128. Bölüm

[BU FASS KELİME-İ ŞUAYBİYYE' DE MÜNDEMİC OLAN "HİKMET-İ KALBİYYE" BEYÂNINDADIR]

Ve nazar-ı fîkrî sâhibine taklîd eden mukallid ve onunla mukayyed olan kimse, ilkâ-yı sem' eden kimse değildir. Zirâ bu ilkâ-yı sem' eden kimsenin, bizim zikrettiğimiz şeyi şehîd olması lâbüddür. Ve bizim zikrettiğimiz şeyi şehîd olmayan kimse bu âyet ile murâd olan kimse değildir. İmdi onlar Hak Teâlâ'nın haklarında .............................. (Bakara, 2/166) ya'nî: “Metbû' olanlar, onlara tâbi' olanlardan müteberrî olduklarında" buyurduğu kimselerdir. Ve halbuki rusül, onlara tâbi' olan etbâ'larından müteberrî olmazlar (33).

Ma'lûm olsun ki, nazar-ı fikrî sâhibi (fikri görüş sahibi kişiler), ehlullah indinde (velilere göre) gayr-ı mu'teberdir (itibarlı, saygın değildir).  Zîrâ "müfekkire" (düşünme gücü) dediğimiz şey, kuvve-i cismâniyyeden (bedensel güçlerden) birisidir. Binâenaleyh (nitekim) o müfekkire (düşünce) üzerinde ba'zan vehim ve ba'zan dahî akıl tasarruf eder (idare eder, yönetir).  Halbuki iki mutasarrıfın (idarecinin) hükmettiği bir mahalde intizam (düzen)  aramak abestir (boşunadır). Zîrâ o mahalde dâima nizâ' (çekişme, kavga) vâki' olur (vardır).  Vehim, akıl ile münâzaa (çekişir, kavga) eder ve akıl ise madde-i zulmâniyyede (madde karanlığında) hayrete düşüp idrâk-i hakâyıka (hakikatleri idrak etmeye, anlamaya) kudret-yâb olamaz (gücü yetmez). Bugün "Böyledir" diye hükmettiği şeyde, yarın vehmin tasarruf (yönetmesi) ve nizâ'ı (çekişmesi) zuhûr edip (meydana çıkıp) onu o verdiği hükümde şükûk (şüphe) ve zunûna (zanlara) düşürür. Nitekim Hz. Mevlânâ (r.a.) buyurur:

Mesnevî:
Tercüme: "Ey pehlivan! Akıl, şehvetin zıddıdır. Sen şehvet dokuyana akıl deme! Şehvet dilencisi olan kimseye vehim sâhibi de! Vehim, kalbdır (sahtedir); akılların altını ise nakd-i hâlistir (gerçek paradır). Vehim ile akıl miheksiz (iyiyi kötüyü ayıran ayar aleti olmadan) zâhir (belli) olmaz. Çabuk her ikisini de mihek (ölçü aletinin olduğu) tarafina götür! Bu mihek (iyiyi kötüyü ayırt eden ölçü aleti) dahî Kur'ân-ı Kerim'dir; ve enbiyâ (peygamber) (aleyhimü's-selâm)ın hâlidir. Zîrâ Kur'ân ve hâl-i enbiyâ mihek (ayırt edici ölçü aleti) gibi, kalb (sahte para gibi) olan vehme: Gel, der, tâ ki benim müsâdememden (çarpmamdan, tokuşmamdan) kendini göresin ki, sen benim iniş ve yokuşumun ehlinden değilsin. Ammâ aklı eğer bir testere iki parça etse, altının ateş içinde selîm (kusursuz, doğru) olması gibi olur".

Binâenaleyh (nitekim) erbâb-ı fikir ve nazar (fikir ve düşünce sahipleri), idrâk ettikleri şeyde şek (şüphe) ve zan üzere olmaktan zâil (vaz geçmiş) olmazlar. Velâkin muhakkıkîn (hakikat ehli) böyle değildir. Onlar eşyâyı (varlıkları) taammül (zahmet çekip çalışarak) ve tefekkür ile değil, Rab'lerinin nûruyla müşâhede ettiklerinden, (gördüklerinden) hükümleri yakîn (kesin doğruluk) üzerinedir. llkâ-yı sem'in (duymanın, dinlemenin) neticesi şuhûda (görme düzeyine) çıktığından, ancak ehl-i şuhûd (gören kişiler) olan Enbiyâya (Peygamberleri) taklîd eden kimseler,  ilkâ-yı sem' etmiş (işitmiş, duymuş) olanlardır. Zîrâ onlar için merâtib-i şuhûd (görme mertebeleri) hâsıl (mevcut) olur. Ve bu mukallidlerin (taklitçilerin) tâbi' oldukları, (uydukları, bağlı oldukları) rusül, (Peygamber) onlardan teberrî etmezler. (yüz çevirmezler, sevmemezlik yapmazlar) Çünkü ellerinden tutup, onları makâm-ı şuhûda (görme makamlarına, velilik makamlarına) îsâl etmiş (ulaştırmış) olduklarından tâbi'lerine (kendilerine uyanlara) karşı utanıp, biz sizlerden berîyiz (temiziz, kusursuzuz) demezler. Fakat ehl-i vehim ve zan (vehim ve şüphe sahibi) olan fıkr-i nazarî ashâbına (fikri görüş sahiplerine) taklîd eden mukallidlerin (taklitçilerin) yolu bi'ttabi' (doğal olarak) evhâm ve zunûna (zanlara) çıktığından, onlar, ilkâ-yı sem' eden (işiten, duyan) kimselerin zümresine (grubuna) lâhık (katılanlar, dahil olanlar) değildirler. Çünkü onların hâsılı (neticesi) şuhûd mertebesi  (görme mertebeleri, velilik) değil, ancak zunûn (zanlar) ve evhâmdır. Binâenaleyh (nitekim) bu tâifenin (grubun) metbû'ları olan (uyduğu, tabi olduğu) erbâb-ı fıkir ve nazar (fikir ve görüş sahipleri) , tâbi'lerini de (kendilerine uyanlarıda) berbâd ettiklerini gördüklerinde hicablarından (utançlarından) "Biz sizden berîyiz"  (temiziz, kusursuzuz) derler.

İmdi ey velî! Bu "hikmet-i kalbbiyye"de senin için zikrettiğim şeyi tahkîk et! Ve "hikmet-i kalbiyye"nin Şuayb. (a.s.)’a ihtisâsına gelince, "hikmet-i kalbiyye"de teş'îb olundugu içindir. Yâ'nî bunun şu'beleri muhtasar değildir. Zîrâ her bir i'tikâd bir şu'bedir. Binâenaleyh onun hepsi şuabdır, ya'nî i'tikâdât, Böyle olunca gıtâ münkeşif olduğu vakit, her bir kimseye mu'tekadı hasebiyle  münkeşif olur. Ba'zan hükümde mu'tekadının hilâfına olarak münkeşif olur. O da Hak Teâlâ'nın ........................ (Zümer, 39/47) Ya'nî "Onlara yevm-i kıyâmette zan etmedikleri şey, Allah'dan zâhir olur" kavlidir (34).

Ya'nî Şuayb, "şu'be"den me'hûzdur (alınmış, çıkarılmıştır).  Ve "kalb" dahî avâlimi (âlemleri) ve akâidi (inanılan şeyleri) ve ruhânî ve cismânî olan kuvâsı (kendindeki meleki güçler) hasebiyle kesîrü'ş-şuab (birçok şubeleri) olduğundan Hz. Şeyh (r.a.) beynlerindeki (aralarındaki) münâsebetten nâşî (dolayı) "hikmet-i kalbiyye"yi (kalple ilişkili hikmeti) Kelime-i Şuaybiyye'ye (Şuaybiyye kelimesine) tahsîs edip (ayırıp, mahsus kılıp) burada i'tikâdât-ı muhtelife şu'belerini (inanaçların çeşitli bölümlerini) beyân buyurdu (anlattı).

İmdi ekser-i inkişâf hükümdedir. Nitekim tövbesiz vefât ettiği vakit, âsî hakkında Mu'tezilî, Allah hakkında nüfûz-ı vaîdi i'tikâd eder. Böyle olunca vefât edip Allah indinde merhûmen onun hakkında inâyet sebkat ederek, muhakkak o ikâb olunmasa, Allâh'ı Gafûr ve Rahîm bulur. Şu halde zannetmediği şey Allah'dan zâhir olur (35).

Ya'nî, sâhibinin i'tikâdına (kişinin inancına) muhâlif (aykırı) olarak münkeşif (keşfolunmuş, açılmış) olan mu'tekadâtın (inanılan şeylerin) ekserîsi hükümdedir, zâtta değildir. Ve bu hükümde muhâlif inkişâ­fın (uygun olmayan bir açılımın) vuku'u (olması) dahî Mu'tezilî'nin (kaderiyye’cilerin (vâsıl bin atâ yolunda olanların) i'tikâdı (inancı) gibidir. Zîrâ Mu'tezilî (kaderiyyeciler) i'tikad etmiştir (inanmıştır) ki, âsî  tövbe etmeksizin vefât ettikde, onun hakkında Allah Teâlâ vaîdini (verdiği sözü) infâz eder. (yerine getirir) Halbuki vefât ettikde, Allah Teâlâ rahmet ve inâ­yetle (ihsan etmekle, iyilikle) tecellî edip (belirip) ona ikâb buyurmasa (ceza, azab vermese) o i'tikâdına muhâlif (inandığının aksi) olarak Allâh'ı Gafûr ve Rahîm bulur. Maahâzâ (bununla beraber) o, Allah ikâb edecek (ceza, azap verecek) zannetmiş idi. Hak onun zannı (düşündüğü) gibi çıkmadı, başka türlü zâhir oldu.

Ma'lûm olsun ki, tövbesiz vefât eden abd-i âsî (Allah’ın emirlerine karşı çıkan kul) hakkında vaîdin (verilen sözün) adem-i infâzı (yerine getirilmemesi) için iki sebeb vardır:

Birincisi:  Ayn-ı sâbitesinin (ilmi suretinin) Hakk'a verdiği ilim üzerine, hakkında lâhık olan (ulaşan) hükm-i Hak (Hakk’ın kararı, hükmü), ikâb olunmayıp (ceza verilmeyip) inâyete (ihsana, iyiliğe) mazhar (nail) olmasıdır. Böyle bîr kimse avârız-ı tabîiyye (tabii engeller, belalar) hasebiyle ba'zı maâsîyi (günahları) irtikâb eylese (işlese) de tövbesiz vefât etse, inâyet-i ezeliyyeye mazhariyyeti (ezelde şereflendiği, nail olduğu ihsan) ve tahâret-i asliyyesi (aslının temizliği) sebebiyle, onun seyyiâtı (kötülükleri) hasenâta (iyiliklere) tebdîl olunur. (değiştirilir) Nitekim Hak Teâlâ buyurur: .......................... (Furkân, 25/70). Veyâhut inâyet (ihsan, iyilik) ve rahmet-i ilâhiyyenin (hakk’ın rahmeti) azamet (büyüklüğü) ve saltanatı indinde (hükümdarlığı katında) o maâsî (günahları) mahv olur (yok olur). Rubâî-i Ömer Hayyâm:

Tercüme: "Ey kudret-i celîlü'ş-şânından (ulu yüce kudretinden) zâhir olduğum zât-ı kerim! Ben Senin ni'metinde nâz ile perverde oldum (yetiştirildim). İmtihan kasdıyla yüz yıl günah edeceğim. Bakalım benim cürmüm mü (suçum mu) ziyâde, (fazla) yoksa Senin rahmetin mi?"

İkincisi: Hak Teâlâ Kur'ân-ı Kerîm'de .......................... (Ahkaf, 46/16) buyurdu. Halbuki Hak Teâlâ hazretleri Fass-ı İsmâlî'de (ismail bölümünde) tafsîl olunduğu (açıklandığı) üzere, İsmâîl (a.s.)’ı .......................... (Meryem, 19/54) âyet-i kerîmesinde "sâdıku'l-va'd" olmasıyla (mükafatlandıracağına dair verdiği sözü tutmakla) medh buyurdu (övdü). Binâenaleyh (nitekim) Hak Teâlâ dahî sâdıku'l-va'ddir (verdiği sözü yerine getirir). Zîrâ vaîdin (cezalandırmak için verilen sözün) adem-i infâzını (yerine getirmemeyi, yapmamayı) va'd buyurmuştur (söz vermiştir). Elbette va'dini incâz buyurur (ihsan için verdiği  sözü yerine getirir).  Böyle olunca vaîdin nüfûzu (cezalandırmak için verdiği sözün geçerli olması,, yerine getirilmesi) lâzım değildir.

Rubâî-i (dörtlü) Ömer Hayyâm:

Tercüme: "Cihânda günâh etmemiş olan kimdir? Söyle! Günâh etmeyen kimse, söyle nasıl zindegî eder (yaşar)? İlâhî! Farz edelim ki ben fenâ yaptım, Sen de fenâ mükâfat verdin. Şu halde söyle benim ile senin aranda fark nedir? Şübhe yoktur ki Sen benim gibi değilsin. Benden hatâ ve Sen'den atâ (bağış, ihsan) zuhûra gelir (meydana çıkar)."

Ve hüviyyet hakkındaki inkişâf-ı gıtâya gelince: lbâdın ba'zısı i'tikâdında cezm eder ki, mıuhakkak Allah Teâlâ şöyle ve böyledir. İmdi perde kalktığı vakit, kendi mu'tekadinin sûretini görür. Halbuki o sûret, i'tikâd ettigi Hak idi ve düğüm çözülür. Binâenaleyh i'tikâd gider, müşâhede ile bilinir ve gözün keskinliğinden sonra, za'f ve noksân-ı nazar rücû' etmez (36).

Ya'nî hüviyyet-i Hak (Hakk’ın hakikâti, zatı) hakkında şöyle ve böyledir diye dünyâda bir akîde-i hâs (kendine has iman) ile i'tikâd eden (inanan) her bir mu'tekid (imanlı kişi), yevm-i kıyâmette (kıyamet günü) kendi mu'tekadini (inandığı şeyi) Hak ve vâki' (gerçek) olarak görür. Zîrâ Hak ona bu i'tikad sûretinde (inandığı şekilde) tecellî eder (belirir). Ve kalbindeki ukde-i i'tikad (iman düğümü) çözülür. Artık gayba (bilinmeyene) olan i'tikâd (iman) zâil (yok) olup onun yerine müşâhede ve yâkîn (görmekle kesin, sağlam bilgi) ile husûle gelen (meydana çıkan) ilim kâim olur (yerine geçer). Zîrâ akîde (iman), ehl-i hicâbın (perdeli kişilerin) kalbine mahsûstur (aittir). Hicâb (perde) kalkınca i'tikad (iman) kalmaz ve gözde müşâhede (gözle görmek) ile keskinlik hâsıl (mevcut) olduktan sonra da nazarda (görüşte) za'f (zayıflık, bir şeye karşı istek, gönül akışı) olmaz ki, tekrâr i'tikâda (inanmaya) ihtiyâç hâsıl olsun. Binâenaleyh (nitekim), tenâsühe kail olanların (ruhun bir bedenden başka bir bedene geçtiğini söyleyenlerin) kelâmı reddedilmiş olur. Zîrâ onlar ba'de'l-mevt (ölümden sonra) mirâren (defalarca) abdin (kulun) dünyâya geleceğine zâhib olmuşlardır (geleceği fikrine kapılmışlardır). Halbuki ba'de'l-mevt (ölümden sonra) ilm-i yakîn (kati, kesin bilgi) husûlünden (meydana gelmesinden) sonra, tekrâr dünyâya gelip gördüğü şey hakkında hicâba düşmek (perdelenmek) vâ'ki' olmaz (gerçekleşmez).

İmdi Hak, sûretlerde tecellînin ihtilâfı sebebiyle, rü'yet indinde ba'zı abîde mu'tekadinin hilâfı olarak zâhir olur. Zîrâ tecellî tekerrür etmez. Böyle olunca o ba'zı abîd üzerine, hüviyyet hakkında sâdık olur. Ve perdenin kalkmasından evvel hüviyyet hakkında zannetmedikleri şey, o hüviyyet hakkında Allah'dan onlara zâhir olur (37).

Ya'ni hüviyyet-i İlâhiyye (Hakk’ın zatı) hakkında, bir i'tikâd-ı mahsûsu (kendine has imanı) olan kimseye, Hak kendi i'tikâdı sûretinde (inandığı surette) tecellî ettikde (belirdiğinde, göründüğünde),  dünyâdaki mu'tekadinin hilâfı (inandığının zıddı) zâhir olur (görülür).  Zîrâ Hak muhtelif (türlü çeşitlilikte) olan isimlerinin sûretlerinde tecellî eder (belirir).  Binâenaleyh (nitekim) o kimsenin i'tikâdı sûretinde (inandığı surette) tecellî ettikten (belirdikten) şonra, o tecellîye mümâsil (benzer) olarak, onun i'tikâd etmediği (inanmadığı) diğer bir sûrette dahî tecellî eder (belirir).  Zîrâ tecellî tekrâr etmez ve tekerrür etmeyince (tekrarlanmayınca) de bi't- tabi' (doğal olarak) bir sûret üzerine olmaz. Ve çünkü esmâ-i İlâhiyye nâmütenâhîdir (İlahi isimler sonsuzdur) ve Hak bu esmâ ile dâima mütecellîdir (tecelli edendir). İmdi ba'zı kullar üzerine ................... (Zümer, 39/47) âyet-i kerîmesinin mazmûnu (manası) sâdık (doğru, gerçek) olur. Zîrâ o kimselere hayât-ı dünyeviyyede (dünya yaşamındaki) hüviyyet-i İlâhiyye (Hakk’ın zatı) hakkında i'tikâd (iman) ettikleri şeyin hilâfı (zıddı) dâr-ı âhirette (ahiret yurdunda) zâhir olur (görülür) ve Hak keşf-i gıtâdan (örtünün açılmasından), ya'nî  mevtten evvel (ölmezden önce) i'tikâd (iman) ettikleri şeyin hilâfina (zıddı) olarak tecellî eyler (belirir, görünür) . Ve keşf-i gıtâdan (örtünün kalkmasından) sonraki tecellî (belirme, görünme) dahî ba'de'l-mevt (öldükten sonra) terakkî (ilerleme, yükselme) olduğunu gösterir.

(Devam edecek)

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-24.08.2004
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail