130. Bölüm

BU FASS KELİME-İ ŞUAYBİYYE' DE MÜNDEMİC OLAN "HİKMET-İ KALBİYYE" BEYÂNINDADIR]

Ve mütekaddimîn ve mütekellimînden ashâb-ı nazar ve erbâb-ı fikrin, nefis ve onun mâhiyyeti hakkındaki kelâmlarına gelince: İmdi onlardan nefsin hakîkatine muttali' olan yoktur. Ve nazar-ı fikrî ebeden ma'rifet vermez (43).

Zîrâ nazar-ı fikrî (fikri görüş) cismânîdir (cisimle alakalıdır),  zulumâtta (madde karanlığında) müstağrak olup (boğulup) vehim ve şübheleri ref’ etmekten (hükümsüz bırakmaktan) âcizdir.

İmdi, nazar-ı fıkrî tarîkından, nefsin hakîkatine ilmi taleb eden kimse muhakkak verem, ya'nî şiş sâhibi olarak semiz olur ve ateşsiz odunu üfler. Şüphesiz onlar hayât-ı dünyâda sa'yleri zâyi' ye bâtıl olduğu halde işleri iyi olduğunu zanneden kimselerdendir. İmdi bir emri kendi tarîkının gayrisinden taleb eden kimse, o emrin hakîkatine zafer bulmaz (44).

Ya'nî nefsin hakîkatini anlamak için bir kimse, tertîbât-ı mantıkıyye (mantıki düzenlemeler) ile iştiğal etse (uğraşsa) ve onu birtakım "suğrâ" (küçük) ve "kübrâ" (büyük) ve "netice" vâsıtalarıyla bilmek istese, o kimse şiş sâhibi (şişmiş) olduğu halde, kendisini şişman görür. Ya'nî semen-i kâzib (yalancı semizlik) sâhibidir. Ve ateşsiz odunu üfler, ya'nî boş yere çalışır. Ve böyle yapanlar şüphesiz Hak Teâlâ'nın ..................................................(Ketıf, 18/ 104) âyet-i kerimesinde beyân buyurduğu zümreye (gruba) dâhil olur. Binâenaleyh (nitekim) bir işi kendi yolunun gayrı (kendi yolunun dışında) olan bir yoldan taleb eden (isteyen) kimse, o işin hakîkatine zafer-yâb olamaz (aradığı şeye ulaşamaz, başaramaz). Zîrâ nefsin hakikati ancak tarîk-ı keşf (keşf yolu) ile bilinir. Onu nazar-ı fikrî tarîkından (fikri görüş yoluyla) taleb etmek (istemek) boştur.

Hakîkat-i Nefs:

Ma'lûm olsun ki, cemî'-i nüfûsun (bütün nefislerin) hakîkati, Hakk'ın nefsi olan nefs-i vâhidedir (tek hakikattir) ve nüfûsun, (nefislerin, birimlerin) sûretleri dahî, Hakk'ın tenfîs ettiği (soluduğu, nefes verdiği) tecelliyât-ı nûriyyedir (nuri tecellilerdir). Binâenaleyh (nitekim) nefs-i cüz'î (cüzi nefis),  nefs-i küllînin (tam, bütün olan,  küll olan nefsin) sûretlerinden bir sûrettir ve nefs-i küllî ise insân-ı kâmilin nefsidir. Ve bu nefis dahî Hakk'­ın aynı olup, insân-ı kâmilin hakîkati mertebesinde zâhir olmuştur (açığa çıkmıştır). Ve nüfûsun kâffesi (nefislerin hepsi),  o nefs-i vâhideden (tek nefisten) sudûr etmiştir (çıkmıştır). Binâenaleyh (nitekim) o nefis, fiil ve infiâli (edilgiyi) kabûl eder. Ve fiil zükûret (erkekliktir), infiâl (fiili kabul etmek) ise ünûsettir (dişiliktir).  Nitekim Hak Teâlâ buyurur: ..........................................(Nisâ, 4/1) Ya'nî "Allah Teâlâ sizi nefs-i vâhideden (tek nefisten) halk etti (yarattı) ve ondan zevcini halk eyledi (eşini yarattı).  Ondan da birçok ricâl (erkekler) ve nisâ (kadınlar) neşr etti''. (yaydı, diriltti)  İşte bu nefs-i vâhide (tek nefis),  Hakk'ın nefsi olup, ....................... (Âl-i İmrân, 3/30) âyet-i kerimesiyle Hak Teâlâ bu nefisten efrâd-ı beşeriyyeyi (beşer olan fertleri) tahzîr (sakındırır, men) eder. Zîrâ biz nefsi Rabb'e ve Rabb'i dahî nefse vikâye (koruyucu) ve siper ittihâz eyleriz (tutarız).  Ya'nî nefsin bize nâzır olan (bakan) vechine (tarafına, yüzüne) nazaran (göre) mezâmmın (ayıplanan, zem olunan şeylerin) kâffesini (hepsini) nefsimize isnâd edip (maledip yükleyip) onu Rabb'imize vikâye (koruyucu) ve siper yaparız. Ve nefis, Hakk'ın nefsinin aynı olması i'tibâriyle (bakımından) de mehâmidin kâffesini (övülen, beğenilen bütün şeylerin hepsini) O'na isnâd ederiz. (malederiz) Ve bu suretle de Rabb'i nefse vikâye ederiz (koruyucu tutarız).  Bu bahsin tafsîli (geniş açıklaması) Fass-ı İbrâhimî'de (İbrahim bölümünde) mürûr etti (geçti).

Binâenaleyh (nitekim) "nefis", biri "Hakkî" ve diğeri "halkî" olmak, üzere iki cihet (taraf) sâhibidir. Halkıyyetimiz (yaratılmışlığımız) i'tibâriyle (bakımından),  nefis bize nisbet (bağıntılı) olunur. Ve biz Hakk'ın aynı olan hakâyık-ı zâtiyyesinin (zati hakikatlerinin) sûretleriyiz ve bu sûretler nâmütenâhîdir (sonsuzdur). Ve nefsin hakîkati dahî, nefsin zâtında zâhir olan (açığa çıkan) Hakk'ın nefsi olmasıdır. Zîrâ bu taayyünât-ı halkıyyenin (meydana çıkmış yaratılmışların) kâffesi (bütün hepsi) vücûd-ı Hakk'ın tenezzülâtından (Hakk’ın vücudunun inmelerinden, yoğunlaşmalarından) zuhûra (meydana) gelmiştir. Binâenaneyh (nitekim) Hak zât-ı ahadiyyetiyle (ahad olan zatıyla) tecellî ettikde, biz O'nun bâtınıyız (onda gizliyiz) ve O bizim kuvâ (meleki güçlerimizin, duyularımızın) ve a'zâ (uzuvlarımızın, organlarımızın) ve nüfûsumuzun (nefsimizin) aynıdır. Ve esmâ ve sıfâtıyla tecellî ettikde, Hak bizim bâtınımız (bizde gizli) olur. Ve biz Hakk'ın zât-ı ahadiyyetinde (ahad olan zatında) mahfî (gizli, saklı) iken, Hâk nefes-i rahmânîsiyle (rahman olan nefesiyle) bizi tenfîs eyledi (nefes verdi, soludu). Biz ademiyyet (yokluk halinde, yokluk) sıkıntısında iken, bu tenfîs (nefes vermek) ile bize rahmet edip, bizim a'yânımızı (ilmi suretlerimizi) kendi "ayn"ıyla (zatıyla, hakikati ile) îcâd eyledi (yarattı). Binâenaleyh (nitekim) biz Hakk'ın nefsinde, yine Hakk'ın nefsiyle zâhir olduk (meydana çıktık, göründük).

