132. Bölüm

[BU FASS KELİME-İ ŞUAYBİYYE' DE MÜNDEMİC OLAN

"HİKMET-İ KALBİYYE" BEYÂNINDADIR]

Dördüncü cildde vâki' Sürh-i Mesnevî-i Şerîf:

"Mûsâ (a.s.’)ın: Halkı (varlıkları) niçin yarattın ve helâk (öldürdün, mavh) ettin ve yaktın? diye Hz. Hak'tan suâl etmesi ve Hz. İzzet'ten cevâb gelmesi."

Ya'nî halkı îcâd (varlıkları yaratmak) ve ba'dehû (daha sonra) i'dâm etmekteki (mahvetmek, öldürmekteki) hikmet-i İlâhiyyen nedir? demek olur.

Mesnevî:

Tercüme: "Mûsâ (a.s.) dedi: Ey rûz-ı hisâbın mâliki (ey hesab gününün sahibi)! Nakş ettin (süsledin, bezedin), ba'dehû (daha sonra da) niçin harâb eyledin (yıktın, harab ettin)? Erkeği ve dişiyi can-fezâ (cana can katan) bir sûrette nakş ettin (süsledin, bezedin), ondan sonra bunu niçin vîran edersin (yıkıp harabedersin) ?"

Mesnevî:

“Hak Teâlâ buyurdu: Yâ Mûsa! bilirim ki, senin bu suâlin (sorun) inkâr ve gafletten ve hevâ-yı nefisten (nefsinin isteğinden) değildir. Yoksa te'dib (haddini bildirir) ve sana itâb ederdim (seni azarlardım); bu suâlden (sorundan) dolayı seni incitirdim; lâkin bizim ef'âlimizde (fiillerimizde) bakânın (devamlılığın, bakiliğin) hikmet ve sırrını açık olarak taleb edersin (istersin) tâ ki o hikmet ve sırr-ı bakâdan (baka sırrından) umûmu (bütün her şeyi) vâkıf kılasın (bilesin, öğrenesin) ve bu sebeble her hamı (çiğ olanı) pişiresin. Sen her ne kadar bu sırdan âgâh (sırları biliyor) isen de, avam (hakikatlerden haberi olmayan kimseler) üzerine kâşiflikte (keşfetme, bulup meydana çıkarmak için) kasıden, (bildiğin halde, bile bile)  sâil oldun (soruyu sordun).  Zîrâ bu suâl ilmin yarısı geldi. Her bir denînin, (soysuzun) ya'nî câhilin, bu mecâli (gücü) yoktur.”

Şerh: Ya'nî, yâ Mûsâ bilirim ki, bu suâlin (sorun) ef'âl-i İlâhiyyeme (İlâhi fiillerime) i'tirâzan (itiraz olarak) vâki' olmamıştır. (gerçekleşmemiştir) Eğer alâ-tarikı'l-i'tirâz (itiraz etmek yoluyla) olaydı ve ef’âl-i İlâhiyyemi (İlâhi fiillerimi) beğenmemek sebebiyle bu suâle tasaddî (teşebbüs) edeydin seni te'dîb eder (haddini bildidir) ve bu i'tirâzından dolayı gazab edip (öfkelenip) seni incitirdim. Velâkin îcâd (yaratma) ve i'dâm-ı halk  (yaratılanları yoketme, öldürme) husûsundaki ef’âlimiz'in (fiillerimizin) hikmet ve sırrına vâkıf olduğun (bildiğin) halde, bu hikmet ve esrârı (sırları) avâmm-ı nâs (cahil insanlar) üzere kâşif (keşfeden, bulup çıkaran) olmak husûsunda kasden (bile bile) sâil oldun (soruyu sordun) ve her hamı (çiğ şeyi) pişirmek için, sırr-ı bakâdan (baka sırrından) umûmu (bütün her şeyi) âgâh kılmak (vakıf olmak, bilmek) istedin; zîrâ (çünkü) suâl (soru) ilmin yarısıdır. Her câhilin bu suâli sormaya mecâl (gücü) ve tâkati (kuvveti) yoktur.

Mesnevî:

Tercüme: "Suâl de ilimden kopar, cevâb da. Nitekim diken ve gül, toprak ve sudan, ya'nî çamurdandır. Dalâl de (doğru yoldan sapmak da) ilimden kopar hidâyet de (doğru yolu bulmak da). Nitekim acı ve tatlı yağmurdandır".

Şerh: Bu kelâm Hz. Mevlânâ (r.a.) Efendimizindir. Bâlâdaki (yukarıdaki) ebyât (beyitler) ise Hak Teâlâ cânibinden (tarafından) idi. (Es-suâlü nısfu'l-ilmi) "Suâl ilmin yarısıdır" denilmiştir. Binâenaleyh (nitekim) bir bahse (konuya) dâir sûal (soru) sormak için o bahiste ilim (bilgi) sâhibi olmak lâzımdır. Meselâ ilm-i hesâba (aritmetik bilgisine) mâlik (sahip) olmayan kimse, ilm-i hesabdan (aritmetikten) bir suâl îrâdına (soru sormaya) kâdir (güçlü) değildir. Şu halde suâl ilimden münbaisdir (doğmuştur). Ve cevâbın ilimden inbiâsı (meydana çıkması) zâhirdir (açıktır).  Zîrâ (çünkü) bilmeyen kimse cevâb veremez. Ve suâl (soru) ile cevâb ayrı ayrı şeyler olduğu halde menba'larının (kaynaklarının) bir olması, gül ile diken başka başka şeyler iken menşe'lerinin (köklerinin) çamur olmasına benzer. Ve kezâ (böylece) dalâlet (yanlış yola gitmek) ile hidâyet (doğru yolu bulmak) dahî ilimden zuhûra (meydana) gelir. Zîrâ ba'zı ulemâ (âlimler), bildikleri delâil-i akliyye (aklıllarıyla buldukları deliller) ve nakliyyeyi (başkasından öğrendiklerini) hevâ-yi nefsânîlerine (nefislerinin arzularına) tevfîk edip (uygun düşürüp) sırât-ı müstakimden (doğru yoldan) inhirâf ederler (saparlar).

Meselâ her sene malının zekâtını vermek farzdır. Bunu vermemek için sene-i kâmilenin (senin tamamlanmasının) tamâmına bir ay kala, bi'l-farz (diyelim ki), malını zevcesine (karısına) hibe eder (bağışlar) ve o mal hibe (bağış) ile mülkünden çıkmış bulunur ve ertesi sene dahî mâl-i mezkûru (adı geçen malı) sene tamâm olmazdan evvel zevcesi (karısı) yine kendisine hibe eyler (bağışlar) bu sûretle her ikisine de zekât farz olmamış olur. Fakat neticede emr-i İlâhi (Allah’ın emri) icrâ edilmemiş (yerine getirilmemiş) bulunur. İşte bu bir dalâldir (doğru yoldan ayrılmaktır, sapıklıktır) ki, ilimden inbiâs eder (doğar).  Ve bu hâle muttali' olan (bilen, haberli olan) diğer bir âlim, hadîs-i şerîfine nazar edip (bakıp) hibedeki niyyetin (yapılan bağıştaki niyetin) fesâdını (bozukluğunu) görüp ondan tevakkî ederek (sakınarak, korunarak) sırât-ı müstakîm (doğru yol) üzere gider. İşte bu da ilimden münbais (doğan) hidâyettir. Ve dalâl (delalet) ve hüdânın (hidayetin) ilimden husûlü (meydana gelmesi), acı ve tatlının yağmurdan zuhûruna (çıkışına) mümâsildir (benzemektedir).

Mesnevî:

“Bu adâvet (düşmanlık) ve muhabbet, (sevgi) âşinâlıktan (tanışıklıktan) kopar. Ve hastalık, sağlık gıdâyı latîfdendir” (hoş gıdadandır).

Şerh: Ya'nî insan tanımadığı kimseye ne muhabbet (sever) ve ne de adâvet (düşmanlık) eder. Bu iki duygu, tanımaktan zuhûra gelir. Ve kezâ (böylece)  illet (hastalık) ve sıhhat gıdâ-yı lâtifden (hoş, güzel besinden) husûle gelir (olur). Velhâsıl bir şeyden böyle zıddının husûlü (meydana gelmesi) çoktur.

Mesnevî:

Tercüme: "O Kelîmullah (Allahkelamı),  nâ-vâkıf olanları (bilmeyenleri) bu sırdan alîm kılmak (bilgi sahibi yapmak) için, fâide taleb eden (faydalanmak isteyen) a'cemî oldu. Ondan dolayı biz de kendimizi a'cemî kılalım. Onun cevâbını bîgâne (kayıtsız, ilgisiz, yabancı) gibi önümüze getirelim."

Şerh: Ya'nî kendisi bildiği halde, başkalarını müstefîd kılmak (faydalandırmak) için bî-vukûf (bilmiyormuş gibi) görünerek cevâba muktedir olan bir âlimden suâl (soru) sormak, üslûb-i hakîmâne (hikmet sahibine yakışacak bir tarz) olduğundan Hz. Mûsâ (a.s.) dahî Alîm-i Zü'l-Celâlden (Hakk’tan) suâl (soru) sordu. Bu uslûb (tarz) ulü'l-azm (yüksek azim sahibi) bir Nebîyy-i zî-şânın (şeref sahibi bir Peygamberin) ihtiyâr-gerdesi (tercihi) olduğu için, biz de öyle yapalım ve bu sâyede nâ-vâkıf olan (vakıf olmayan, bilmeyen) ibâdı (kulları) bu üslûb-ı hakîmâne (hikmet sahibine yakışacak bir tarz) ile birtakım ulûma (ilimlere, bilgilere) vâkıf kılalım (bilmesini sağlayalım).

 Mesnevî:

Tercüme: "Eşek satanlar birbirinin hasmı (düşmanı) oldular, tâ ki o akdin kilidinin anahtarı geldiler."

Şerh: Ya'nî, at pazarında merkeb satan dellâllar bir yere cem' olup (toplanıp) gûyâ ortada bulunan bir merkeb üzerine kemâl-i harâretle (tam bir hararetle) pazarlık ediyor imişler gibi münâkaşa ve mücâdelede bulunurlar. Ve onların bu hallerini gören yabancı kimseler, hakîkaten aralarında mücâdele vardır zanneder. Halbuki onlar bu sûrede meydandaki merkebe müşterilerin tamahını (bakışlarını, dikkâtlerini) celb etmeğe (kendilerine çekmeye) çalışırlar. Ve akd-i bey'in (satış sözleşmesi) kilidinin miftâhı (anahtarı) olmuşlardır. İşte, bunlar gibi bir mahalde bulunan ulemâ (âlimler) da bir mes'elede yekdîğeriyle (birbiriyle) mübâhaseye tutuşurlar (münakaşaya, bahse girerler), tâ kim orada hâzır olan nâ-vâkıfân (meseleyi bilmeyenler) ondan müstefîd olsunlar (istifade etsinler, faydalansınlar).

Mesnevî:

Tercüme ve îzâh: "Böyle olunca Hudâ-yı müteâl (yüce hidayet sahibi) Hz. Mûsâ'ya (a.s.) dedi: Ey lübler sâhibi, ya'nî ey kalb ve akıl sâhibi, mâdemki suâl ettin (soru sordun), gel cevâbını dinle! Ey Mûsâ! Yere bir tohum ek! Tâ ki sen kendin dahî buna insâf (vicdan ve mantığınla doğru karar) veresin. Ya'nî benim bu mahlûkâtı halk edip (yaratıp) ba'dehû (daha sonra) helâk (mahv ettiğimin, yok) ettiğimin sırrı, kendi fiilin vâsıtasıyla sana zâhir olsun (açılsın, belli olsun). Vaktâki (ne zaman ki) Mûsa (a.s.) ekti ve ekini tamam oldu ve onun başakları letâfet (güzellik) ve nizam buldu, orak alıp ekini biçmeye başladı. Bu halde iken onun sem'ine (kulağına) âlem-i gaybdan (Allah’tan) nidâ (ses) geldi. Şöyle ki: "Niçin zirâat edip perverde edersin (büyütüp, yetiştirirsin) ve kemâl buldukda (olgunluğa ulaştığında) onu biçersin? Ya'nî tohumu ekip, terbiye ettin, o tohum kemâle geldi (olgunlaştı); sonra niçin onu kesip biçip helâk edersin (bozarsın)? Mûsâ (a.s.) dedi: Yâ Rab! Ondan dolâyı vîran (bozar) ve pest ederim (aşağı indiririm) ki, bunda dâne (tane, tohum) ve saman vardır. Dâne (tane),  saman anbarında lâyık değildir (yakışmaz). Saman dahî, buğday anbarında tebâhtır (çürür, çürütür), yakışmaz. Bu ikisini karıştırmak hikmet değildir. Hikmet elemek vaktinde, samanı buğdaydan ayırmayı vâcib (zorunlu) kılar. Ya'nî muktezâ-yı hikmet (hikmetin gerekleri) bunların ihtilâtı (karışık olması) değil, belki eleyip tefrîkidir (ayırmaktır).  Hak Teâlâ hazretleri buyurdu: "Bu ilmi sen kimden buldun ki, ilim sebebiyle bir harman tertîb ettin (düzenledin, kurdun)? Ya'nî bu ekip biçmek ve sonra harman yapıp buğdayı samandan ayırmak ilmini kimden öğrendin?

Cenâb-ı Mûsâ dedi: Ey Hudâ-yı Zü'l-Celâl! Bana temyîzi (seçip ayırmayı) sen verdin. Hak Teâlâ buyurdu: "O halde niçin benim temyîzim (ayırmam, seçmem) olmasın? Ya'nî mâdemki temyîzi veren benim, nîk (iyiyi, güzeli) ve bedi (yaramazı, çirkini) tefrîk edecek (ayırt edecek) temyîzin (seçimin) bende bulunmaması mutasavver midir (düşünülebilir mi) ?

Mesnevî:

Tercüme: "Yâ Mûsâ! Halâıkta (yaratıklarda, insanlarda) pâk ruhlar vardır, bulanık ve çamurlu ruhlar vardır".

Şerh: Ervâh (ruhlar) aslında pâk (temiz) ve lâtiftir. Fakat bu âlemde âb (su) ve kilden (topraktan) terkîb olunan (bileşik olan) ecsâd-ı kesîfeye (madde cisimlere) taalluku (bağlılığı, ilişkisi) hasebiyle münkedir (bulanık) olur. Fakat bir tâife (grup) vardır ki, onlar ahkâm-ı şer'iyyeye (şeriat kanunlarına) tebaiyyet (uymaları) ve a'mâl-i sâlihaya (iyi işlerle) mülâzemet ettiklerinden (meşgul olduklarından) rûhlarının sâfiyyeti (saflığı) bu taalluk (ilişki) hasebiyle münkedir (bulanık) olmaz. Ve onlar gaflet ve kesâfete (koyuluğa, bulanıklığa) düşmezler. Diğer bir tâife (grup) ise hevâ-yi nefsânîlerine (nefislerinin arzularına) tâbi' olup (uyup) îcâbât-ı hayvâniyye (hayvaniyetin gerekleri) ile hareketi ve şerîat-ı mutahharaya (şeriatın temizliğine, kutsallığına) tevessülü (inanmayı) terk ettiklerinden, onların ruhları dahî nefislerinin hükmüne tâbi' olup (uyup) kesâfet (koyuluk, bulanıklık) peydâ ederler. Fakat her iki tâife (grup) cismen (cisim olarak) ve sûreten (görünüş olarak) birbirlerine mûşâbih (benzer) bulunurlarsa da,  rûhen (ruh olarak) ve ma'nen  yekdîğerlerinden (birbirlerinden) ayrıdırlar. Binâenaleyh (nitekim) buğday ile samanın tefrîki (ayrılması) gibi, bu ruhların dahî ayrılması lâzım gelir.

Mesnevî:

Tercüme: "Bu sadefler bir mertebede değildir. Birinde inci vardır, diğerinde bir nevi' âdî taş vardır".

Şerh: Ya'nî bu cesedler, denizden çıkarılan kapalı sadeflere (sedeflere, inci kabuklarına) benzer. Her birisinde inci bulunması me'mûldür (umulur); fakat açıldıkları vakit görülür ki, ba'zılarında hakîkaten inci varmış ve ba'zılarında sûretleri i'tibâriyle (bakımından) inci vardır zannolmuş ise de, boş çıkmıştır. Cesedlerin dahî birinde, inci gibi olan îman ve irfan vardır. Diğerinde ise bir nevî' âdî taş var'dır.

*Mesnevî:

Tercüme: "Buğdayların samandan ızhârı (ayrılıp meydana çıkması) gibi, bu nîk (iyi, güzel) ve tebâhın (çürümüşlerin, bozukların) ızhârı (ayrılıp meydana çıkması) vâcibdir (zorunludur) ".

Şerh: Ya'nî ekin yetiştikten sonra, biçip kıymeti dûn (aşağı, değersiz) olan samanı kıymetdâr (değerli) olan buğdaydan  [nasıl] tefrîk ederlerse, (ayırırlarsa) Hak Teâlâ Hazretleri dahî yevm-i kıyâmette (kıyamet gününde) ........................ (Yâsîn, 36/59) hitâbıyla (sözleriyle) mücrimlerin (suçluların) muhsin (iyi) olanlardan ayrılmalarını emir buyurur. Zîrâ (çünkü) buğday ile samanın anbarları başka başka olduğu gibi, muhsin (iyiler) ile mücrimlerin (kötülerin) anbarları dahî ayrıdır. Birinin me'vâsı (yurdu, meskeni) cennet, diğerininki cehennemdir ve her iki ferîkın (topluluğun) vücûdu dahî hikmet ve esrâr-ı İlâhiyyenin (İlâhi sırların) ızhârı (açığa çıkması, görünmesi) içindir. Çünkü gerek ehl-i cennet (cennetlikler) ve gerek ehl-i cehennem (cehennemlikler), Esmâ-yı İlâhiyyenin (İlâhi esmanın) zuhûr-ı icâbâtı (gereklerinin açığa çıkması, görünmesi) için birer mazhardır (yer, mahaldir). Onların vücûdu olmasaydı, âsâr-ı esmâ (esmanın eserleri) zâhir olmazdı (meydana çıkmaz görülmezdi).

Mesnevî:

Tercüme: "Bu halk-ı cihân (evrenin yaratılması) ızhâr (açığa çıkmak) içindir. Tâ ki hikmetlerin hazînesi gizli kalmasın. İşit ki Hak Teâlâ Hazretleri ............... ya'nî "Ben bir gizli hazîneydim" buyurdu. Cevherini zâyi' (ziyan) etme, ızhâr eyle!" (açığa çıkar)

Şerh: Ma'lûm olsun ki: Hak Teâlâ hazretleri ....................................... hadîs-i kudsîsinde beyân buyurduğu (açıkladığı) üzere, kâi­nâtı (evreni) ma'rifet-i İlâhiyyesi için halk buyurmuştur (yaratmıştır) . Ve ma'rifet (bilmek) ise ancak zûhur (açığa çıkmak) ile olur. Zîrâ (çünkü) zâhir olmayan (meydana çıkmayan, görünmeyen) bir şey bilinmez.

Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a.) bu hadîs-i kudsî hakkında "Sened (kuvvetli delil) cihetinden (bakımından) zayıftır, fakat keşf cihetinden (yönünden) sahihtir (doğrudur)" buyururlar. Ve âyet-i kerîmede .............................. (Zâriyât, 51/56) buyrulmuş ve sultânü'l-müfessirîn İbn Abbas (r.a.) ............ "u "li-ya'rifûn" ile (bilsinler diye) tefsîr buyurmuştur (yorumlamışlardır, açıklamışlardır). Zîrâ (çünkü) ibâdet ma'rifetsiz (bilgisiz, ilimsiz) olmaz ve bilinmeyen bir şeye ibâdet olunmak mutasavver değildir (düşünülemez). Binâenaleyh (nitekim) maksad-ı aksâ (arzu edilen) ma'rifettir (bilmektir) ve cemî'-i eşyânın (bütün varlıkların) fitrat-ı asliyyelerinde (yaratılışlarının özünde) ma'rifet (ilim, bilgi) vardır.

Fakat ins (insan) ve cinden, tâife-i kesîre (pek çok topluluk) , esfel-i sâfilîn-i tabîata (aşağıların en aşağısı olan tabiata) red olunduklarında (döndürüldüklerinde) hicâbât-ı tabîiyye (tabiat perdeleri) ile fıtrat-ı asliyyelerinden (asıl fıtratlarından, yaratılışlarından) mehcûr kalmışlar (uzaklaşmışlar) ve gaflet-i bî-nihâyeye (sonsuz gaflete) dalmışlardır. Bu, sebeple onlar hakkında ............................... (A'râf, 7/179) ya'nî "Biz ins (insan) ve cinden cehennem için tâife-i kesîre (pek çok topluluk) halk ettik" (yarattık) buyrulmuştur. İmdi' bu tâifenin perde-i gafletleri (gaflet perdeleri) bu âlemde (dünyada) yırtılmak mümkün olmadığından, hâl-i gaflette (gaflet hali içinde) kabz olunurlar (ruhları alınır, ölürler) ve âhirette dâr-ı cehenneme (cehennem yurduna) idhâl (dahil) olunurlar. orada meks-i medîdden (çok uzun zaman kaldıktan) sonra kendilerine kabiliyyet-i ma'rifet (bilme, anlama kabiliyeti) gelir ve isti'dâdları mikdârınca hicâbları (perdeleri) kalkıp, ma'rifet-i Hak (Hakk’ı bilme) husûl bulur (gerçekleşir).  Velâkin mü'minîn, (müminler) bu âlem-i tabîatta ara sıra gaflete düşer iseler de, fıtrat-ı asliyyelerini (asıl fıtratlarını) kaybetmediklerinden alâ-derecâti isti'dâdihim (istidatlarının derecelerine göre) Hakk'ı âriftirler (Hakk’ı bilirler). Binâenaleyh (nitekim) dâr-ı âhirette (ahiret yurdunda) bunların me'vâsı (meskenleri) ma'rifet-i kâmile (tam bilenlerin) mahalli (yeri) olan cennet olur. Buna binâen (dayanarak) Hz. Mevlânâ (r.a.) Efendimiz, fitrat-ı asliyyen (yaratılışındaki özün) olan ma'rifet-i Hakk'ı (Hakk’ı bilme) , âlâyiş-i tâbîata (tabiata bulaşanlara) aldanıp zâyi' (ziyan) etme, ızhâr eyle (açığa çıkar) ve hakîkat-ı nefsini (nefsinin hakikatini) bilip kendinin kim olduğunu anla! buyu­rurlar.

İntihâ: 12 Mayıs 332 / Recep 334; Perşembe gecesi

(Devam edecek)

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-21.08.2004
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail