[BU FASS KELİME-İ LÛTIYYE'DE MÜNDEMİC OLAN "HİKMET-İ
MELKİYYE" BEYÂNINDADIR]
İmdi Lût (a.s.)‘ın ......................
(Hûd, 11/80) demesi, Allah'ın
................................... (RÛm, 30/54) buyurduğunu
işitir olmasından nâşîdir. Şu halde, kuvvet ca'l ile ârız
oldu. O da kuvvet-i arazıyyedir. Kuvvetten sonra za'fı ve
ihtiyarlığı ihdâs etti; binâenaleyh ca'l, ihtiyarlığa taalluk
etti. Ve za'fa gelince, o halkının aslına rücû'udur. O dahî
Hakk'ın ............... kavlidir. İmdi onu kendisinden halk
ettiği şeye reddetti. Nitekim, Hak Teâlâ
..........................................(Hac, 22/5) ya'nî
"İnsan, ilminden sonra bir şeyi bilmemesi için erzel-i ömre
redd olunur" buyurdu. Böyle olunca Hak, onun za'f-ı evvele
redd olunduğunu zikretti. Şu halde za'fda ihtiyârın hükmü,
çocuğun hükmüdür (3).
Ya'nî Lût. (a.s.)ın: "Eğer benim sizi karşı
kuvvetim olaydı" (Hûd, 11/80) demesinin sebebi, Hakk'ın:
"Allah Teâlâ sizi bi'l-asâle
(asıl olarak, asaleten)
za'fdan
(acizlikten, zayıflıktan)
halk etti
(yarattı)
ve o za'fdan
(acizlikten, zayıflıktan)
sonra kuvvet ihdâs eyledi
(verdi, kuvvetlendirdi)
" (Rûm, 30/54) kavlinin
(sözlerinin)
ma'nâsını nûr-i İlâhi
(İlâhi nur)
ile idrâk etmesinden nâşî
(dolayı)
idi. Zîrâ kendi fenâfillah
(Allah’ta fani olma)
makâmında idi. Ve onun bu ma'nâyı idrâki,
işitmekle hâsıl olan ilim kabîlinden
(türünden)
değil, belki hakka'l-yakîn mertebesinden
(hakikati müşahede edip bizzat yaşama halinden)
vâki' olan
(olmuş olan)
bir idrâk idi. Binâenaleyh
(nitekim)
bildi ki, kendisi adem-i izâfîden
(nisbi, göreli vücuttan yaratılmış (evrenden)
mahlûk ve vücûd-ı Hak
(Hakk’ın vücudu)
ile mevcûddur. Ve aslı
(özü)
adem-i izâfiden
(nisbi, göreli vücuttan (bil kuvve mevcut ve
bil fiil yok olan eşya adem-i izafidir)
ibâret olan kimsenin kuvveti yoktur. Bunun için
kuvveti sâhibine reddedip
(iade edip)
kendisi asl
(asıl, öz)
ile zâhir oldu.
(meydana çıktı)
Şu halde, insandaki kuvvet ihdâs
(ortaya çıkmak)
sûretiyle ârız
(gelip geçici, sonradan)
oldu ki, bu kuvvet de kuvvet-i arazıyyedir
(sonradan kazanılmış, gelip geçici kuvvettir).
Ve "araz", zâhir olmak
(açığa çıkmak)
için bir vücûda muhtâc olan ve iki zamanda bâkî
(devamlı)
olamayan şeye derler.
Meselâ buzun vücûdu ve ondaki kuvvet, suyun
vücûduna nazaran
(göre)
arazîdir
(suyun varlığı ile mevcut ve ona muhtaçtır,
sonradan olmuştur)
ve ondaki kuvvet, su dondurulmak sûretiyle
ihdâs olunur
(ortaya çıkar).
İşte
bunun gibi, insanın cismi dahi Vücûd-ı Mutlak‘ın
(hakiki vücudun)
kesâfetle
(yoğunlaşmakla)
taayyün
(görünmesi, belirmesi)
ve takayyüdünden
muhdes
(kayıtlanmasından meydana gelmiş)
olmakla, ondaki kuvvet dahî, kuvvet-i mec'ûle
(sonradan yapılmış)
ve arazıyye olmuş
(sonradan kazanılmış, gelip geçici)
olur. Ve bi'l-cümle mezâhirde
(bütün görüntü yerlerinde)
zâhir olan
(görülen)
-elektrik, buhar kuvvetleri gibi- kuvvetler,
hep böyledir. Binâenaleyh
(nitekim),
zamânımızdaki fen feylesoflarının
(filozoflarının),
suver-i âlemin
(âlem suretlerinin)
zuhûru
(meydana çıkması)
için "kuvvet" ve "madde" namlarıyla başlı
başına iki vücûd farz edip
(kabul edip)
"Bunlar ezelîdir, ebedîdir" demeleri, işin
hakîkatine adem-i ıttılâ'larındandır
(hakikatten haberli olmadıklarındandır).Zîrâ,
vücûd birdir. Maddenin vücûdu müstakıl
(bağımsız, kendi başına)
değil, belki vücûd-ı hakîkîye
(gerçek tek vücuda)
muzâf
(ait, bağlı)
bir vücûddur. Binâenaleyh
(nitekim)
emr-i i'tibâridir
(göreye göre olan şeydir, husustur)
ve arazîdir
(zahir olmak için bir vücuda muhtaç, gelip
geçicidir, hadistir).
"Kuvvet" ise, o vücûd-ı
hakîkînin
(gerçek varlığın)
muktezâ-yı
zâtı
(zatının gereği, şartı)
bulunan
nisbeti
(vasfı)
ve sıfatıdır. Ve vücûd-ı vâhidi
(tek varlığı)
sıfatlarına
bakarak o kadar vücûda ayırmak ve her bir sıfatının bir vücûd
olduğunu iddiâ etmek gülünecek derecede bir hafiflik olur.
İmdi insan evvelen
(ilk önce)
adem-i muzâfdan,
ya'nî za'fdan
(zayıflıktan, kuvvetsizlikten)
halk olundu
(yaratıldı)
ba'dehû
(daha sonra)
Hak onda kuvvet-i arazıyye
(kuvvet sıfatını)
ihdâs eyledi
(meydana çıkardı).
Ve
bu kuvvet-i arazıyye ve mec'ûleden
(sonradan meydana çıkarılmış, hadis olan bu
kuvvet sıfatından)
sonra da za'fi
(zayıflığı, acizliği)
ve ihtiyarlığı ihdâs etti
(ortaya çıkardı)
.
Ya'nî Hak kuvvet-i arazıyyeyi
(sonradan kazanılan kuvvet sıfatını)
izâle
(gidererek, yok)
ederek insanı za'f-ı aslîye
(asıl acizliğine)
reddeyledi
(geri çevirdi);
zîrâ ârızî
(sonradan olmuş, gelip geçici)
olan kuvvet hâsıl
(çıkınca, peydah)
olunca, insanın aslı olan za'f
(acizlik, zayıflık),
onda
mahfî
(gizli)
kaldı. Binâenaleyh
(nitekim)
kuvvet-i ârızî
(hadis olan, gelip geçici kuvvet)
gidince, onda aslî
olan za'f
(zayıflık, acizlik)
hâsıl
(mevcut)
ve hâdis
(sonradan meydana gelmiş)
oldu. Fakat za'fın
(acizliğin)
hudûsu
(sonradan olması)
başka, ihtiyarlığın hudûsu
(sonradan olması)
başkadır. Çünkü insanda za'fın hudûsu
(acizliğin sonradan olması),
onun
za'f-ı aslîye
(asıl acizliğine)
reddidir;
(geri döndürülmesidir)
ve ihtiyarlığın hudûsu
(sonradan olması)
ise, onun ademden îcâdı
(yoktan yaratılması)
ve ihdâsıdır
(ortaya çıkmasıdır).
Zîrâ bir delikanlının vücûdunda ibtidâda
(başlangıçta)
ihtiyarlık yoktur, sonradan hâdis
(meydana çıkmış)
olur. Şu halde ca'l
(yapmak, var etmek)
ve hudûs
(hadis olma, sonradan var olma)
ihtiyarlığa taalluk etti
(bağlantılı oldu).
Ve za'fa
(acizliğe)
gelince bu, insanın kendi halkının
(yaradılışının)
aslına rücû'udur
(geri dönmesidir).
Ya'nî insanda za'fın ihdâsı
(acizliğin ortaya çıkması)
ve ca'li,
(yapılması, meydana getirilmesi)
onun aslı olan za'fına
(acizliğine, zayıflığına)
rücû'udur
(geri dönmesidir).Ve
insanın asl-ı hilkati,
(yaratılışının aslı)
za'f
(acizlik, zayıflık)
olduğu Hak Teâlâ'nın .............. (Rûm,
30/54) kavlinden
(sözlerinden)
müstefâddır
(anlaşılmıştır).
Demek ki, Allah Teâlâ insanı mukaddemâ
(önce)
neden halk etti
(yarattı)
ise, ona reddetti
(geri döndürdü).Nitekim,
Hak Teâlâ buyurur: "İnsan, ilimden sonra bir şeyi bilmemesi
için erzel-i ömre
(ihtiyarlığın sonlarına)
reddolunur"
(geri çevrilir)
(Hac, 22/5).
Binâenaleyh
(nitekim)
Hak, bu âyet-i kerîmede insanın za'f-ı evvele
(önceki acizliğine)
reddolunduğunu
(geri gönderildiğini)
zikretti
(bahsetti).
Böyle olunca za'fda
(acizlikte)
ihtiyarın hükmü, tıflın
(küçük çocuğun)
hükmüdür; zîrâ insan hâl-i tufûliyyetinde
(çocukluk hallerinde)
bir şey bilmez, âlemden bî-haberdir
(habersizdir).
Erzel-i
ömre
(ihtiyarlığın sonlarına)
reddolunan
(geri döndürülen)
pîr-i fânî
(iyice yaşlanmış, ihtiyarlamış kişi)
dahi çocuk gibi olur, bir şey bilmez. Za'f-ı
evvele
(önceki acizliğine)
reddolunmaktan
(geri döndürülmekten)
murâd, çocukluktaki za'f-ı mizâca
(tabiatındaki
acizliğe)
reddolunmaktır
(geri döndürülmektir).
Zîrâ
bu iki mizâcın
(huyun, tabiatın)
za'fı
(acizliği, zayıflığı),
hükümde birbirine müşâbihdir
(benzemektedir);
fakat yekdîğerinin
(birbirlerinin)
aynı değildir; çünkü tecellîde tekrar yoktur.
Ve bir Nebî ba's olunmadı, illâ
kırkın tamâmından sonra. O da onun naks ve za'fa şuru'u
zamanıdır. İşte bunun için Lût (a.s.) ....................
(Hûd, 11/80) dedi; ve za'fın vücûduyla berâber, himmet-i
müessireyi taleb etti (4).
Ya'nî her bir Nebî
(Peygamber),
kırk yaşını ikmâl ettikten
(tamamladıktan)
sonra, kavmini da'vete gönderildi. Ve insanın
kırk yaşı, kuvvet-i beşeriyyesine
(insanlık gücünde)
noksan
(azalma)
ve mizâc-ı tabîîsine
(doğal yapısına)
za'f
(acizlik)
ârız olmaya
(gelmeye)
başlaması zamânıdır. Onun için Cenâb-ı Lût
kavmine: "Eğer bende ihtiyarlık âsârı
(alametleri)
başlamasaydı da size karşı kuvvetim olsaydı"
(Hûd, 11/80) dedi; ve cisminde
(madde bedeninde)
za'f-ı tabîî
(tabii zayıflık)
bulunmakla berâber, kuvvet-i tabîiyye
(tabii kuvvet)
talebinde bulunmadı da, himmet-i müessireyi
(himmetin tesirli, etkili olmasını)
istedi. Zîrâ Cenâb-ı Lût kuvvet-i tabîiyyenin
(tabii gücünün)
ârızî
(gelip geçici)
olduğunu ve ihtiyarlık hasebiyle za'fa
(acizliğe, zayıflığa)
doğru gittiğini ve binânaleyh
(nitekim)
onun ihtiyarlıkla berâber vukû'u
(olması)
mümteni' bulunduğunu
(imkânsız, olamaz olduğunu)
bilir.
İmdi eğer sen,
"Lût (a.s.)’ı himmet-i müessireden men' eden nedir? Halbuki o,
etbâ'dan olan sâliklerde mevcûddur; binâenaleyh rusül olan
evlâdır" dersen, ben derim ki: Doğru söylersin. Fakat sende
başka ilim nâkıstır. Bu da şudur ki, tahkîkan ma'rifet, himmet
için tasârrufa bırakmaz. Şu halde ârifin ma'rifeti yükseldikçe,
onun himmet ile tasarrufu eksilir (5).
Ya'nî bir sâil
(soru soran)
çıkıp sorsa ki: "Sen .............. (Hûd,
11/80) âyet-i kerîmesinde Lût (a.s.)’ın temennî ettiği
kuvvetin "mukâvemet"
(dayanma, karşı koyma, direnme)
ma'nâsına geldiğini ve ondan maksûd
(gaye)
dahî bu neş'et-i dünyeviyyede
(dünyaya gelmiş)
beşerden
(insandan)
sâdır olan
(çıkan)
"himmet" olduğunu beyân ettin
(açıkladın).
Halbuki bu himmet-i müessire
(etkili, tesirli himmet),
Enbiyânın
(Nebilerin (Peygamberlerin)
şerîatine tâbi' olup
(uyup)
makâm-ı velâyete
(velilik mertebesine)
vâsıl olan
(ulaşan)
zevâtta
(kişilerde)
mevcûddur. Tâbi’de
(uyan kişide)
mevcûd olan bir şeyin onun metbûunda
(uyulan kişide)
bulunmaması nasıl olur? Bu himmet-i mûessire
(himmetin tesir, etki etmesi)
Peygamberlerde de bulunmak îcab eder". Bu suâle
cevâben ben derim ki: Evet, senin bu kıyâsın
(karşılaştırman)
doğrudur. Fakat sen diğer bir ilimden gâfil
oldun ki, o da ma'rifet-i İlâhiyye’nin
(İlâhi bilgilerin)
himmet
(bir şeyin gerçekleşmesi için kalben, ruhen
gösterilen gayret, kuvvetli istek)
ile tasarrufa
(idare etmeye, yönetmeye)
mâni'
(engel)
olmasıdır; zîrâ ârif-billâhın
(Allah’ı Allah’la bilenin)
ma'rifeti
(ilmi bilgisi)
ne kadar âlî
(yüce, yüksek)
olursa, himmetle tasarrufu
(yönetme, idare etme, arzusu)
dahî o nisbette nâkıs
(noksan, az)
olur.
Bu dahi iki
vecihten nâşîdir. Bir vecih, onun makâm-ı ubûdiyyetle
tahakkukundan ve tabîî olan asl-ı halkına nazarından dolayıdır.
Diğer vecih dahî, mutasarrıf ile mutasarrafun-fîhin
ahadiyyetidir. Binâenaleyh, üzerine himmeti irsâl edecek
kimseyi görmez; imdi bu, onu men' eder (6).
Ya'nî ma'rifetin
(İlâhi bilgilerin),
ârifi himmetle
(bir şeyin olması için ruhen gösterilen gayret
kuvvetli istekle)
tasarrufa bırakmaması iki vecihten
(şekilden)
münbaisdir
(doğar, ileri gelir).
Vechin
birisi
(birinci şekil)
budur ki: Ârif makâm-ı ubûdiyyette
(kulluk makamında)
tahakkuk etmiştir
(gerçekleşmiştir);
kendiliğinden tasarrufa kıyâm etmez
(kalkışmaz).
Efendisinin emrine intizâr eder
(emrini bekler, gözler);
her ne emr ederse, onu icrâ eder.
(yerine getirir)
Zîrâ me'murdur
(görevlidir, vazifelidir);
me'mûr ise ma'zûrdur
(mazeretlidir, özürlüdür).
Fiil ve tasarruf, ancak efendisinindir. Kendi irâdesini,
efendisinin irâdesinde fânî kılmıştır
(yok etmiştir).Ve
makâm-ı ubûdiyyette
(kulluk makamında)
tahakkukla
(gerçekleşmekle)
berâber, tabîî olan asl-ı hilkatine
(yaratılışının aslına)
bakar. Kendisinin "za'f'
(acizlik, zayıflık)
olan adem-i izâfiden
(nisbi, göreli vücuttan)
mahlûk
olduğunu ve Hakk'ın vücûduyla
(varlığıyla)
kâim
(mevcut)
bulunduğunu görür ve tasarrufu terk ederek bu
hususta Hakk'ı vekîl ittihâz eyler
(tutar).
İkinci
vecih
(ikinci şekli)
dahî budur ki: Ârif, tasarruf eden ile tasarruf
olunanı bir vücûddan ibâret bilir ve ikisinin ahadiyyetini
(tekliğini)
müşâhede eder
(görür).Ve
kendisinin taayyünü
(belli başlı bir birim olması)
ile, muhîtinde
(etrafında)
bulunan kâffe-i taayyünâtın
(meydana çıkmış bütün birimlerin),
vücûd-ı vâhid-i mutlakın
(kayıtsız, salt tek olan varlığın)
takayyüd
(kayıtlanması)
ve taayyünü
(meydana çıkmış birimler)
olduğunu hakka'l-yakîn
(Hakk’ı kesin, gerçek bilgi)
ile ârîf olur
(bilir).
Binâenaleyh
(nitekim),
üzerine himmeti taslît edecek
(tasarrufuna alacak, hakim olacak)
bir kimseyi göremez. Çünkü Vücûd-ı Mutlak’ın
(kayıtsız, salt varlığın)
ahadiyyetini
(sonsuz salt, bölünmez tekliğini)
müşâhede etmektedir
(görmektedir).
Onun vücûdundan gayrı
(başka, yabancı)
bir şey göremez. Şu halde kimin üzerinde
tasarrufunu icrâ edecektir?
(yürütecektir, yapacaktır)
İşte ârifın bu ma'rifeti
(ilmi, bilgisi)
ve müşâhedesi,
(görmesi)
kendisini tasarruftan men' eder
(önler,engeller).