[BU FASS KELİME-İ ŞUAYBİYYE' DE MÜNDEMİC OLAN "HİKMET-İ
KALBİYYE" BEYÂNINDADIR]
Ve
nazar-ı fîkrî sâhibine taklîd eden mukallid ve onunla mukayyed
olan kimse, ilkâ-yı sem' eden kimse değildir. Zirâ bu ilkâ-yı
sem' eden kimsenin, bizim zikrettiğimiz şeyi şehîd olması
lâbüddür. Ve bizim zikrettiğimiz şeyi şehîd olmayan kimse bu
âyet ile murâd olan kimse değildir. İmdi onlar Hak Teâlâ'nın
haklarında .............................. (Bakara, 2/166) ya'nî:
“Metbû' olanlar, onlara tâbi' olanlardan müteberrî olduklarında"
buyurduğu kimselerdir. Ve halbuki rusül, onlara tâbi' olan
etbâ'larından müteberrî olmazlar (33).
Ma'lûm olsun ki, nazar-ı fikrî sâhibi
(fikri görüş sahibi kişiler),
ehlullah indinde (velilere
göre) gayr-ı mu'teberdir (itibarlı,
saygın değildir). Zîrâ
"müfekkire" (düşünme gücü)
dediğimiz şey, kuvve-i cismâniyyeden
(bedensel güçlerden)
birisidir. Binâenaleyh (nitekim)
o müfekkire (düşünce)
üzerinde ba'zan vehim ve ba'zan dahî akıl tasarruf
eder (idare eder, yönetir).
Halbuki iki mutasarrıfın
(idarecinin) hükmettiği
bir mahalde intizam (düzen)
aramak abestir (boşunadır).
Zîrâ o mahalde dâima nizâ'
(çekişme, kavga) vâki' olur
(vardır).
Vehim, akıl ile münâzaa
(çekişir, kavga) eder ve akıl
ise madde-i zulmâniyyede (madde
karanlığında) hayrete düşüp idrâk-i hakâyıka
(hakikatleri idrak etmeye, anlamaya)
kudret-yâb olamaz (gücü
yetmez). Bugün
"Böyledir" diye hükmettiği şeyde, yarın vehmin tasarruf
(yönetmesi) ve nizâ'ı
(çekişmesi) zuhûr edip
(meydana çıkıp) onu o verdiği
hükümde şükûk (şüphe) ve
zunûna (zanlara) düşürür.
Nitekim Hz. Mevlânâ (r.a.) buyurur:
Mesnevî:
Tercüme: "Ey pehlivan! Akıl, şehvetin zıddıdır. Sen şehvet
dokuyana akıl deme! Şehvet dilencisi olan kimseye vehim sâhibi
de! Vehim, kalbdır (sahtedir);
akılların altını ise nakd-i hâlistir
(gerçek paradır).
Vehim ile akıl miheksiz (iyiyi
kötüyü ayıran ayar aleti olmadan) zâhir
(belli) olmaz. Çabuk her
ikisini de mihek (ölçü aletinin
olduğu) tarafina götür! Bu mihek
(iyiyi kötüyü ayırt eden ölçü aleti)
dahî Kur'ân-ı Kerim'dir; ve enbiyâ
(peygamber) (aleyhimü's-selâm)ın
hâlidir. Zîrâ Kur'ân ve hâl-i enbiyâ mihek
(ayırt edici ölçü aleti) gibi,
kalb (sahte para gibi)
olan vehme: Gel, der, tâ ki benim müsâdememden
(çarpmamdan, tokuşmamdan)
kendini göresin ki, sen benim iniş ve yokuşumun ehlinden
değilsin. Ammâ aklı eğer bir testere iki parça etse, altının
ateş içinde selîm (kusursuz, doğru)
olması gibi olur".
Binâenaleyh (nitekim)
erbâb-ı fikir ve nazar (fikir
ve düşünce sahipleri),
idrâk ettikleri şeyde şek
(şüphe) ve zan üzere olmaktan zâil
(vaz geçmiş) olmazlar.
Velâkin muhakkıkîn (hakikat ehli)
böyle değildir. Onlar eşyâyı
(varlıkları) taammül
(zahmet çekip çalışarak) ve
tefekkür ile değil, Rab'lerinin nûruyla müşâhede ettiklerinden,
(gördüklerinden) hükümleri
yakîn (kesin doğruluk)
üzerinedir. llkâ-yı sem'in (duymanın,
dinlemenin) neticesi şuhûda
(görme düzeyine) çıktığından,
ancak ehl-i şuhûd (gören kişiler)
olan Enbiyâya (Peygamberleri)
taklîd eden kimseler, ilkâ-yı sem' etmiş
(işitmiş, duymuş) olanlardır. Zîrâ onlar için
merâtib-i şuhûd (görme mertebeleri)
hâsıl (mevcut)
olur. Ve bu mukallidlerin (taklitçilerin)
tâbi' oldukları, (uydukları,
bağlı oldukları) rusül, (Peygamber)
onlardan teberrî etmezler.
(yüz çevirmezler, sevmemezlik yapmazlar)
Çünkü ellerinden tutup, onları makâm-ı şuhûda
(görme makamlarına, velilik makamlarına)
îsâl etmiş (ulaştırmış)
olduklarından tâbi'lerine
(kendilerine uyanlara) karşı utanıp, biz sizlerden
berîyiz (temiziz, kusursuzuz)
demezler. Fakat ehl-i vehim ve zan
(vehim ve şüphe sahibi) olan
fıkr-i nazarî ashâbına (fikri görüş
sahiplerine) taklîd eden mukallidlerin
(taklitçilerin) yolu bi'ttabi'
(doğal olarak) evhâm ve
zunûna (zanlara)
çıktığından, onlar, ilkâ-yı sem' eden
(işiten, duyan) kimselerin
zümresine (grubuna) lâhık
(katılanlar, dahil olanlar)
değildirler. Çünkü onların hâsılı
(neticesi) şuhûd mertebesi
(görme mertebeleri, velilik)
değil, ancak zunûn (zanlar)
ve evhâmdır. Binâenaleyh (nitekim)
bu tâifenin (grubun)
metbû'ları olan (uyduğu,
tabi olduğu) erbâb-ı fıkir ve nazar
(fikir ve görüş sahipleri) ,
tâbi'lerini de (kendilerine
uyanlarıda) berbâd ettiklerini gördüklerinde
hicablarından (utançlarından)
"Biz sizden berîyiz" (temiziz,
kusursuzuz) derler.
İmdi ey velî! Bu "hikmet-i kalbbiyye"de senin için zikrettiğim
şeyi tahkîk et! Ve "hikmet-i kalbiyye"nin Şuayb. (a.s.)’a
ihtisâsına gelince, "hikmet-i kalbiyye"de teş'îb olundugu
içindir. Yâ'nî bunun şu'beleri muhtasar değildir. Zîrâ her bir
i'tikâd bir şu'bedir. Binâenaleyh onun hepsi şuabdır, ya'nî
i'tikâdât, Böyle olunca gıtâ münkeşif olduğu vakit, her bir
kimseye mu'tekadı hasebiyle münkeşif olur. Ba'zan hükümde
mu'tekadının hilâfına olarak münkeşif olur. O da Hak Teâlâ'nın
........................ (Zümer, 39/47) Ya'nî "Onlara yevm-i
kıyâmette zan etmedikleri şey, Allah'dan zâhir olur" kavlidir
(34).
Ya'nî Şuayb, "şu'be"den me'hûzdur
(alınmış, çıkarılmıştır).
Ve "kalb" dahî avâlimi
(âlemleri) ve akâidi
(inanılan şeyleri) ve ruhânî
ve cismânî olan kuvâsı (kendindeki
meleki güçler) hasebiyle kesîrü'ş-şuab
(birçok şubeleri) olduğundan
Hz. Şeyh (r.a.) beynlerindeki (aralarındaki)
münâsebetten nâşî (dolayı)
"hikmet-i kalbiyye"yi (kalple
ilişkili hikmeti) Kelime-i Şuaybiyye'ye
(Şuaybiyye kelimesine) tahsîs
edip (ayırıp, mahsus kılıp)
burada i'tikâdât-ı muhtelife şu'belerini
(inanaçların çeşitli bölümlerini) beyân buyurdu
(anlattı).
İmdi ekser-i inkişâf hükümdedir. Nitekim tövbesiz vefât ettiği
vakit, âsî hakkında Mu'tezilî, Allah hakkında nüfûz-ı vaîdi
i'tikâd eder. Böyle olunca vefât edip Allah indinde merhûmen
onun hakkında inâyet sebkat ederek, muhakkak o ikâb olunmasa,
Allâh'ı Gafûr ve Rahîm bulur. Şu halde zannetmediği şey
Allah'dan zâhir olur (35).
Ya'nî, sâhibinin i'tikâdına
(kişinin inancına) muhâlif
(aykırı) olarak münkeşif
(keşfolunmuş, açılmış) olan
mu'tekadâtın (inanılan şeylerin)
ekserîsi hükümdedir, zâtta değildir. Ve bu hükümde
muhâlif inkişâfın (uygun olmayan bir
açılımın) vuku'u (olması)
dahî Mu'tezilî'nin (kaderiyye’cilerin
(vâsıl bin atâ yolunda olanların) i'tikâdı
(inancı) gibidir. Zîrâ
Mu'tezilî (kaderiyyeciler)
i'tikad etmiştir (inanmıştır)
ki, âsî tövbe etmeksizin vefât ettikde, onun
hakkında Allah Teâlâ vaîdini (verdiği
sözü) infâz eder. (yerine
getirir) Halbuki vefât ettikde, Allah Teâlâ rahmet ve
inâyetle (ihsan etmekle, iyilikle)
tecellî edip (belirip)
ona ikâb buyurmasa (ceza,
azab vermese) o i'tikâdına muhâlif
(inandığının aksi) olarak
Allâh'ı Gafûr ve Rahîm bulur. Maahâzâ
(bununla beraber) o, Allah
ikâb edecek (ceza, azap verecek)
zannetmiş idi. Hak onun zannı
(düşündüğü) gibi çıkmadı,
başka türlü zâhir oldu.
Ma'lûm olsun ki, tövbesiz vefât eden abd-i âsî
(Allah’ın emirlerine karşı çıkan kul)
hakkında vaîdin (verilen
sözün) adem-i infâzı (yerine
getirilmemesi) için iki sebeb vardır:
Birincisi:
Ayn-ı sâbitesinin (ilmi suretinin)
Hakk'a verdiği ilim üzerine, hakkında lâhık olan
(ulaşan) hükm-i Hak
(Hakk’ın kararı, hükmü),
ikâb olunmayıp (ceza
verilmeyip) inâyete (ihsana,
iyiliğe) mazhar (nail)
olmasıdır. Böyle bîr kimse avârız-ı tabîiyye
(tabii engeller, belalar) hasebiyle ba'zı maâsîyi
(günahları) irtikâb eylese
(işlese) de tövbesiz vefât etse, inâyet-i ezeliyyeye
mazhariyyeti (ezelde şereflendiği,
nail olduğu ihsan) ve tahâret-i asliyyesi
(aslının temizliği) sebebiyle,
onun seyyiâtı (kötülükleri)
hasenâta (iyiliklere)
tebdîl olunur. (değiştirilir)
Nitekim Hak Teâlâ buyurur: .......................... (Furkân,
25/70). Veyâhut inâyet (ihsan, iyilik)
ve rahmet-i ilâhiyyenin (hakk’ın
rahmeti) azamet (büyüklüğü)
ve saltanatı indinde (hükümdarlığı
katında) o maâsî (günahları)
mahv olur (yok olur).
Rubâî-i Ömer Hayyâm:
Tercüme: "Ey kudret-i celîlü'ş-şânından
(ulu yüce kudretinden) zâhir olduğum zât-ı kerim! Ben Senin
ni'metinde nâz ile perverde oldum (yetiştirildim).
İmtihan kasdıyla yüz yıl günah edeceğim. Bakalım
benim cürmüm mü (suçum mu)
ziyâde, (fazla) yoksa
Senin rahmetin mi?"
İkincisi: Hak Teâlâ Kur'ân-ı Kerîm'de
.......................... (Ahkaf, 46/16) buyurdu. Halbuki Hak
Teâlâ hazretleri Fass-ı İsmâlî'de
(ismail bölümünde) tafsîl
olunduğu (açıklandığı)
üzere, İsmâîl (a.s.)’ı .......................... (Meryem,
19/54) âyet-i kerîmesinde "sâdıku'l-va'd" olmasıyla
(mükafatlandıracağına dair verdiği sözü
tutmakla) medh buyurdu (övdü).
Binâenaleyh (nitekim)
Hak Teâlâ dahî sâdıku'l-va'ddir
(verdiği sözü yerine getirir).
Zîrâ vaîdin (cezalandırmak
için verilen sözün) adem-i infâzını
(yerine getirmemeyi, yapmamayı)
va'd buyurmuştur (söz vermiştir).
Elbette va'dini incâz buyurur
(ihsan için verdiği sözü yerine getirir).
Böyle olunca vaîdin
nüfûzu (cezalandırmak için verdiği
sözün geçerli olması,, yerine getirilmesi) lâzım
değildir.
Rubâî-i (dörtlü)
Ömer Hayyâm:
Tercüme: "Cihânda günâh etmemiş olan kimdir?
Söyle! Günâh etmeyen kimse, söyle nasıl zindegî eder
(yaşar)?
İlâhî! Farz edelim ki ben fenâ yaptım, Sen de fenâ
mükâfat verdin. Şu halde söyle benim ile senin aranda fark nedir?
Şübhe yoktur ki Sen benim gibi değilsin. Benden hatâ ve Sen'den
atâ (bağış, ihsan) zuhûra
gelir (meydana çıkar)."
Ve
hüviyyet hakkındaki inkişâf-ı gıtâya gelince: lbâdın ba'zısı
i'tikâdında cezm eder ki, mıuhakkak Allah Teâlâ şöyle ve
böyledir. İmdi perde kalktığı vakit, kendi mu'tekadinin sûretini
görür. Halbuki o sûret, i'tikâd ettigi Hak idi ve düğüm çözülür.
Binâenaleyh i'tikâd gider, müşâhede ile bilinir ve gözün
keskinliğinden sonra, za'f ve noksân-ı nazar rücû' etmez (36).
Ya'nî hüviyyet-i Hak (Hakk’ın
hakikâti, zatı) hakkında şöyle ve böyledir diye
dünyâda bir akîde-i hâs (kendine has
iman) ile i'tikâd eden (inanan)
her bir mu'tekid (imanlı
kişi), yevm-i
kıyâmette (kıyamet günü)
kendi mu'tekadini (inandığı şeyi)
Hak ve vâki' (gerçek)
olarak görür. Zîrâ Hak ona bu i'tikad sûretinde
(inandığı şekilde) tecellî
eder (belirir).
Ve kalbindeki ukde-i i'tikad
(iman düğümü)
çözülür. Artık gayba (bilinmeyene)
olan i'tikâd (iman)
zâil (yok) olup onun
yerine müşâhede ve yâkîn (görmekle
kesin, sağlam bilgi) ile husûle gelen
(meydana çıkan) ilim kâim
olur (yerine geçer).
Zîrâ akîde (iman),
ehl-i hicâbın (perdeli
kişilerin) kalbine mahsûstur
(aittir).
Hicâb (perde)
kalkınca i'tikad (iman)
kalmaz ve gözde müşâhede (gözle görmek) ile keskinlik hâsıl (mevcut)
olduktan sonra da nazarda
(görüşte) za'f (zayıflık,
bir şeye karşı istek, gönül akışı) olmaz ki, tekrâr
i'tikâda (inanmaya)
ihtiyâç hâsıl olsun. Binâenaleyh (nitekim),
tenâsühe kail olanların (ruhun
bir bedenden başka bir bedene geçtiğini söyleyenlerin)
kelâmı reddedilmiş olur. Zîrâ onlar ba'de'l-mevt
(ölümden sonra) mirâren
(defalarca) abdin
(kulun) dünyâya geleceğine
zâhib olmuşlardır (geleceği fikrine
kapılmışlardır).
Halbuki ba'de'l-mevt (ölümden
sonra) ilm-i yakîn (kati,
kesin bilgi) husûlünden (meydana
gelmesinden) sonra, tekrâr dünyâya gelip gördüğü şey
hakkında hicâba düşmek (perdelenmek)
vâ'ki' olmaz (gerçekleşmez).
İmdi Hak, sûretlerde tecellînin ihtilâfı
sebebiyle, rü'yet indinde ba'zı abîde mu'tekadinin hilâfı olarak
zâhir olur. Zîrâ tecellî tekerrür etmez. Böyle olunca o ba'zı
abîd üzerine, hüviyyet hakkında sâdık olur. Ve perdenin
kalkmasından evvel hüviyyet hakkında zannetmedikleri şey, o
hüviyyet hakkında Allah'dan onlara zâhir olur (37).
Ya'ni hüviyyet-i
İlâhiyye (Hakk’ın zatı)
hakkında, bir i'tikâd-ı mahsûsu
(kendine has imanı) olan kimseye, Hak kendi i'tikâdı
sûretinde (inandığı surette)
tecellî ettikde (belirdiğinde,
göründüğünde), dünyâdaki
mu'tekadinin hilâfı (inandığının
zıddı) zâhir olur
(görülür). Zîrâ
Hak muhtelif (türlü çeşitlilikte)
olan isimlerinin sûretlerinde tecellî eder
(belirir).
Binâenaleyh
(nitekim) o kimsenin i'tikâdı
sûretinde (inandığı surette)
tecellî ettikten (belirdikten)
şonra, o tecellîye mümâsil
(benzer) olarak, onun i'tikâd
etmediği (inanmadığı)
diğer bir sûrette dahî tecellî eder
(belirir). Zîrâ
tecellî tekrâr etmez ve tekerrür etmeyince
(tekrarlanmayınca) de bi't-
tabi' (doğal olarak) bir
sûret üzerine olmaz. Ve çünkü esmâ-i İlâhiyye nâmütenâhîdir
(İlahi isimler sonsuzdur) ve
Hak bu esmâ ile dâima mütecellîdir
(tecelli edendir).
İmdi ba'zı kullar üzerine ................... (Zümer, 39/47)
âyet-i kerîmesinin mazmûnu (manası)
sâdık (doğru, gerçek)
olur. Zîrâ o kimselere hayât-ı dünyeviyyede
(dünya yaşamındaki)
hüviyyet-i İlâhiyye (Hakk’ın zatı)
hakkında i'tikâd (iman)
ettikleri şeyin hilâfı
(zıddı) dâr-ı âhirette
(ahiret yurdunda) zâhir olur
(görülür) ve Hak keşf-i
gıtâdan (örtünün açılmasından),
ya'nî mevtten evvel
(ölmezden önce) i'tikâd
(iman) ettikleri şeyin hilâfina
(zıddı) olarak tecellî eyler
(belirir, görünür) .
Ve keşf-i gıtâdan (örtünün
kalkmasından) sonraki tecellî
(belirme, görünme) dahî
ba'de'l-mevt (öldükten sonra)
terakkî (ilerleme, yükselme)
olduğunu gösterir.
(Devam edecek)
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-24.08.2004
http://sufizmveinsan.com
|