İşte bu ma'rifet (bilgiler) ile mütehakkık olan (tahakkuk eden, gerçekleşen) ancak İlâhiyyûndan (Allah’a inananlardan, Allah’ı bilenlerden) olan Rusül (resuller (Peygamberler) ile ekâbir-i evliyâdır (büyük Velilerdir). Erbâb-ı fikir (fikir sahipleri) ve ashâb-ı nazar (görüş sahipleri) bu ma'rifeti (bilgileri, ilmi) tahsîl edemediler (öğrenemediler). Çünkü nefisleri bu maârifin (bilgileri) tahsîline (öğrenmelerine) hicâb (perde) oldu. Birtakım ta'rifât-ı resmiyye (şekli tarifler) ile kıyl u kâle (dedi koduya) düştüler. Meselâ nefs-i nâtıka (konuşan nefis, (insandaki nefis) cevher midir (asıl mıdır, öz müdür), araz mıdır (iki zamanda baki olmayan, gelip geçici midir) bedenin dâhilinde mi (içinde mi) yoksa hâricinde midir (dışında mıdır) veyâ­hut ne hâriç ne de dâhil midir? deyip birtakım kazâyâ-yı mantıkıyye (mantıkı önermeler) tertîb (düzenleyip) ve delâil (deliller, kanıtlar) îrâd ettiler (getirdiler, söylediler).  Bilmediler ki delil dedikleri şey de medlû­lün (ortaya konulan delillerin) aynıdır.  Onun için sa'yleri (emekleri) boşa gitti.

Suâl: Bu bahiste (konuda) îrâd olunan (söylenen) maârif (bilgiler, ilim) ve hakâyıkta (hakikatlerde) dahî i'mâl-i fikr edilmiş (fikir üretilmiş) olmuyor mu? Ve bu kâğıt üzerinde menkuş (yazılmış) olan kelimât, (kelimeler) erbâb-ı fikir ve nazarın (fiki ve görüş sahibi kişilerin) mütâlaasına (etütlerine, düşüncelerine) arz edilmiş  (sunulmuş) bulunmuyor mu?

Cevap: Zikrolunan (anlatılan) maârif (bilgiler) ve hakayık (hakikatler) mahsûl-i fikir ve nazar (fikir ve görüş sahibi kişilerin ürünü) değildir. Belki cenâb-ı Şeyh (r.a.)’ın keşf ile muttali' olduğu (bilgilendiği, öğrendiği) maârif-i İlâhiyyedir (İlahi bilgilerdir) ki, bu maânî-i latîfe (ince derin manaları) hurûf (harfler) ve zurûf kisvesiyle (zarflar adı altında) âlem-i his (hissedilen âlem, dünya) ve şehâdete (görülen âleme, dünyaya) ihrâc buyrulmuş (çıkarılmış) ve erbâb-ı fikri (fikir sahibi kişilere) îkaz (dikkati çekmek, uyarmak) için ityân olunmuştur (getirilmiştir).  Yoksâ bu hakâyık (hakikatleri), it’âb-ı nazar (zorla düşünerek) ve i'mâl-i fikr ile (fikir üreterek), bu kadar hicâbât (perdeler) içinde bilâ-keşf (keşfsiz) idrâk olunamaz (anlaşılamaz).

Ve Hak Teâlâ, âlem ve enfas ile âlemin ayn-ı vâhidede, halk-ı cedîdde tebeddülü hakkında ne güzel buyurdu! İmdi bir tâife ve belki ekser-i ehl-i âlem hakkında ...................................(Kâf 50/15) ya'nî "Onlar halk-ı cedîdden lebs içindedir" dedi. Böy­le olunca onlar emrin enfâs ile tecdîdini bilmezler (45).

Ya'nî âyet-i kerimede Hak Teâlâ hazretlerinin buyurduğu vech (yön) ile âlemin (evrenin) halkı (yaratılması), her bir nefeste tecellî-i İlâhi (İlahi tecelliler) ile teceddüd eder (yenilenir).  Zîrâ âlemin (evrenin) vücûd-ı müstakilli (kendine ait bağımsız bir vücudu) olmadığından kendi nefsiyle ma'dûm (yok) ve Hakk'­ın vücûdu (varlığı) ile mevcûddur. Ve Hak dâimâ ve ebeden (sonsuza dek) tecellî edegelir. Binâenaleyh (nitekim) birinci tecellî asla (kendi hakikatine, öze)  rücû edince (geri dönünce) âlem, ma'dûm (yok) olur ve ikinci tecellînin müteâkıben (hemen arkasından) zuhûrunda (meydana çıkışında) dahi mevcûd olur velâkin tecellî-i sânî (ikinci tecelli, oluşum, belirme) o kadar sür'atle zuhûr eder (meydana çıkar) ki, onun nûru tecellî-i evvelin (önceki tecellinin) nûruna muttasıl (aralıksız, bitişik) olması hasebiyle ikisinin arasını fark (fark etmek) ve temyîz (ayırmak) mümkün ola­maz. Birinin hayâli zâil olmadan (kaybolmadan) onun müşâbihi (benzeri) olan diğer tecellî (oluşum, belirme) gelir. Binâenaleyh (nitekim) âlemin (evrenin) evvelâ ma'dûm (yok) ve ba'dehû (daha sonra) mevcûd olması gö­rülemez.

İşte bunun için âlemin sûret-i zâhiresine (evrenin görünen dış yapısına) nazar eden (bakan) erbâb-ı fikir ve nazar (fikir ve görüş sahipleri), bu teceddüd-i emsâlin (yenilenen tıpkıların, benzerlerin) farkına varamazlar. Mâahâzâ (diyelim ki) erbâb-ı fen (fenle uğraşanlar) bir dereceye kadar bu hakîkati idrâk edebilmişlerdir. Fakat onların bu idrâkleri, ehl-i keşif ve ilhâmın (keşif ve ilham sahiplerinin) mertebelerine vâsıl olamaz (ulaşamaz). Meselâ bu teceddüdün (tazelenmenin, yenilenmenin) ecsâm-ı uzviyyede (canlı, organik maddelerde) vukû'unu (oluşmasını) fennen müşâhede ederler (görürler) velâkin bir kaya parçası için her ân-ı gayr-ı munkasimde (kesintisiz, aralıksız anlarda) mevcûd (var olmak) ve ma'dûm (yok) olmak keyfiyyetini (hususunu) kabûl etmezler. Halbuki âlemin (evrenin) hey'et-i mecmûası (bütün toplamının hepsi) her bir nefeste tecellî-i İlâhi (İlahi tecelliler) ile halk-ı cedîddedir (yeniden yaratılmaktadır.

Mesnevî:

Tercüme: "Sûret,  bî-sûretlikten (suretsizlikten) çıktı; yine avdet etti (geri döndü).  Nitekim biz de ona rü'cû' ederiz. (geri döneriz) İmdi senin için her lahza (an) ölüm ve ric'at (geri dönme) vardır. Mustafâ (s.a.v.) ...................   ya'nî "Dünyâ bir sâat, bir andır" buyurdu. Cümle âlem (bütün evren) her dem (an) fenâdadır (yokluktadır) ve tekrâr vücûd (varlık) bulup bakâda (sebat, devamlılık üzre) olur. Âlem (evren) dâimâ yürüyüp oturmaktadır ve soyunup giyinmekten hâlî (yoksun) değildir.''

Velhâsıl kâffe-i eşyânın hakâyıkı (bütün varlıkların hakikatleri) sâbit (mevcut) ve vücûd-ı müteayyineleri (meydana gelmiş vücutlarıyla) her an ve her lâhza (çok kısa anda) mütebeddildir (değişmektedir). Ve onların vücûd-ı müteayyineleri (meydana çıkmış vücutları) dahî vücûd-ı Hakk'ın gayri (Hakk’ın vücudundan başka) değildir. Binâenaleyh (nitekim) vücûd-ı Hak min-haysü'zzât (zatı bakımından) tağayyür (değişmekten, başkalaşmaktan) ve tebeddülden (bir halden diğer başka bir hale girmekten) müberrâ (münezzeh edilmiş, beri kılınmış) ise de, min-haysü'l-esmâ ve's-sıfât (esma ve sıfatları bakımından) mütebeddildir (değişendir). Ve mâdemki bu gördüğümüz eşyâ (varlıklar) Hakk'ın vücûdunun gayri (başka) değildir, mütebeddil (değişken) olsa da ma'dûm (yok) olmak lâzım gelmez. Zîrâ vücûda dâhil olan, şey ma'dûm (yok) olmaz. Ve suver-i eşyâ (varlıkların suretleri),  hakîkat-ı Hak (Hakk’ın hakikati) olan ayn-ı vâhide (tek hakikat) üzerine târî olan (birden bire çıkan) birtakım a'râzdân (gelip geçici şeylerden) ibârettir. A'­raz (iki zamanda baki olmayan (gelip geçici) ise her anda mütebeddildir (değişir, değişkendir). Fakat ehl-i nazar (görüş sahibleri) ve ehl-i âlemin (dünyada yaşayan kişilerin) çoğu, âlemin hakîkatinden (evrenin hakikatinden) ve suver-i âlemin kâffesinin, (bütün evren suretlerinin hepsinin) enfâs (nefes vermekle (ilmi suretlerin açığa çıkması) ile halk-ı  cedîdde (yediden yaratılmakta) olduğundan şübhededirler.

Mesnevî:

Tercüme: "O âlem-i gayb, (bilinmeyen, gizli alem, sırlar) ancak Hakk'ın hâslarına (seçtiklerine) zâhir olur (görülür). Bâkî (geri kalan) halk-ı âlem (yaratılmışlar),   bu halk-ı cedîdden (her an yeniden yaratılma olayında) şübhededirler".

Lâkin Eşâire ba'zı mevcûdâtta ona muttali' oldu; o da a'râzdır. Ve Hisbâniyye, âlemin küllîsi hakkında ona muttali' oldu. Halbuki ehl-i nazarın cem'îi onları techîl eyledi. Velâkin iki ferîk dahî hatâ etti. Hisbâniyye'nin hatâsına gelince, âlemin küllîsinin tebeddülüne dâir olan kavillerin vücûduyla berâber, bu sûveri kabûl eden cevher-i ma'kûlün ahadiyyet-i aynına adem-i ıttılâ'ları sebebiyledir. O cevher-i ma'kûl dahi ancak o suverle mevcûd olur. Nitekim o suver dahi ancak o cevher-i ma'kûl ile taakkul olunur. Eğer bununla kâil olsa idiler, emirde derece-i tahkîka fâiz olurlar idi. Ve Eşâire'nin hatâsına gelince, onlar tahkîkan âlemin küllîsi mecmû'-ı a'râz olup onun her zamanda mütebeddil olduğunu bilmediler; zîrâ araz, iki zaman­da bâkî olmaz (46).

Ya'nî Eşâire (eşari mezhebinde olanlar) ile Hisbâniye, (şüpheci flozoflar) ya'nî Sofistâiyye (şüpheci flozoflar, sofistler) tâifeleri zehâblarında (düşüncelerinde) hem isâbet ve hem de hatâ ettiler. Eşâire'nin isâbeti, mevcûdâtın ba'zısı a'râz olup (iki zaman da baki olmayıp) halk-ı cedîdde (yeniden yaratılmada) olduklarına ve mütebeddil (değişken) ve mütegayyir (birbirlerine farklı, zıt) bulunduklarına zâhib (düşüncesinde) olmalarıdır. Hatâlarına gelince, âlemin küllîsi (bütünü) a'râz olan (iki zamanda baki olmayan, gelip geçici) sûretlerin mecmû'u (toplamı) olup ayn-ı vâhide (tek hakikat) olan zât-ı ahadiyyede (Zat mertebesinde) zâhir olduklarına (açığa çıktıklarına) ve ayn-ı vâhide (tek hakikat) olan Hakk'ın vücûdu dahî bunların heyet-i mecmûâsında (bütün hepsinin toplamında) zâhir bulunduğuna (açığa çıktığını) vâkıf olmamalarıdır (bilmemeleridir).

Hisbâniyye (şüpheci flozoflar), ya'nî Sofıstâiyye'nin (sofistlerin) isâbeti dahî, âlemin küllîsi (evrenin bütünü) mütebeddil (değişir, değişken) olduğuna zehâblarıdır (düşünceleridir). Hatâlarına gelince, suver-i âlemin kâffesini (bütün evren suretlerini) kabûl eden cevher-i ma'kulün (akılla bilinen cevherin) "âyn"ının (zatının) ahadiyyetine muttali' olmayıp (bilemeyip) inkâr etmeleridir. Halbuki akıl ile idrâk olunan bir cevher (asıl, öz),  hâriçte mahsüs (dışta aşıkâr, belli) olan sûretler bulunmadıkça zâhir olmaz (görülmez) ve kezâ (böylece) bu suver-i mahsüsenin (aşıkâr, belli olan suretlerin) hakâyıkı (hakikatleri) dahî  ancak o cevher ile taakkul olunur (akıl erdirebilinir, bilinir). Meselâ akıl, cisim gibi cevher-i mahsüs (görülen, aşıkâr bir cevher) olmayıp bir cevher-i ma'kuldür (akılla anlaşılır bir cevherdir). Bu ancak hâriçte rnahsüs (dışarda aşıkâr, göünür) olan sûretler ile zâhir olur (açığa çıkar). Bi'l-farz (farz edelim) gâyet muntazam eşkâl-i hendesiyye (geometrik şekiller) ile tarh olunmuş (düzenlenmiş) bir bahçe görsek, nazarımızda, (görüşümüzde) bahçevanın aklı bu sûretlerle  zâhir olur (açığa çıkar).  Ve bu sûretlerin kâffesi (hepsi) ayn-ı vâhide (tek hakikat) olup ahadiyü'z-zât (zatı bakımından ahad) bulunan akılda zuhûr ederler (çıkarlar). Eğer Sofistâiyye (şüpheciler) tâifesi bununla kâil (bunlara inanmış, aklı yatmış) olsa idiler, derece-i tahkîka (tahkik derecesine) nâil olurlar (ererlerdi) idi.

İmdi "Sofistâî" (şüpheciler) Dehriyye'den (meteryalist flozoflardan) hakâyık-ı eşyâyı (varlıkların hakikatlerini) münkir olup (inkar edip) üç kısma munkasimdir (ayrılmıştır):

Birincisi: "İnâdiyye"dir. (varlıkların hakikatlerini inkar edenler) Bunlar hakâyık-ı eşyânın (varlıkların hakikatlerinin) sübûtunu (mevcut olduğunu) münkir olup (inkar edip) derler ki: Hakâyık-ı eşyâ, (varlıkların hakikatleri) aslâ mevcûd değildir ve eğer mevcûd ise, ancak vehim ve hayâlde mevcûddur.

İkincisi: "İndiyye"dir (eşyanın hakikati olduğunu, fakat  bunun aklın değer yargılarına göre olduğunu söyleyen grup) . Bunlar dahî derler ki: Hakâyık-ı eşyâ (varlıkların hakikatleri) mevcûddur; velâkin aklın i'tibârı (değerlendirmesi) iledir. Eğer akıl, bir şeyi cevher (asıl) i'tibâr ederse (sayarsa, değerlendirirse) cevherdir (asıldır) ve araz i'tibâr ederse (sayarsa) arazdır (iki zamanda baki olmayandır, gelip geçicidir) ve eğer kadîm i'tibâr ederse (sayarsa, değerlendirirse) kadîmdir (kıdem sahibidir, evveli öncesi olmayandır). Eğer hâdis (sonradan meydana gelmiş, yaratılmış) i'tibâr ederse (sayarsa) hâdisdir (sonradan yaratılmıştır).

Üçüncüsü:" Lâ- edriyye"dir (varlıkların hakikatlerinin olup olmadığından şüphe edenler). Bunlar da hakâyık-ı eşyânın (varlıkların hakikatlerinin) sübût (mevcut olmasını) ve adem-i sübûtunu (yok olmasını) münkirdirler (inkar ederler).  Derler ki: Eşyânın sübût (sabit, var olması) ve adem-i sübûtunda (yok olmasında) biz şekk (şüphe) ederiz ve bu şekde (şüphede de) de şekk (şüphe) ederiz.

Binâenaleyh (nitekim) bu tâifenin üç kısmına göre de âlem mütebeddildir (evren değişir, değişkendir). Fakat bunlar bir cevher-i ma'kûl (ancak akılla anlaşılabilir bir asıl, cevher) bulunduğuna ve onun dahî "ayn"ı ahadî (zatının ahad) olduğuna vâkıf olmamışlardır (bilememişlerdir).

(Devam edecek)

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-07.08.2004
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail