133. Bölüm

[BU FASS KELİME-İ LÛTIYYE'DE MÜNDEMİC OLAN "HİKMET-İ MELKİYYE" BEYÂNINDADIR]

Bu fass-ı mûnîf (değerli eser) Kelime-i Lûtıyye'de (Lût kelimesinde) mündemic olan (bulunan) "hikmet-i melkiyye"den (melk kelimesindeki hikmetten) bâhisdir (konudur).  Ve "melk" mîmin fethi (“mim” harfinin açılımı) ve lâmın sükûnu (“lam” harfinin hareketsizliği) ile "şiddet" ma'nâsınadır. Ve "hikmet-i melkiyye"nin (“melk” kelimesindeki hikmetin) Kelime-i Lûtıyye'de (“Lût” kelimesinin içinde) indimâcının (bulunmasının) sebebi budur ki: Kavm-i Lût (Lût a.s.’ın kavmi), umûr-ı tabîiyye (tabiatla ilgili işler) ve şehevât-ı hayvâniyyeye (hayvani şehvetlerle) iştigâl etmek (uğraşmak) sûretiyle yeryüzünde fesâd (bozgunculuk) ettiler. Lût (a.s.) onları hayvanlıktan insanlığa da'vet etti. Vazîfe-i insâniyyelerini (insanlık vazifelerini) tebliğ eyledi (bildirdi). Onların nefisleri kavî (güçlü) ve hicabları da (perdeleri de) o' nisbette şedîd (sıkı, şiddetli) olduğundan, kabul etmeyip Lût (a.s.)’a şiddetle, mukabelede bulundular (karşı geldiler):   Halbuki cenâb-ı Lût onlara karşı zayıf idi....................................

(Hûd, 11/80) ya'nî "Eğer benim size karşı kuvvetim olaydı; yâhut rûkn-i şedîde (şiddet, kuvvet sahibine) ilticâ edeydim (sığınaydım)"  buyurdu. Ve "rükn-i şedîd" (kuvvet, şiddet sahibi) ile "kabîle"yi ve "kuvvet" ile de "mukâvemet"i (direnişi), ya'nî beşerden (insanlardan) sâdır olan (çıkan) "himmet"i (gayreti, çalışıp çabalamalarını) kasd eyledi (belirtmek istedi).  Ve temennîden (dileğinden) maksûd-ı âlîleri (yüce niyetleri),  kavminin şedîd (şiddetli) olan hicâbât-ı nefsâniyyelerinin (nefis perdelerinin) masdarı bulunan (göründüğü yer olan) vücûd-ı müteayyinelerinin  (meydana çıkmış vücutlarının, bedenlerinin) azâb-ı şedîd-i İlâhi (Allah’ın şiddetli azabı) ile helâk (yok olması) ve zevâli (sona ermesi) idi.

İmdi “himmet” fütûhât-ı kalbiyyeden (kalb ile ilgili fetihler, açılımlar) olduğundan, cenâb-ı Şeyh (r.a.) bu "hikmet-i melkiyye"yi, (melk ile ilgili hikmeti) "hikmet-i kalbiyye"den (kalp ile ilgili hikmetten) sonra zikreyledi (anlattı). Ve melk ve şiddetin mezâhirde zuhûru (birimlerde açığa çıkması);  esmâ-yı İlâhiyye iktizâsından (İlâhi esmanın gereklerinden) bulunduğundan ve suver-i esmâiyye (esma suretleri) olan a'yân-ı sâbiteye (ilmi suretleri) ıttılâ', (bilme) sırr-ı kadere (kader sırrını) ıttılâ'dan (bilmekten) ibâret olup bu da Hakk'a mahsûs (ait) olduğundan ve "rükn-i şedîd" (güç, kuvvet, şiddet sahibi) olan Hakk'a ilticâ eyleyen (sığınan) kimse vücûd-ı Hak'ta fânî (Hak’ın vücudunda yok olmuş), Hak'la bâkî (Hakk’la devamlılık üzre) olduktan sonra sırr-ı kadere (kader sırrına) muttali' (haberli, vakıf) olacağından, bu "hikmet-i melkiyye"den (“melk”teki hikmetten) sonra da, "hikmet-i kaderiyye"yi (kader ile ilgili hikmetleri) beyan buyurdu (anlattı).

"Melk" şiddet ve "melîk" şedîddir. Hamur sıkı yoğrulunca....................... denir. Kays b.el-Hatîm, mızrağının vuruşunu vasf ederken dedi: "Ben Mızrak ile avucumu kavî ve şedîd ettim, düşmana sapladım. Mızrağın yarığını genişlettim. Diğer tarafta ayakta duran kimse, mızrağın verâsını görür." O da Lût (a.s.)dan naklen Allah Teâlâ'nın ....................... (HÛd, 11/80) ya'nî "Eğer benim size kuvvetim olaydı, veyâhut rükn-i şedîde ilticâ' edeydim" kavlidir. İmdi Resûlullah (a.s.) buyurdu ki: "Allah Teâlâ karındaşım Lût'a rahmet etsin ki, muhakkak rükn-i şedîde ilticâ eyledi." Binâenaleyh Allah, şedîd olduğundan, muhakkak onun Allah ile ' olduğuna tenbîh etti (1).

Ya'nî Kelime-i Lûtıyye (“Lût” kelimesi),  "hikmet-i melkiyye''ye (“melk” kelimesindeki hikmete) mukârin (bitişik) olduğu için cenâb-ı Şeyh (r.a.) "melk"in ne demek olduğunu ve Lût (a.s.) ile münâsebetini "ızâhan (anlatarak) buyururlar ki: Mîmin fethi (açılımı) ve lâmın sükûnu (sakinliği) ile "melk" şiddet ve "melîk" şedîd (şiddetli) ma'nâlarına gelir. Nitekim hamur katı olunca .................... derler ki, Hamurun eczâsı (parçaçıkları) kuvvet ve şiddetle birbirine yapıştı" demek olur. Ve kezâ şuarâ-yı Arabdan (Arap şairlerinden) Kays b. el-Hatîm nâmındaki zât, mızrağının darbesini tavsif (vasıflandırmak) kasdıyla îrâd eylediği (söylediği) ....................  beytinde, "melk"i kuvvet ve şiddet ma'nâsında isti'mâl et­miştir (kullanmıştır). Ve Hak Teâlâ hazretleri, Kur'ân-ı Kerîm'de Cenâb-ı Lût'dan naklen: "Eğer benim size karşı kuvvetim olaydı veyâhut ben rükn-i şedîde (şiddet, kuvvet sahibine) ilticâ edeydim" (sığınaydım) (HÛd, 11/80) buyurduğu ve "melk" şiddet ve "melik" şedîd ma'nâlarına geldiği cihetle (yönüyle), "hikmet-i melkiyye"nin (“melk” ile ilgili hikmetin) Kelime-i Lutıyye'ye (“Lût” kelimesine) nisbeti (ilişkisi, bağıntısı) bu âyet-i kerimeden istinbât olunmuştur (dolayısıyla anlatılmıştır).  Ve cenâb-ı Lût'un bu kavline (sözlerine) karşı (S.a.v.) Efendimiz: "Allah Teâlâ, kardeşim Lût’a rahmet etsin ki, muhakkak rûkn-i şedîde (şiddet, kuvvet sahibine) ilticâ eyledi (sığındı)" buyurmakla, Cenâb-ı Lût'un kavî (güçlü, kuvvetli) ve şedîd (şiddetli) olması cihetiyle (bakımından) Allah ile berâber olduğuna tenbîh eyledi (hatırlattı, uyardı).

Ve Lût (s.a.)’ın "rükn-i şedîd" ile kasd ettiği şey "kabîle" ve "Eğer size karşı benim kuvvetim olaydı" (Hûd, 11/80) kavliyle kasdettiği şey dahî, mukâvemet"tir ve o da, burada hâssaten beşerden himmettir. Binâenaleyh Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: "Lût (a.s.)’ın ......................... (Hûd, 11/80) dediği o vakitten, ya'nî o zamandan beri bir Peygamber ba's olunmadı, illâ Resûlullah (s.a.v.) ile Ebû Tâlib gibi, kendi kavminden bir cemâat ve onu himâye eden bir kabîle içinde ba's olundu (2).

Ya'nî cenâb-ı Lût "rükn-i şedîd (şiddet, kuvvet sahibi)" ta'bîriyle (ifadesiyle) "kabîle"yi  murâd etti. Ve bununla “Benim kuvvetli kabîlem olup o kabîleye ilticâ edeydim (sığınaydım) demek istedi. Ve "Eğer benim size karşı kuvvetim olaydı" ta'bîriyle (ifadesiyle) de mukâvemeti (karşı koymayı, direnişi) kasdetti (anlatmak istedi). Ve kuvvet dahî, bu mertebe-i şehâdette (dünyada), hâssaten (özellikle) beşerden (insanlardan) sudûr eden (çıkan) himmetten (gayretten, verdikleri uğraşıdan) ibârettir. Veyâhut "kuvvet" ta'bîri (ifadesi),  başka mahallerde, (yerlerde) bilâ-te'vîl (tevilsiz, başka mana vermeksizin) "kuvvet" ma'nâsında müsta'mel (kullanılmış) ise de, burada ya'nî Cenâb-ı Lût'un kelâmında "himmet-i beşer" (insanlardaki gayret, uğraşı) ma'nâsına gelir.

Lût (a.s.)’ın kelâmının (sözlerinin) lisân-ı hakîkatle (hakikât dilinde) olan îzâhı (açıklaması) budur ki: Ben henüz fenâ-fillah (Allah’ta fani olma) makâmındayım ve bu makâmda kendi nefsim ile vücûd-ı Hak'ta (Hakk’ın vücudunda) müstehlek bulunduğum (helak, yok olduğum) için, ubûdiyyet-i mahza (sadece kulluk) ile muttasıfım (vasıflanmışım). Binâenaleyh (nitekim) bende himmet ile tasarruf (kullanma, idare etme  gayreti) yoktur ve eğer bu makamdan bakâ-billah (Allah ile baki olma) makâmına intikâl edip (geçip) bende kâffe-i esmâ-i İlâhiyyenin (bütün İlâhi esmanın) âsârı (eserleri) fiilen zâhir olsa (açığa çıksa, görülse) idi, o esmâ-i İlâhiyye mecmû'unun (İlâhi esmanın toplamının) kuvvetiyle tasarruf ederek (kullanarak, idare ederek) îcâd (yaratma) ve i'dâma (öldürmeye) himmet ederdim (çalışırdım, gayret ederdim).  Ve rükn-i şedîd (güç, kuvvet, şiddet sahibi) olan kabîleye ilticâ etmekle (sığınmakla), o mezâhirin (birimlerin) kuvvet ve şiddeti derecesinde; Hakk'ın fiili dahî, ka'vî (güçlü, kuvvetli) ve şedîd (şiddetli) olarak zâhir olurdu (açığa çıkar, görülürdü).

Ma'lûm olsun ki, fenâ-fillah (Allah’ta fani olma) makâmı, vücûd-ı mutlakın (mutlak vücut sahibinin) vechinden taayyünâtın (meydana çıkmış varlıkların) kalkmasından ibârettir. Zîrâ, îcâbât-ı taayyünât (meydana çıkanların icapları, gerekleri) olan bu benlik ve bizlik perdeleri, o hakîkat-ı mutlakanın (mutlak hakikâtin) hicâb-ı cemâlidir (cemalinin örtüsüdür).  Bu taayyün (varlıklar, meydana çıkanlar),  vahdet-i ıtlâkînın (kayıtsız tekliğinin) tecellîsiyle (belirmesiyle) ortadan kalkınca, gayriyyet (gayrılık, ayrılık) perdeleri de aradan mürtefi' olur (kalkar)  ve bu mertebede olan kimsenin nazarında (görüşünde, düşüncesinde) taayyünâtın, (mevcudatın) vehimden ibâret olan gayriyyet-i ârızıyyesi (sonradan hasıl olan ayrılıkları, gayrılıkları) zâil (yok) olur. Ve böyle bir kimse ortada, Hakk'ın vücûdundan gayrı (başka) tasarruf isnâd (atfedebilecek, mal) edebilecek bir vücûd göremez; binâenaleyh (nitekim) kendisi himmet ve tasarruf sâhibi değildir. Bu mertebede istersen "Bu vücûd Hak'tır" de, istersen "Ben Hakk'ım" de! İkisi de birdir. Nitekim Gülşen-i Râz'da buyrulur:

"Hudâ'dan gayrı mevcûd yoktur el-hak
Dilersen Hak' de, istersen Ene'l-Hak"

Fakat, bu makâmdan sonra gelen bakâ-billah (Allah’la baki olma) makâmının hükmü başkadır. Zîrâ bu makam, İnsân-ı Kâmil‘in makâmıdır. Bu mertebe, Zât-ı Mutlak‘ın (Mutlak Zat‘ın, Allah’ın) kendisini bir mazhar-ı etemde (en mükemmel görüntü yerinde, kamil birimde) ızhâr etmesidir (açığa çıkarmasıdır). Zirâ İnsân-ı Kamil, vücûd-ı mutlakın (mutlak varlığın) cismâni ve nûrânî ve vahdet (taayyün-i evvel) ve vâhidiyyet (taayyün-i sânî) mertebelerinin hepsini câmi'dir (kendinde toplar). Ve bu mertebe Zât-ı Mutlak‘ın (mutlak varlığın) en son tecellîsi (belirmesi) ve en sonuncu libâs-ı taayyünüdür (büründüğü taayyün elbisesidir). Ve insan hîn-i urûcunda (yükselişi sırasında) inbisât-ı Zâtîsiyle (Zati genişlemesiyle, açılımıyla) kâffe-i merâtibd'e (bütün mertebelerin hepsinde) zâhir olduğu (açığa çıktığı, göründüğü) vakit, ona "İnsân-ı Kâmil" derler. Ve bu urûç (yükselme) ve inbisât (genişleme, açılma) Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz'de vech-i etem ile (en mükemmel şekilde) vâki'dir (olagelmiştir, mevcuttur).  Onun için "hâtemü'n-nebiyyîn" (Peygamberlerin sonuncusu) ve "imâmü'l mürselîn" (Peygamberlerin imamı) derler. Çünkü bu tecellî-i ahîrdir (en son tecellidir). Ve onlarda Hakk'ın zuhûr (meydana çıkması) ve tecellîsi, (belirmesi) vücûb-i Zâtîden (Zati gereklilikten) gayri (başka),  cemî'-i esmâ (bütün esma) ile vâkı'dir (olmuştur) ve zâhir olan (görülen) esmânın hükmü  biri digerine gâlip (üstün) olmaksızın tesâvî (eşitlik) ve i'tidâl (denge, ölçü) dâiresinde vech-i kemâl üzeredir (en mükemmel şekildedir). Vâkıâ (gerçi) Hak, diğer Enbiyâ (Peygamberler) ve evliyâsında (velilerinde) dahi kâffe-i esmâsıyla (bütün esmasıyla) zâhir olmuştur (açığa çıkmıştır). Fakat onlarda zâhir olan (görülen, açığa çıkan) esmâ, i'tidâl (denge) üzere değildir. Ba'zısının hükmü, ba'zısına gâlibdir (üstündür). Binâenaleyh (nitekim) "mazhar-ı etem" (en tam, en mükemmel görüntü mahalli) ta'bîri (ifadesi) ancak Peygamberimiz (s.a.v) Efendimiz'e münhasırdır. (aittir, ona mahsustur)

Nazım (Li-muharririhi'l-hakîr):

                            Ey sûret-i Hak, kemâl-i mutlak
                            Sen nûr-ı vücûdsun muhakkak
                            Olsaydın eğer ademde pinhân
                            Zulmette kalırdı hayyiz imkân
                            Zâhirde eğerçi sen beşersin
                            Bâtında fakat neler, nelersin
                            Cisminde okundu sırf-ı furkân
                            Rûhunda sezildi remz-i Kur'ân
                            Cisminle Kureyşî ve Arabsın
                            Rûhunla cihâniyâna rabsın
                            Efkâr seni anlamakta a'cez
                            Ezvâk-ı şehi dilenci bilmez
                            Ancak seni, sen bilirsin ey şâh
                            Mümkün mü o câha olmak âgâh
                            Menşûr-ı kemâlidir müebbed
                            Sallû sallû alâ Muhammed

Velhâsıl fenâ-fîllah (Allah’da fani, yok olma) makâmında olan kimsenin, bir şeyin îcâd (var etme) ve i'dâmında (yok etmede) himmede (bir şeyin vücuda getirilmesi hususunda kelben, ruhen gösterilen kuvvetli gayretin, isteğin) tasarrufu (kullanması) yoktur. Fakat bakâbillah (Allah’la baki (daimi) olma) mertebesinde olan İnsân-ı Kâmil‘in, mazhar (görüntü mahalli) olduğu esmâ-i İlâhiyye mecmû'unun (İlâhi esmanın bütün hepsinin toplamının) kuvvetiyle tasarrufu (idare etmesi, yönetmesi, kullanması) ve îcâd (yaratmaya, var etmeye) ve i'dâma (yok etmeye, adem haline getirmeye) himmeti vardır. Ve İnsân-ı Kâmil‘in âlemde (evrende) tasarrufu (idareciliği), mezâhir (görüntü yerleri, birimler) vâsıtasıyla zâhir olur (meydana çıkar). Ya'nî İnsân-ı Kâmil, bir şeyin icâdına (yaratılmasına) veyâ ihlâkine (yok olmasını, ölümünü) himmet ettikde (istediğinde), kuvâ-yı zâhire ve bâtınenin (iç ve dış kuvvelerinin) hey'et-i mecmu'asını, (bütün hepsinin toplamıyla) o şeye huzûr-ı tâm ile (tam huzurlu bir şekilde) tevcîh eder (yönelir). Ve o şey mezâhir (görüntü yeri, birim) vâsıtasıyla mevcûd veyâ ma'dûm (yok) olur; zîrâ Hakk'ın ef'âli (fiilleri) mezâhir (görüntü yerleri, birimler) hasebiyle (dolayısıyla) zâhir olur (açığa çıkar, görülür) ve mezâhirin (birimlerin) kuvvet ve şiddeti hasebiyle Hakk'ın fiili dahi kavî (güçlü) ve şedîd (şiddetli) olur ve Hak o mezâhirden (görüntü mahallerinden, birimlerden) batş-ı şedîd (şiddetli, güçlü kuvvet) ile batş eder (gücünü, kuvvetini gösterir).  Nitekim Benî İsrâil'in (İsrail oğularının) arz-ı Şam'da (Şam şehrinde) iki defa fesadları (bozgunculuk çıkarmaları) üzerine Hak Teâlâ buyurur. ........................................................... (İsrâ,17/5) Ya'nî "O iki fesâdınızın (bozgunculuğunuzun) birinin vakt-i ikâ­bı geldikde (cezalandırma, cefa etme zamanı geldiğinde),  kuvvet ve şiddet sâhibi  olan kullarımızı sizin üzerinize göndeririz ki, onlar adâvetle (düşmanca) diyârınızın (memleketinizin) ortasına girerler. Ve bu va'd olunmuştur (söz verilmiştir), elbette olacaktır". Binâenaleyh (nitekim) Hak, Benî İsrâil (İsrail oğulları) üzerine Buhtunnasr ve onun asâkiri (askerleri) gibi kuvvet ve şiddet sâhibi olan mezâhiri (birimleri) taslît (sataştırıp, musallat) edip ikâb eyledi (eza cefa etti, cezalandırdı).

İşte Lût (a.s:) ...................... (Hûd, 11/80) kavliyle (sözleriyle) "mukâvemet"i, ya'nî "himmetle tasarruf'u ve ..................... (Hûd, 11/80) kavliyle de "kabîle"yi, ya'nî kavmine karşı ikâb etmek (cezalandırmak, eza cefa vermek) için mezâhir-i kaviyye ve şedîdeyi (güçlü, kuvvetli, şiddet sahibi görüntü yerlerini, birimleri) kasdetti. Ve bununla Hak Teâlâ'dan, bakâ-billah (Allah’la baki olmak) makâmına intikâlini (geçmesini) recâ etti (diledi). Ve Resûllah (s.a.v.) Efendimiz buyurdu ki: “Lût (a.s.)‘ın ................. (Hûd, 11/80) dediği vakitten beri bir Nebî (Peygamber) ba's olunmadı (gönderilmedi),  illâ ki kendi kavminden bir cemâat içinde ve a'dâsının (düşmanının) şerrini (kötülüklerini) def eder (uzaklaştırır, kovar) ve onu himâye eyler (korur) bir kabîle içinde ba's olundu (gönderildi).”  Ya'nî Cenâb-ı Hak Lût'un temennîsini (dileğini) kabul edip kendi zamânında, rükn-i şedîd (nüfuz, kuvvet sahibi) olan kabîle makamına kâim olmak (yerine geçmek) üzere melek irsâl eylediği (gönderdiği) gibi, ondan sonra ba's buyurduğu (gönderdiği) Nebîleri (Peygamberleri) dahi kabîle içinde ba's eyledi (kabile içinden gönderdi).  Nite'kim Ebû Tâlib, (S.a.v.) Efendimiz'i himâye ederdi (korurdu).

(Devam edecek)

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-28.08.2004
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail