr eder (hazırlar, hazır eder). Binâenaleyh (nitekim) onun şuhûdu (görüşü) hayâlîdir. Ve hayâlin isti'mâli (kullanılması),  suver-i mahsüsâttan (gözle görülen suretlerden) tecerrüd (soyunmak) ve inkıtâ'  (bitme, kesilme) ile olur. Hazret-i hayâle (hayal âlemine) dâhil olmak için, hazret-i şehâdetten (içinde bulunduğumuz âlemden, dünyadan) intikâl " etmek (geçmek, göçmek) lâzımdır. Ve ilkâ-yı sem' eden (kulak verip dinleyen) mü'minin hazret-i hayâlde (hayal mertebesinde) şuhûdunun (görüşünün) ve hazret-i hayâli isti'mâl etmesinin (kullanmasının) delîli' (ispatı) dahî "ihsan" hakkında (S.a.v.) Efendimiz'in: “İhsan, senin O'nu görür gibi Allâh'a ibadet etmekliğindir". Ve hadîs-i âharda (diğer bir hadiste de) :  "Allah Teâlâ namaz kılan kimsenin kıblesindedir" kavl-i şerifleridir. (yüce sözleridir) Zîrâ musallî, (namazını kılan) hayâlinde kendi mu'tekadinin  (inandığı şeyin) sûretini ihzâr edip (hazırlayıp) huzûr-ı kalbî (gönül rahatlığıyla) ve teveccüh-i küllî (bütün yönelişi)  ile Allâh'a ibâdet eder. Bu sûrette (şekilde) onun şuhûdu (görmesi) hayâlî olur. Ve bu şuhûd-ı hayâliden (hayali görüşünden) dolayı, kıblesinde Hakk'ı müşâhede eder. (görür) Velâkin gözü Hakk'ın nûru ile sürmelenmiş (kapanmış) olup keskin gören musallî (namaz kılan) için murâkabe-i tâm (tam olarak iç âlemine dalma, kendinden geçme) ve teveccüh-i külli (tam yöneliş) lâzım değildir. Zîrâ, onun isti'dâdı kâmil (istidadı tam gelişmiş) ve keşfı kavî (kuvvetli, güçlü) olduğundan her cihette (yönde) hâzır olan Hakk'ı, cemî'-i cihâtta (bütün yönlerde, her tarafta) müşâhede eder (görür).  Nitekim, Hak Teâlâ buyurur: ............................. (Bakara, 2/115) Ve namaz hakkındaki tafsîlât (geniş bilgi) Fass-ı Muhammedî''de gelecektir.

(Devam edecek)

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-18.08.2004
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail