129. Bölüm

[BU FASS KELİME-İ ŞUAYBİYYE' DE MÜNDEMİC OLAN "HİKMET-İ KALBİYYE" BEYÂNINDADIR]

Ve tahkîkan biz mevtten sonra maârif-i İlâhiyyede vâki' olan  terakkînin sûretini, keşfde tâifeden müctemi'  olduğumuz kimsenin ve onların indinde mevcûd olmayıp bu mes'elede onlara ifâde ettiğimiz şeyin zikri sırasında Tecelliyât nâm kitabımızda zikr eyledik (38).

Hz. Şeyh (r.a.), Hallâc ve Cüneyd ve Sehl (kaddesâllâhu esrârahum) ile sâir ekâbir-i ehlullahdan (diğer büyük velilerden) bir tâife ile berzahlarında (aralarında) müctemi' olup (toplanıp) maârif-i İlâhiyye’ye (İlâhi bilgilere) dâir onlar ile mübâhase eylediği (karşılıklı konuştukları) ve onların idrâk eyledikleri ulûm (ilimler) ve maârifin (bilgilerin) mâfevkıne (üstüne, üst dereceye) îkâz ile (dikkâti cekmek, uyarmakla) onları terakkî ettirdiğini (ilerlettiğini, yükselttiğini) Tecelliyyût-ı Mevsıliyye nâm (adlı) kitabında , zikr eyledi (anlattı).

Suâl: Hz. Şeyh (r.a.) mevtten (ölümden) sonra terakki (ilerleme) olduğunu beyan buyuruyorlar. (bildiriyorlar) Halbuki .......................................... (İsrâ, 17/72) âyet-i kerîmesi ile ........................ hadîs-i şerîfi ba'de'l-mevt (ölümden sonra) adem-i terakkîye (terakkinin olmadığına) delâlet (işaret) eder.

Cevap: Bu âyet ve hadîs ehl-i küfür (küfür sahibleri) ve ehl-i şirk (Allah’a şirk koşanlar) hakkındadır. Muhakkıkînden (hakikâti meydana çıkaranlardan) olan ehl-i tevhîd (Allah’ın birliğine inananlar) ve onlara taklîd eden mü'minler için değildir. Zîrâ bunlar dünyâda Hakk'ın vücûduyla halkın (yaratılmışların) vücûdunu müstakil (kendine ait bağımsız) ve ayrı zannetmişler ve basar-ı basîretlerine (kalp gözlerine) körlük târî (çıkmış, peyda) olmuş idi. Bu körlükleri sebebiyle çeşm-i basîretin kehhâlleri (kalp gözü doktorları) olan Enbiya (Nebiler, Peygamberler) (aleyhimü's-selâm)’dan ve onların ilâçlarından kendilerini müstağnî bilmişler (gerek duymamışlar) idi. İşte bundan dolayı onların büsbütün kör olan gözlerinin dâr-ı âhirette (ahirette) de açılması ihtimâli yoktur. Zîrâ onlar a'mâ-yı ezelidir (ezelden beri kördür). Hiçbir kehhâl (göz doktoru) ve ilâcın onlar hakkında  te'sîri (etkisi) yoktur.

Velâkin ehl-i tevhîd (birleyen, Allah’ın birliğine inananlar) ile onlara taklîd eden mü'minlerin basar-ı basîretleri (kalp gözleri) tâbi' oldukları (bağlandıkları, uydukları) Enbiya (Nebiler, Peygamber) (a.s.)’ın ilâçları ile dâr-ı dünyâda (dünya yurdunda) alâmerâtibihim (mertebelerine göre) açılmış, vahdet nazarları (teklik görüşleri)  ânen-fe-ânen (git gide) tezâyüd (artmaya devam) edegelmekte  bulunmuş olduğundan, onlar için ba'de'l-mevt (ölümden sonra) terakkıyât (ilerleme) vardır. Zîrâ onların gözleri büsbütün kör olmayıp ba'zı avârız (hastalıklar) hasebiyle rü'yetlerine (görmelerinde) za’f (zayıflık) târî (çıkmış, peyda) olmuştur. Mevt (ölüm) ve afv ve mağfıret (affetme, bağışlama) ve hayât-ı dünyâda (dünyada yaşarken) kendilerine taklîd ettikleri ehl-i Hak'la (Hak ehliyle), berâzih-ı ulviyyede (yüce berzahta) ictimâ'ları (toplanmaları) sebebiyle bu avârız (hastalıklar) zâil (biter, yok) olur.

Hadd-i zâtında (zaten) çeşm-i ten (madde beden gözü) dahî böyle değil midir? Büsbütün kör olmuş bir göze, göz hekîmi ve onun ilâcı ne te'sîr eder? Fakat gözünde hâssa-i rü'yet (görme vasfı) mevcûd iken perde gelmiş veyâ hastalık sebebiyle rü'yetine (görmesinde) za'f (zayıflama) târi (çıkmış, peyda) olmuş bir gözün elbette tedâvîsi mümkündür.

Ey birâder! İşte Şeyh (s.a.) âsâr-ı münîfesinde (kıymetli eserinde), zikretmediği (anlatmadığı) hakâyık (hakikatler) ve maârif-i İlâhiyye (İlâhi bilgiler) bırakmamıştır. Bizlere ise sarf-ı himmetle (gayret sarf ederek) onları tetebbu' (okuyup öğrenme) kalmıştır. Bunu diriğ (yazık) etmeyelim de onların imdâd-ı rûhâniyyeteri (ruhlarının yardımları)  ile dünyâda ve âhirette hiddet-i nazar (keskin bakış) sâhibi olup Hakk'ı müşâhede edelim (görelim, seyredelim).

Nitekim Reşehâtu Ayni'l-Hayât'da zikr olunur (anlatılır) ki: Bir gece fakîrin birisi vâkıasında (rüyasında) Abdü'l-Gafûr Lârî (kuddise sırruhû) hazretlerini görmüş ve ona demiş ki: "Şeyh Muhyiddin İbnü'l-Arabî hazretleri vahdet-i vücûdun sırrından ve eşyânın (hakikatlerin) O'nunla maiyyeti keyfıyetinden (birliktelikteki hususundan) bahs  edip, isbâtı husûsunda da pek çok ihtimâm (dikkât, gayret) etmiştir. Âhirete naklettiğiniz (göçtüğünüz) vakit siz bu hakâyıkı (hakikatleri) nasıl buldunuz?" Cenâb-ı Abdü'l-Gafûr cevâben buyurmuşlar ki: "Bu âleme geldiğimde Hz. Şeyh ile buluştum ve onlardan bu mes'elenin sırrını sordum. "Söz ancak benim yazmış olduğum gibidir" diye cevap verdiler". Velhâsıl ba'de'l-mevt (ölümden sonra) ehl-i îmân (imanlı kişiler)  için terakkî (ilerleme) vardır.

Ve pek ziyâde taaccüb olunacak emirdendir ki, muhakkak insan dâima terakkîdedir. Ve hicâbın letâfet ve rikkatinden  ve suretlerin birbirine benzemesinden nâşî bu terakkîye şuûru yoktur. Ve bu teşâbüh-i suver, Hak Teâlâ'nın ............................ (Baka­ra, 2/25) kavli gibidir (39).

Ya'nî insan, ilimden "ayn"a seyrinden (özüne olan yolculuğundan) beri dâimâ terakkîdedir (ilerlemededir).  Zîrâ ayn-ı sâbitesi (ilmi sureti), dünyâda ve âhirette rûhânî ve cismânî olan kâffe-i âlemlerde (bütün mertebelerde) nüzûl (iniş) ve urûc (yükseliş) mertebelerinin her birisinde dâimâ bir sûrette (şekilde, biçimde) zâhir olur (görülür). Ve ayn-ı sâbitenin (ilmi suretin) gayr-ı mec'ûl olan (potansiyel güç olarak bulunan) isti'dâdı hasebiyle ber-mûcib-i kazâ (kaza gereği) ve kader-i İlâhî, ilim ve ma'rifet (bilgiler) gibi ma'nevî ve gıdâ gibi şûrî (suret ile ilgili) ve fakr u gınâ (fakirlik ve zenginlik) ve hastalık ve sağlık gibi ilâ-mâ-lâ-nihâye ahvâl (sonsuz haller) ,  rûhânî ve cismânî âlemlerde peyderpey (birbirinin ardı sıra) ona nâzil olmaktadır (inmektedir). Ve kuvvede olan (açığa çıkmamış potansiyel güç kuvve olarak bulunan) şeyler bu sûretle fiile gelir. Bu ise onun terakkîsidir (ilerlemesi, yükselmesidir) ve bu terakkî (ilerleyiş) hiçbir an munkatı' olmaz (bitmez, son bulmaz). Ve pek acîb (şaşılacak) bir şeydir ki, insan dâimâ terakkî (ilerleyiş) içinde olduğu halde hicâbın (perdenin) letâfet (şeffaflığından) ve rikkatinden (inceliğinden) ve sûretlerde teşâbüh (benzerlik) olmasından dolayı bunun farkına varamaz. Meselâ doğduğumuz vakit bu kadar değildik; ânen-fe-ânen (devamlı olarak, gittikçe) büyüdük; zerrât-ı vücûdumuz (vücudumuzun zerreleri) lâ-yenkatı' (ardı kesilmeksizin) bizden infikâk etti (çözüldü, bizden ayrıldı). Ve gıda vâsıtasıyla yerine o zerrelerin, sûrette müşâbih (şekilde benzeri) olan yenileri geldi. Ve kezâ çocukluğumuzda ilmimiz, fehmimiz (anlayışımız) bu kadar değildi; gittikçe ilim ve ma'rifet (bilgi, hüner) peydâ oldu. Maahâza (farz edelim ki) bu, terakki (ilerleyiş) ve tekâmül (gelişme) rakîk (ince) ve lâtif (şeffaf) olan perde arkasında vâki' olduğu (gerçekleştiği) ve sûretlerde müşâbehet (benzerlik) bulunduğu için, her ân-ı gayr-ı munkasimde (arası hiç kesilmeyen anlarda) vâki' olan (gerçekleşen) bu teceddüdâtın (yenilenmelerin) farkına varamadık.

İmdi mertebe-i ilm-i ilâhî’den (Allah’ın ilim mertebesinden) esfel-i sâfilîn (aşağıların en aşağısı) olan mertebe-i şehâdete (dünyaya) gelinceye kadar böyle olduğu gibi, mertebe-i şehâdetten (dünyadan) intikâlen (göç edip) diğer âleme gittiğimiz vakit dahî ebeden (sonsuza dek) böyle olacaktır. Zîrâ vücûda dâhil olup mevcûd olan, artık ademe (yokluğa) münkalib (dönmüş) olmaz. Ve bu teşâbüh-i suver (suretlerin benzerlikleri) Hak Teâlâ hazretlerinin ............................. (Bakara 2/25) kavli (sözleri) gibidir. Ya'nî "Ehl-i cennet her ne vakit o meyvelerden rızıklanıp it'âm olunsalar (yeseler) bu, evvelce dünyâda irzâk olunduğumuz (rızıklandığımız, yediğimiz) şeydir diyeler". Halbuki bir zamanda gelen rızık, diğer zamanda gelen rızkın gayridir (başkadır). Maahâzâ (farz edelim ki) ikisi de rızıktır. Ancak sûrette (şekilde, biçimde) biririne benzerler. Böyle olunca  muhakkıkîne (tahkik ehlilerine, velilere) göre taayyünât (meydana çıkanlar, birimler) arasında fark olduğu zâhirdir (açıktır) ; fakat hicâb ehline (perdeli kişilere) göre hafidir (gizlidir).

Halbuki rızk-ı vâhid, âharın aynı değildir. Zîrâ iki şebîh, şebîheyn oldukları haysiyyetle, ârif indinde iki başka şeydir. Ve sâhib-i tahkîk vâhidde kesreti görür. Nitekim, muhakkak esmâ-i İlâhiyye’nin medlûlü olduğunu ve her ne kadar onların hakâyıkı muhtelif ve kesîr ise de, muhakkak ayn-ı vâhide bulunduğunu bilir. İmdi bu, ayn-ı vâhidede kesret-i ma'kûledir. Binâenaleyh kesret, tecellîde bir aynda meşhûd olur (40).

Ya'nî muhtelif (çeşitli) zamanlarda mevcûd olan rızık, bir rızık değildir. Bi­nâenaleyh (nitekim) bunlar birbirinin aynı olamaz. Zîrâ birbirine benzeyen iki şey, yekdîğerinin gayrı (birbirinden başka) olan iki başka başka şeydir. Ve sâhib-i keşf ve tahkîk (keşif ve tahkik sahibi), ayn-ı vâhide (tek hakikat) olan vücûd-ı mutlakta, (gerçek kayıtsız vücutta) yekdîğerine (birbirine) benzeyen taayyünât-ı kesîreyi (meydana çıkmış çoklukları) görür. Ve nitekim esmânın medlûlü (delili) "Allah" olup, O'nun da bir olduğunu ve bu esmânın hakîkatleri muhtelif (çeşitli) Ve kesîr (çok) ise de, zât-ı vâhide (tek zat) olduğunu bilir. Meselâ Dârr ve Nâfi' isimleri, ma'nâları i'tibâriyle (bakımından) başka başka iki isimden ibârettir. Maahâzâ (bununla beraber) her ikisinin medlûlü (delili) zât-ı vâhidedir (tek zattır) ve ne kadar esmâ varsa, hepsinin medlûlü (delili) birdir. Ve Hak esmâ sûretleriyle tecellî ettikde (belirdiğinde) ayn-ı vâhide (tek hakikat) ma'kûl (akılla anlaşılır) ve kesret (çokluk) meşhûd (gözle görülür) olur; ya'nî vücûd-ı Hak bâtın (Hakk’ın vücudu gizli) ve vücûd-ı halk zâhir (yaratılmışların vücudu meydanda) olur. Fakat kıyâmet-i kübrâda (büyük kıyamette) vücûd-ı halk mestûr (yaratılmışların vücudu örtülü) ve bâtın; (gizli) ve vücûd-ı Hak zâtı ile zâhir (meydanda, görülür) olup ........................................... (Mü'min, 40/16)  âyet-i kerîmesinin mûcibi (gereği) zuhûra gelir (meydana çıkar). Ondan sonra yine tecelliyât-ı esmâiyye (esmanın tecellileri, belirmeleri) ile suver-i kesret (çokluk suretleri) peydâ olur ve ba's (yeniden dirilme) başlar. Binâenaleyh (nitekim) yevm-i basdeki (öldükten sonraki dirilişte) heyâkil (heykeller, bedenler), bu âlemdeki (dünyadaki) heyâkilin (heykellerin, bedenlerin) aynı değil; müşâbihidir (benzeridir).

Nitekim "heyûlâ", her bir sûretin haddinde ahz olunur ve o sûverin kesreti ve ihtilâfıyla berâber hakîkatte cevher-i vâhide râci' olur. Halbuki cevher-i vâhid, o suverin heyûlâsıdır (41).

Şeyh (r.a.) İnşâ-i Devâir  nâmındaki (adındaki) kitaplarında "heyûlâ" hakkında buyururlar ki: "Heyûlâ (bütün varlıkların ilk maddesi, ruh-i a’zam),  zâtına nazaran (göre) külliyye-i ma'kûle (bir bütünlük kavramı) olup vücûd (varlık) ve adem (yokluk) ile muttasıf (vasıflanmış) olmaz; ve o cümle rnevcûdât (bütün varlıklar) için maddedir ve mevcûdâtın zuhûruyla (varlıkların açığa çıkmasıyla), kemâliyle zâhir olur (görülür)."  Ya'nî heyûlâ (ilk cevher) hâriçte (dışta) mevcûd değildir, zihinde ma'kûldür (anlaşılır). Binâenaleyh (nitekim) vücûd (varlık) ve adem (yokluk) ile muttasıf (vasıflanmış) olmaz. Ulvî (yüce) ve süflî (aşağı) ne kadar mevcûdât (yaratılmış) varsa hepsi için maddedir; ve cemî'-i hakâyıkı hâvîdir. (bütün hakikatleri kendinde barındırır) Onun vücûdu eşhâsın (şahısların) vücûduna mevkûftur. (hapsedilmiştir) Zîrâ kâffe-i mevcûdâtın (bütün varolanların) sûretlerini kabul edip, kendisi o sûretlerde zâhir olur; (görülür) ve cemî'-i mevcûdâtın (bütün varlıkların) sûretleri, ayn-ı vâhide (tek hakikat) olan heyûlâda (ilk madde de, ilk cevher de) meşhûd (görülmüş) ve heyûlâ (cevher) o sûretlerde ma'kûldür. (akılla bilinir) Binâenâleyh (nitekim) "akl"ı ta'rîf ederken deriz ki: "Akıl, bir cevher-i mücerreddir (saf, yalın, halis, katıksız bir cevherdir) ki külliyyât (tamlık, bütünlük) ve cüz'iyyâtı (kısımları) müdrik (anlayan, kavrayan) ve cisme gayr-ı müteallıktır". (cisimle  bir bağlantısı yoktur) Ve "nefs"in ta'rifinde dahî deriz ki: "Nefs-i nâtıka, (konuşan nefs) külliyyât (bütünlük) ve cüz'iyyâtı (kısımları) müdrik (anlayan, kavrayan) olup, cisme tedbîr (hakimliği) ve tasarrufu (idare etmekle, yönetmekle) taalluk eden (ilgili olan) bir cevher-i mücerreddir". (saf, yalın, katıksız cevherdir) Ve "cism"in ta'rîfinde dahî deriz ki: "Cisim, eb'âd-ı selâseyi, (üç boyutu) ya'nî tûl (uzunluğu) ve arz (genişliği) ve umku (derinliği) kabûl eden bir cevherdir". İşte bunların cümlesinin (bütün hepsinin) ta'rifinde "cevher"i alırız. Halbuki cevher hakîkatte birdir. Ancak sûretler çok ve muhteliftir (çeşitlidir).  Binâenaleyh (nitekim) sûretlerin kâffesi (bütün suretlerin hepsi), hakîkat-ı vâhide (tek hakikat) olan cevhere rücû' eder; (geri döner, ona aittir) ve cevher sûretlerin cümlesi (hepsi) için heyûlâdır (ilk cevherdir (ruh-i azamdır) ve heyûlâ dahî cevherdir (özdür (kendi kendine bir varlığı olup gerçekleşmesi için başka bir nesneye ihtiyacı olmayandır).

İşte bunun gibi zât-ı İlâhiyye (Hakk’ın Zat’ı) , ayn-ı vâhidedir (tek hakikattir). Ve esmâ ve sıfât ise, onda kesret-i ma'kûledir (ancak akıl ile bilinen çokluklardır). Hak esmâ sûretleriyle tecellî ettikde (belirdiğinde) bu ayn-ı vâhide (tek hakikat) ma'kûl (ancak akılla anlaşılır) ve mestûr (örtülü) ve bâtın (gizli) olur ve kesret (çokluk) ise mahsüs (hissedilen) ve mekşûf (açık, belli) ve zâhir (meydanda görülür) olur. Meselâ bir çekirdekteki ağacın dalları, yaprakları ve çekirdekleri ve meyveleri zâhir oldukda (açığa çıktığında), çekirdek ma'kûl (ancak akılla bilinen) ve mestûr (örtülü) ve  bâtın (gizli) olur ve ağaç ile fürû'u mahsüs (kökleri, dalları, ve budakları hissedilir) ve mekşûf (belli, açık) ve zâhir (meydanda, görülür) olur.

İmdi nefsini bu ma'rifetle bilen kimse, muhakkak Rabb'ini bildi. Zîrâ Hak insanı kendi sûreti üzerine halk eyledi. Belki insan Hakk'ın ayn-ı hüviyyeti ve hakîkatıdır. Ve bunun için rusülden ve sûfiyyeden* İlâhiyyûnun gayri, ulemâdan bir kimse, nefsin ma'rifetine ve hakîkatına, muttali' olmadı. (42).

Ya'nî nefsinin, esmâ sûretleriyle tecellî edip, suver-i kevniyyenin (evren suretlerinin) kafesinde (bütün hepsinde) nâmütenâhî (sonsuz) olarak zâhir olan (meydana çıkan) Hakk'ın hakîkati (Zatı) olduğunu ve Hakk'ın bu sûretlerde ve bu sûretlerin birisi olan kendisinin nefsinde zâhir olduğunu (meydana çıktığını) bilen kimse, Hakk'ı bilmiş olur. Çünkü Hak, insanı kendi sureti üzerine halk etmiştir (yaratmıştır).  Nitekim hadîs-i sahîhde: ................. Ve bir rivâyette ................... buyrulmuştur. "Sûret"ten murâd, kâffe-i esmâ ve sıfât-ı İlâhiyye (bütün İlâhi sıfat ve isimlerinin) mecmû'unun (toplamının) sûretidir; ve "âdem"den murâd, insân-ı kâmildir. Zîrâ cemî'-i esmâ (bütün esmanın hepsi) ve sıfât-ı İlâhiyye (İlâhi sıfatlar) ile muttasıf (vasıflanıp) ve mütehakkık olup (tahakkuk edip) o sûret-i İlâhiyyeye mazhar (İlâhi suretin çıktığı, göründüğü yer, mahal) olan ancak insân-ı kâmildir. Belki insan, kendisinin hakîkatinde (özünde, zatında) muhtefî (gizlenmiş) olan Hakk'ın hüviyyetinin (Zatının) aynıdır; ve kezâ (böylece) Hakk'ın hakikatinin aynıdır. Çünkü hazret-i İlâhiyyenin (Hakk’ın) sûretidir. İşte insan, Hakk'ın hüviyyetinin (Zatının) ve hakîkatinin aynı olduğu için zevâhir-i ilm (zahir ilimler) ile iştigâl eden (uğraşan) ulemâ (âlimlerden) ve hükemâdan (hakimlerden, bilginlerden) bir kimse nefsin hakîkatına ve ma'rifetine (bilgisine) muttali' olmadı (vakıf olmadı, anlamadı). Bunu ancak İlâhiyyûndan olan (Allah’ın varlığına inanan) rusül (Peygamber) ve ekâbir-i sûfıyye  (büyük sufiler) bildiler.

(Devam edecek)

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-31.08.2004
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail