BU FASS KELİME-İ ŞUAYBİYYE' DE MÜNDEMİC OLAN
"HİKMET-İ KALBİYYE" BEYÂNINDADIR]
Ve mütekaddimîn
ve mütekellimînden ashâb-ı nazar ve erbâb-ı fikrin, nefis ve
onun mâhiyyeti hakkındaki kelâmlarına gelince: İmdi onlardan
nefsin hakîkatine muttali' olan yoktur. Ve nazar-ı fikrî ebeden
ma'rifet vermez (43).
Zîrâ nazar-ı fikrî
(fikri görüş)
cismânîdir
(cisimle alakalıdır),
zulumâtta
(madde karanlığında)
müstağrak olup
(boğulup)
vehim ve şübheleri ref’ etmekten
(hükümsüz bırakmaktan)
âcizdir.
İmdi, nazar-ı
fıkrî tarîkından, nefsin hakîkatine ilmi taleb eden kimse
muhakkak verem, ya'nî şiş sâhibi olarak semiz olur ve ateşsiz
odunu üfler. Şüphesiz onlar hayât-ı dünyâda sa'yleri zâyi' ye
bâtıl olduğu halde işleri iyi olduğunu zanneden kimselerdendir.
İmdi bir emri kendi tarîkının gayrisinden taleb eden kimse, o
emrin hakîkatine zafer bulmaz (44).
Ya'nî nefsin hakîkatini anlamak için bir kimse,
tertîbât-ı mantıkıyye
(mantıki düzenlemeler)
ile iştiğal etse
(uğraşsa)
ve onu birtakım "suğrâ"
(küçük)
ve "kübrâ"
(büyük)
ve "netice" vâsıtalarıyla bilmek istese, o kimse
şiş sâhibi
(şişmiş)
olduğu halde, kendisini şişman görür. Ya'nî
semen-i kâzib
(yalancı semizlik)
sâhibidir. Ve ateşsiz odunu üfler, ya'nî boş yere
çalışır. Ve böyle yapanlar şüphesiz Hak Teâlâ'nın
..................................................(Ketıf, 18/
104) âyet-i kerimesinde beyân buyurduğu zümreye
(gruba)
dâhil olur. Binâenaleyh
(nitekim)
bir işi kendi yolunun gayrı
(kendi yolunun dışında)
olan bir yoldan taleb eden
(isteyen)
kimse, o işin hakîkatine zafer-yâb olamaz
(aradığı şeye ulaşamaz, başaramaz).
Zîrâ nefsin hakikati ancak tarîk-ı keşf
(keşf yolu)
ile bilinir. Onu nazar-ı fikrî tarîkından
(fikri görüş yoluyla)
taleb etmek
(istemek)
boştur.
Hakîkat-i Nefs:
Ma'lûm olsun ki, cemî'-i nüfûsun
(bütün nefislerin)
hakîkati, Hakk'ın nefsi olan nefs-i vâhidedir
(tek hakikattir)
ve nüfûsun,
(nefislerin, birimlerin)
sûretleri dahî, Hakk'ın tenfîs ettiği
(soluduğu, nefes verdiği)
tecelliyât-ı nûriyyedir
(nuri tecellilerdir).
Binâenaleyh
(nitekim)
nefs-i cüz'î
(cüzi nefis),
nefs-i
küllînin
(tam, bütün olan, küll olan nefsin)
sûretlerinden bir sûrettir ve nefs-i küllî ise
insân-ı kâmilin nefsidir. Ve bu nefis dahî Hakk'ın aynı olup,
insân-ı kâmilin hakîkati mertebesinde zâhir olmuştur
(açığa çıkmıştır).
Ve nüfûsun kâffesi
(nefislerin hepsi),
o
nefs-i vâhideden
(tek nefisten)
sudûr etmiştir
(çıkmıştır).
Binâenaleyh
(nitekim)
o nefis, fiil ve infiâli
(edilgiyi)
kabûl eder. Ve fiil zükûret
(erkekliktir),
infiâl
(fiili kabul etmek)
ise ünûsettir
(dişiliktir).
Nitekim
Hak Teâlâ buyurur: ..........................................(Nisâ,
4/1) Ya'nî "Allah Teâlâ sizi nefs-i vâhideden
(tek nefisten)
halk etti
(yarattı)
ve ondan zevcini halk eyledi
(eşini yarattı).
Ondan
da birçok ricâl
(erkekler)
ve nisâ
(kadınlar)
neşr etti''.
(yaydı, diriltti)
İşte bu nefs-i vâhide
(tek nefis),
Hakk'ın
nefsi olup, ....................... (Âl-i İmrân, 3/30) âyet-i
kerimesiyle Hak Teâlâ bu nefisten efrâd-ı beşeriyyeyi
(beşer olan fertleri)
tahzîr
(sakındırır, men)
eder. Zîrâ biz nefsi Rabb'e ve Rabb'i dahî nefse
vikâye
(koruyucu)
ve siper ittihâz eyleriz
(tutarız).
Ya'nî
nefsin bize nâzır olan
(bakan)
vechine
(tarafına, yüzüne)
nazaran
(göre)
mezâmmın
(ayıplanan, zem olunan şeylerin)
kâffesini
(hepsini)
nefsimize isnâd edip
(maledip yükleyip)
onu Rabb'imize vikâye
(koruyucu)
ve siper yaparız. Ve nefis, Hakk'ın nefsinin aynı
olması i'tibâriyle
(bakımından)
de mehâmidin kâffesini
(övülen, beğenilen bütün şeylerin hepsini)
O'na isnâd ederiz.
(malederiz)
Ve bu suretle de Rabb'i nefse vikâye ederiz
(koruyucu tutarız).
Bu
bahsin tafsîli
(geniş açıklaması)
Fass-ı İbrâhimî'de
(İbrahim bölümünde)
mürûr etti
(geçti).
Binâenaleyh
(nitekim)
"nefis", biri "Hakkî" ve diğeri "halkî" olmak,
üzere iki cihet
(taraf)
sâhibidir.
Halkıyyetimiz
(yaratılmışlığımız)
i'tibâriyle
(bakımından),
nefis
bize nisbet
(bağıntılı)
olunur. Ve
biz Hakk'ın aynı olan hakâyık-ı zâtiyyesinin
(zati
hakikatlerinin)
sûretleriyiz ve bu sûretler nâmütenâhîdir
(sonsuzdur).
Ve nefsin
hakîkati dahî, nefsin zâtında zâhir olan
(açığa
çıkan)
Hakk'ın nefsi olmasıdır. Zîrâ bu taayyünât-ı halkıyyenin
(meydana
çıkmış yaratılmışların)
kâffesi
(bütün
hepsi) vücûd-ı
Hakk'ın tenezzülâtından
(Hakk’ın
vücudunun inmelerinden, yoğunlaşmalarından)
zuhûra
(meydana)
gelmiştir.
Binâenaneyh
(nitekim)
Hak zât-ı
ahadiyyetiyle
(ahad olan
zatıyla)
tecellî ettikde, biz O'nun bâtınıyız
(onda
gizliyiz) ve
O bizim kuvâ
(meleki
güçlerimizin, duyularımızın)
ve a'zâ
(uzuvlarımızın,
organlarımızın)
ve nüfûsumuzun
(nefsimizin)
aynıdır. Ve
esmâ ve sıfâtıyla tecellî ettikde, Hak bizim bâtınımız
(bizde
gizli) olur.
Ve biz Hakk'ın zât-ı ahadiyyetinde
(ahad olan
zatında)
mahfî
(gizli, saklı)
iken, Hâk nefes-i rahmânîsiyle
(rahman olan nefesiyle)
bizi tenfîs eyledi
(nefes
verdi, soludu).
Biz
ademiyyet
(yokluk
halinde, yokluk)
sıkıntısında iken, bu tenfîs
(nefes
vermek) ile
bize rahmet edip, bizim a'yânımızı
(ilmi
suretlerimizi)
kendi "ayn"ıyla
(zatıyla,
hakikati ile)
îcâd eyledi
(yarattı).
Binâenaleyh
(nitekim)
biz Hakk'ın nefsinde, yine Hakk'ın nefsiyle zâhir
olduk
(meydana çıktık, göründük).
İşte bu ma'rifet
(bilgiler)
ile mütehakkık olan
(tahakkuk eden, gerçekleşen)
ancak İlâhiyyûndan
(Allah’a inananlardan, Allah’ı bilenlerden)
olan Rusül
(resuller (Peygamberler)
ile ekâbir-i evliyâdır
(büyük Velilerdir).
Erbâb-ı fikir
(fikir sahipleri)
ve ashâb-ı nazar
(görüş sahipleri)
bu ma'rifeti
(bilgileri, ilmi)
tahsîl edemediler
(öğrenemediler).
Çünkü nefisleri bu maârifin
(bilgileri)
tahsîline
(öğrenmelerine)
hicâb
(perde)
oldu. Birtakım ta'rifât-ı resmiyye
(şekli tarifler)
ile kıyl u kâle
(dedi koduya)
düştüler. Meselâ nefs-i nâtıka
(konuşan nefis, (insandaki nefis)
cevher midir
(asıl mıdır, öz müdür),
araz mıdır
(iki zamanda baki olmayan, gelip geçici midir)
bedenin dâhilinde mi
(içinde mi)
yoksa hâricinde midir
(dışında mıdır)
veyâhut ne hâriç ne de dâhil midir? deyip
birtakım kazâyâ-yı mantıkıyye
(mantıkı önermeler)
tertîb
(düzenleyip)
ve delâil
(deliller, kanıtlar)
îrâd ettiler
(getirdiler, söylediler).
Bilmediler ki delil dedikleri şey de medlûlün
(ortaya konulan delillerin)
aynıdır. Onun için sa'yleri
(emekleri)
boşa gitti.
Suâl: Bu bahiste
(konuda)
îrâd olunan
(söylenen)
maârif
(bilgiler, ilim)
ve hakâyıkta
(hakikatlerde)
dahî i'mâl-i fikr edilmiş
(fikir üretilmiş)
olmuyor mu? Ve bu kâğıt üzerinde menkuş
(yazılmış)
olan kelimât,
(kelimeler)
erbâb-ı fikir ve nazarın
(fiki ve görüş sahibi kişilerin)
mütâlaasına
(etütlerine, düşüncelerine)
arz edilmiş
(sunulmuş)
bulunmuyor mu?
Cevap: Zikrolunan
(anlatılan)
maârif
(bilgiler)
ve hakayık
(hakikatler)
mahsûl-i fikir ve nazar
(fikir ve görüş sahibi kişilerin ürünü)
değildir. Belki cenâb-ı Şeyh (r.a.)’ın keşf ile
muttali' olduğu
(bilgilendiği, öğrendiği)
maârif-i İlâhiyyedir
(İlahi bilgilerdir)
ki, bu maânî-i latîfe
(ince derin manaları)
hurûf
(harfler)
ve zurûf kisvesiyle
(zarflar adı altında)
âlem-i his
(hissedilen âlem, dünya)
ve şehâdete
(görülen âleme, dünyaya)
ihrâc buyrulmuş
(çıkarılmış)
ve erbâb-ı fikri
(fikir sahibi kişilere)
îkaz
(dikkati çekmek, uyarmak)
için ityân olunmuştur
(getirilmiştir).
Yoksâ
bu hakâyık
(hakikatleri),
it’âb-ı nazar
(zorla düşünerek)
ve i'mâl-i fikr ile
(fikir üreterek),
bu kadar hicâbât
(perdeler)
içinde bilâ-keşf
(keşfsiz)
idrâk olunamaz
(anlaşılamaz).
Ve Hak Teâlâ,
âlem ve enfas ile âlemin ayn-ı vâhidede, halk-ı cedîdde
tebeddülü hakkında ne güzel buyurdu! İmdi bir tâife ve belki
ekser-i ehl-i âlem hakkında ...................................(Kâf
50/15) ya'nî "Onlar halk-ı cedîdden lebs içindedir" dedi. Böyle
olunca onlar emrin enfâs ile tecdîdini bilmezler (45).
Ya'nî âyet-i kerimede Hak Teâlâ hazretlerinin
buyurduğu vech
(yön)
ile âlemin
(evrenin)
halkı
(yaratılması),
her bir nefeste tecellî-i İlâhi
(İlahi tecelliler)
ile teceddüd eder
(yenilenir).
Zîrâ
âlemin
(evrenin)
vücûd-ı müstakilli
(kendine ait bağımsız bir vücudu)
olmadığından kendi nefsiyle ma'dûm
(yok)
ve Hakk'ın vücûdu
(varlığı)
ile mevcûddur. Ve Hak dâimâ ve ebeden
(sonsuza dek)
tecellî edegelir. Binâenaleyh
(nitekim)
birinci tecellî asla
(kendi hakikatine, öze)
rücû edince
(geri dönünce)
âlem, ma'dûm
(yok)
olur ve ikinci tecellînin müteâkıben
(hemen arkasından)
zuhûrunda
(meydana çıkışında)
dahi mevcûd olur velâkin tecellî-i sânî
(ikinci tecelli, oluşum, belirme)
o kadar sür'atle zuhûr eder
(meydana çıkar)
ki, onun nûru tecellî-i evvelin
(önceki tecellinin)
nûruna muttasıl
(aralıksız, bitişik)
olması hasebiyle ikisinin arasını fark
(fark etmek)
ve temyîz
(ayırmak)
mümkün olamaz. Birinin hayâli zâil olmadan
(kaybolmadan)
onun müşâbihi
(benzeri)
olan diğer tecellî
(oluşum, belirme)
gelir. Binâenaleyh
(nitekim)
âlemin
(evrenin)
evvelâ ma'dûm
(yok)
ve ba'dehû
(daha sonra)
mevcûd olması görülemez.
İşte bunun için âlemin sûret-i zâhiresine
(evrenin görünen dış yapısına)
nazar eden
(bakan)
erbâb-ı fikir ve nazar
(fikir ve görüş sahipleri),
bu teceddüd-i emsâlin
(yenilenen tıpkıların, benzerlerin)
farkına varamazlar. Mâahâzâ
(diyelim ki)
erbâb-ı fen
(fenle uğraşanlar)
bir dereceye kadar bu hakîkati idrâk
edebilmişlerdir. Fakat onların bu idrâkleri, ehl-i keşif ve
ilhâmın
(keşif ve ilham sahiplerinin)
mertebelerine vâsıl olamaz
(ulaşamaz).
Meselâ bu teceddüdün
(tazelenmenin, yenilenmenin)
ecsâm-ı uzviyyede
(canlı, organik maddelerde)
vukû'unu
(oluşmasını)
fennen müşâhede ederler
(görürler)
velâkin bir kaya parçası için her ân-ı gayr-ı
munkasimde
(kesintisiz, aralıksız anlarda)
mevcûd
(var olmak)
ve ma'dûm
(yok)
olmak keyfiyyetini
(hususunu)
kabûl etmezler. Halbuki âlemin
(evrenin)
hey'et-i mecmûası
(bütün toplamının hepsi)
her bir nefeste tecellî-i İlâhi
(İlahi tecelliler)
ile halk-ı cedîddedir
(yeniden yaratılmaktadır.
Mesnevî:
Tercüme: "Sûret, bî-sûretlikten
(suretsizlikten)
çıktı; yine avdet etti
(geri döndü).
Nitekim
biz de ona rü'cû' ederiz.
(geri döneriz)
İmdi senin için her lahza
(an)
ölüm ve ric'at
(geri dönme)
vardır.
Mustafâ (s.a.v.) ................... ya'nî "Dünyâ bir sâat,
bir andır" buyurdu. Cümle âlem
(bütün evren)
her dem
(an)
fenâdadır
(yokluktadır)
ve tekrâr vücûd
(varlık)
bulup bakâda
(sebat, devamlılık üzre)
olur. Âlem
(evren)
dâimâ yürüyüp oturmaktadır ve soyunup giyinmekten
hâlî
(yoksun)
değildir.''
Velhâsıl kâffe-i eşyânın hakâyıkı
(bütün varlıkların hakikatleri)
sâbit
(mevcut)
ve vücûd-ı müteayyineleri
(meydana gelmiş vücutlarıyla)
her an ve her lâhza
(çok kısa anda)
mütebeddildir
(değişmektedir).
Ve onların vücûd-ı müteayyineleri
(meydana çıkmış vücutları)
dahî vücûd-ı Hakk'ın gayri
(Hakk’ın vücudundan başka)
değildir. Binâenaleyh
(nitekim)
vücûd-ı Hak min-haysü'zzât
(zatı bakımından)
tağayyür
(değişmekten, başkalaşmaktan)
ve tebeddülden
(bir halden diğer başka bir hale girmekten)
müberrâ
(münezzeh edilmiş, beri kılınmış)
ise de, min-haysü'l-esmâ ve's-sıfât
(esma ve sıfatları bakımından)
mütebeddildir
(değişendir).
Ve mâdemki bu gördüğümüz eşyâ
(varlıklar)
Hakk'ın vücûdunun gayri
(başka)
değildir, mütebeddil
(değişken)
olsa da ma'dûm
(yok)
olmak lâzım gelmez. Zîrâ vücûda dâhil olan, şey
ma'dûm
(yok)
olmaz. Ve suver-i eşyâ
(varlıkların suretleri),
hakîkat-ı
Hak
(Hakk’ın hakikati)
olan ayn-ı vâhide
(tek hakikat)
üzerine târî olan
(birden bire çıkan)
birtakım a'râzdân
(gelip geçici şeylerden)
ibârettir. A'raz
(iki zamanda baki olmayan (gelip geçici)
ise her anda mütebeddildir
(değişir, değişkendir).
Fakat ehl-i nazar
(görüş sahibleri)
ve ehl-i âlemin
(dünyada yaşayan kişilerin)
çoğu, âlemin hakîkatinden
(evrenin hakikatinden)
ve suver-i âlemin kâffesinin,
(bütün evren suretlerinin hepsinin)
enfâs
(nefes vermekle (ilmi suretlerin açığa çıkması)
ile halk-ı cedîdde
(yediden yaratılmakta)
olduğundan şübhededirler.
Mesnevî:
Tercüme: "O âlem-i gayb,
(bilinmeyen, gizli alem, sırlar)
ancak Hakk'ın hâslarına
(seçtiklerine)
zâhir olur
(görülür).
Bâkî
(geri kalan)
halk-ı âlem
(yaratılmışlar),
bu
halk-ı cedîdden
(her an yeniden yaratılma olayında)
şübhededirler".
Lâkin Eşâire
ba'zı mevcûdâtta ona muttali' oldu; o da a'râzdır. Ve Hisbâniyye,
âlemin küllîsi hakkında ona muttali' oldu. Halbuki ehl-i nazarın
cem'îi onları techîl eyledi. Velâkin iki ferîk dahî hatâ etti.
Hisbâniyye'nin hatâsına gelince, âlemin küllîsinin tebeddülüne
dâir olan kavillerin vücûduyla berâber, bu sûveri kabûl eden
cevher-i ma'kûlün ahadiyyet-i aynına adem-i ıttılâ'ları
sebebiyledir. O cevher-i ma'kûl dahi ancak o suverle mevcûd olur.
Nitekim o suver dahi ancak o cevher-i ma'kûl ile taakkul olunur.
Eğer bununla kâil olsa idiler, emirde derece-i tahkîka fâiz
olurlar idi. Ve Eşâire'nin hatâsına gelince, onlar tahkîkan
âlemin küllîsi mecmû'-ı a'râz olup onun her zamanda mütebeddil
olduğunu bilmediler; zîrâ araz, iki zamanda bâkî olmaz (46).
Ya'nî Eşâire
(eşari mezhebinde olanlar)
ile Hisbâniye,
(şüpheci flozoflar)
ya'nî Sofistâiyye
(şüpheci flozoflar, sofistler)
tâifeleri zehâblarında
(düşüncelerinde)
hem isâbet ve hem de hatâ ettiler. Eşâire'nin
isâbeti, mevcûdâtın ba'zısı a'râz olup
(iki zaman da baki olmayıp)
halk-ı cedîdde
(yeniden yaratılmada)
olduklarına ve mütebeddil
(değişken)
ve mütegayyir
(birbirlerine farklı, zıt)
bulunduklarına zâhib
(düşüncesinde)
olmalarıdır. Hatâlarına gelince, âlemin küllîsi
(bütünü)
a'râz olan
(iki zamanda baki olmayan, gelip geçici)
sûretlerin mecmû'u
(toplamı)
olup ayn-ı vâhide
(tek hakikat)
olan zât-ı ahadiyyede
(Zat mertebesinde)
zâhir olduklarına
(açığa çıktıklarına)
ve ayn-ı vâhide
(tek hakikat)
olan Hakk'ın vücûdu dahî bunların heyet-i
mecmûâsında
(bütün hepsinin toplamında)
zâhir bulunduğuna
(açığa çıktığını)
vâkıf olmamalarıdır
(bilmemeleridir).
Hisbâniyye
(şüpheci flozoflar),
ya'nî Sofıstâiyye'nin
(sofistlerin)
isâbeti dahî, âlemin küllîsi
(evrenin bütünü)
mütebeddil
(değişir, değişken)
olduğuna zehâblarıdır
(düşünceleridir).
Hatâlarına gelince, suver-i âlemin kâffesini
(bütün evren suretlerini)
kabûl eden cevher-i ma'kulün
(akılla bilinen cevherin)
"âyn"ının
(zatının)
ahadiyyetine muttali' olmayıp
(bilemeyip)
inkâr etmeleridir. Halbuki akıl ile idrâk olunan
bir cevher
(asıl, öz),
hâriçte
mahsüs
(dışta aşıkâr, belli)
olan sûretler bulunmadıkça zâhir olmaz
(görülmez)
ve kezâ
(böylece)
bu suver-i mahsüsenin
(aşıkâr, belli olan suretlerin)
hakâyıkı
(hakikatleri)
dahî ancak o cevher ile taakkul olunur
(akıl erdirebilinir, bilinir).
Meselâ akıl, cisim gibi cevher-i mahsüs
(görülen, aşıkâr bir cevher)
olmayıp bir cevher-i ma'kuldür
(akılla anlaşılır bir cevherdir).
Bu ancak hâriçte rnahsüs
(dışarda aşıkâr, göünür)
olan sûretler ile zâhir olur
(açığa çıkar).
Bi'l-farz
(farz edelim)
gâyet muntazam eşkâl-i hendesiyye
(geometrik şekiller)
ile tarh olunmuş
(düzenlenmiş)
bir bahçe görsek, nazarımızda,
(görüşümüzde)
bahçevanın aklı bu sûretlerle zâhir olur
(açığa çıkar).
Ve
bu sûretlerin kâffesi
(hepsi)
ayn-ı vâhide
(tek hakikat)
olup ahadiyü'z-zât
(zatı bakımından ahad)
bulunan akılda zuhûr ederler
(çıkarlar).
Eğer Sofistâiyye
(şüpheciler)
tâifesi bununla kâil
(bunlara inanmış, aklı yatmış)
olsa idiler, derece-i tahkîka
(tahkik derecesine)
nâil olurlar
(ererlerdi)
idi.
İmdi "Sofistâî"
(şüpheciler)
Dehriyye'den
(meteryalist flozoflardan)
hakâyık-ı eşyâyı
(varlıkların hakikatlerini)
münkir olup
(inkar edip)
üç kısma munkasimdir
(ayrılmıştır):
Birincisi: "İnâdiyye"dir.
(varlıkların hakikatlerini inkar edenler)
Bunlar hakâyık-ı eşyânın
(varlıkların hakikatlerinin)
sübûtunu
(mevcut olduğunu)
münkir olup
(inkar edip)
derler ki: Hakâyık-ı eşyâ,
(varlıkların hakikatleri)
aslâ mevcûd değildir ve eğer mevcûd ise, ancak
vehim ve hayâlde mevcûddur.
İkincisi: "İndiyye"dir
(eşyanın hakikati olduğunu, fakat bunun aklın
değer yargılarına göre olduğunu söyleyen grup)
.
Bunlar dahî derler ki: Hakâyık-ı eşyâ
(varlıkların hakikatleri)
mevcûddur; velâkin aklın i'tibârı
(değerlendirmesi)
iledir. Eğer akıl, bir şeyi cevher
(asıl)
i'tibâr ederse
(sayarsa, değerlendirirse)
cevherdir
(asıldır)
ve araz i'tibâr ederse
(sayarsa)
arazdır
(iki zamanda baki olmayandır, gelip geçicidir)
ve eğer kadîm i'tibâr ederse
(sayarsa, değerlendirirse)
kadîmdir
(kıdem sahibidir, evveli öncesi olmayandır).
Eğer hâdis
(sonradan meydana gelmiş, yaratılmış)
i'tibâr ederse
(sayarsa)
hâdisdir
(sonradan yaratılmıştır).
Üçüncüsü:" Lâ- edriyye"dir
(varlıkların hakikatlerinin olup olmadığından
şüphe edenler).
Bunlar da hakâyık-ı eşyânın
(varlıkların hakikatlerinin)
sübût
(mevcut olmasını)
ve adem-i sübûtunu
(yok olmasını)
münkirdirler
(inkar ederler).
Derler ki: Eşyânın sübût
(sabit, var olması)
ve adem-i sübûtunda
(yok olmasında)
biz şekk
(şüphe)
ederiz ve bu şekde
(şüphede de)
de şekk
(şüphe)
ederiz.
Binâenaleyh
(nitekim)
bu tâifenin üç kısmına göre de âlem mütebeddildir
(evren değişir, değişkendir).
Fakat bunlar bir cevher-i ma'kûl
(ancak akılla anlaşılabilir bir asıl, cevher)
bulunduğuna ve onun dahî "ayn"ı ahadî
(zatının ahad)
olduğuna vâkıf olmamışlardır
(bilememişlerdir).
(Devam edecek)
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-07.08.2004
http://sufizmveinsan.com
|