134. Bölüm

[BU FASS KELİME-İ LÛTIYYE'DE MÜNDEMİC OLAN "HİKMET-İ

MELKİYYE" BEYÂNINDADIR]

İmdi Lût (a.s.)‘ın ......................  (Hûd, 11/80) demesi, Allah'ın ................................... (RÛm, 30/54) buyurduğunu işitir olmasından nâşîdir. Şu halde, kuvvet ca'l ile ârız oldu. O da kuvvet-i arazıyyedir. Kuvvetten sonra za'fı ve ihtiyarlığı ihdâs etti; binâenaleyh ca'l, ihtiyarlığa taalluk etti. Ve za'fa gelince, o halkının aslına rücû'udur. O dahî Hakk'ın ............... kavlidir. İmdi onu kendisinden halk ettiği şeye reddetti. Nitekim, Hak Teâlâ ..........................................(Hac, 22/5) ya'nî "İnsan, ilminden sonra bir şeyi bilmemesi için erzel-i ömre redd olunur" buyurdu. Böyle olunca Hak, onun za'f-ı evvele redd olunduğunu zikretti. Şu halde za'fda ihtiyârın hükmü, çocuğun hükmüdür (3).

Ya'nî Lût. (a.s.)ın: "Eğer benim sizi karşı kuvvetim olaydı" (Hûd, 11/80) demesinin sebebi, Hakk'ın: "Allah Teâlâ sizi bi'l-asâle (asıl olarak, asaleten) za'fdan (acizlikten, zayıflıktan) halk etti (yarattı) ve o za'fdan (acizlikten, zayıflıktan) sonra kuvvet ihdâs eyledi (verdi, kuvvetlendirdi) " (Rûm, 30/54) kavlinin (sözlerinin) ma'nâsını nûr-i İlâhi (İlâhi nur) ile idrâk etmesinden nâşî (dolayı) idi. Zîrâ kendi fenâfillah (Allah’ta fani olma) makâmında idi. Ve onun bu ma'nâyı idrâki, işitmekle hâsıl olan ilim kabîlinden (türünden) değil, belki hakka'l-yakîn mertebesinden (hakikati müşahede edip bizzat yaşama halinden) vâki' olan  (olmuş olan) bir idrâk idi. Binâenaleyh (nitekim) bildi ki, kendisi adem-i izâfîden (nisbi, göreli vücuttan yaratılmış (evrenden)  mahlûk ve vücûd-ı Hak (Hakk’ın vücudu) ile mevcûddur. Ve aslı (özü) adem-i izâfiden (nisbi, göreli vücuttan (bil kuvve mevcut ve bil fiil yok olan eşya adem-i izafidir) ibâret olan kimsenin kuvveti yoktur. Bunun için kuvveti sâhibine reddedip (iade edip) kendisi asl (asıl, öz) ile zâhir oldu. (meydana çıktı) Şu halde, insandaki kuvvet ihdâs (ortaya çıkmak) sûretiyle ârız (gelip geçici, sonradan) oldu ki, bu kuvvet de kuvvet-i arazıyyedir (sonradan kazanılmış, gelip geçici kuvvettir). Ve "araz", zâhir olmak (açığa çıkmak) için bir vücûda muhtâc olan ve iki zamanda bâkî (devamlı) olamayan şeye derler.

Meselâ buzun vücûdu ve ondaki kuvvet, suyun vücûduna nazaran (göre) arazîdir (suyun varlığı ile mevcut ve ona muhtaçtır, sonradan olmuştur) ve ondaki kuvvet, su dondurulmak sûretiyle ihdâs olunur (ortaya çıkar).  İşte bunun gibi, insanın cismi dahi Vücûd-ı Mutlak‘ın (hakiki vücudun) kesâfetle (yoğunlaşmakla) taayyün (görünmesi, belirmesi) ve takayyüdünden muhdes (kayıtlanmasından meydana gelmiş) olmakla, ondaki kuvvet dahî, kuvvet-i mec'ûle (sonradan yapılmış) ve arazıyye olmuş (sonradan kazanılmış, gelip geçici) olur. Ve bi'l-cümle mezâhirde (bütün görüntü yerlerinde) zâhir olan (görülen) -elektrik, buhar kuvvetleri gibi- kuvvetler, hep böyledir. Binâenaleyh (nitekim), zamânımızdaki fen feylesoflarının (filozoflarının), suver-i âlemin (âlem suretlerinin) zuhûru (meydana çıkması) için "kuvvet" ve "madde" namlarıyla başlı başına iki vücûd farz edip (kabul edip) "Bunlar ezelîdir, ebedîdir" demeleri, işin hakîkatine adem-i ıttılâ'larındandır (hakikatten haberli olmadıklarındandır).Zîrâ, vücûd birdir. Maddenin vücûdu müstakıl (bağımsız, kendi başına) değil, belki vücûd-ı hakîkîye (gerçek tek vücuda) muzâf (ait, bağlı) bir vücûddur. Binâenaleyh (nitekim) emr-i i'tibâridir (göreye göre olan şeydir, husustur) ve arazîdir (zahir olmak için bir vücuda muhtaç, gelip geçicidir, hadistir). "Kuvvet"  ise, o vücûd-ı hakîkînin (gerçek varlığın) muktezâ-yı zâtı (zatının gereği, şartı) bulunan nisbeti (vasfı) ve sıfatıdır. Ve vücûd-ı vâhidi (tek varlığı) sıfatlarına bakarak o kadar vücûda ayırmak ve her bir sıfatının bir vücûd olduğunu iddiâ etmek gülünecek derecede bir hafiflik olur.

İmdi insan evvelen (ilk önce) adem-i muzâfdan, ya'nî za'fdan (zayıflıktan, kuvvetsizlikten) halk olundu (yaratıldı) ba'dehû (daha sonra) Hak onda kuvvet-i arazıyye (kuvvet sıfatını) ihdâs eyledi (meydana çıkardı).  Ve bu kuvvet-i arazıyye ve mec'ûleden (sonradan meydana çıkarılmış, hadis olan bu kuvvet sıfatından) sonra da za'fi (zayıflığı, acizliği) ve ihtiyarlığı ihdâs etti (ortaya çıkardı) . Ya'nî Hak kuvvet-i arazıyyeyi (sonradan kazanılan kuvvet sıfatını) izâle (gidererek, yok) ederek insanı za'f-ı aslîye (asıl acizliğine) reddeyledi (geri çevirdi); zîrâ ârızî (sonradan olmuş, gelip geçici) olan kuvvet hâsıl (çıkınca, peydah) olunca, insanın aslı olan za'f (acizlik, zayıflık),  onda mahfî (gizli) kaldı. Binâenaleyh (nitekim) kuvvet-i ârızî (hadis olan, gelip geçici kuvvet) gidince, onda aslî olan za'f (zayıflık, acizlik) hâsıl (mevcut) ve hâdis (sonradan meydana gelmiş) oldu. Fakat za'fın (acizliğin) hudûsu (sonradan olması) başka, ihtiyarlığın hudûsu (sonradan olması) başkadır. Çünkü insanda za'fın hudûsu (acizliğin sonradan olması),  onun za'f-ı aslîye (asıl acizliğine) reddidir; (geri döndürülmesidir) ve ihtiyarlığın hudûsu (sonradan olması) ise, onun ademden îcâdı (yoktan yaratılması) ve ihdâsıdır (ortaya çıkmasıdır). Zîrâ bir delikanlının vücûdunda ibtidâda (başlangıçta) ihtiyarlık yoktur, sonradan hâdis (meydana çıkmış) olur. Şu halde ca'l (yapmak, var etmek) ve hudûs (hadis olma, sonradan var olma) ihtiyarlığa taalluk etti (bağlantılı oldu). Ve za'fa (acizliğe) gelince bu, insanın kendi halkının (yaradılışının) aslına rücû'udur (geri dönmesidir). Ya'nî insanda za'fın ihdâsı (acizliğin ortaya çıkması) ve ca'li, (yapılması, meydana getirilmesi) onun aslı olan za'fına (acizliğine, zayıflığına) rücû'udur (geri dönmesidir).Ve insanın asl-ı hilkati, (yaratılışının aslı) za'f (acizlik, zayıflık) olduğu Hak Teâlâ'nın .............. (Rûm, 30/54) kavlinden (sözlerinden) müstefâddır (anlaşılmıştır). Demek ki, Allah Teâlâ insanı mukaddemâ (önce) neden halk etti (yarattı) ise, ona reddetti (geri döndürdü).Nitekim, Hak Teâlâ buyurur: "İnsan, ilimden sonra bir şeyi bilmemesi için erzel-i ömre (ihtiyarlığın sonlarına) reddolunur" (geri çevrilir) (Hac, 22/5).

Binâenaleyh (nitekim) Hak, bu âyet-i kerîmede insanın za'f-ı evvele (önceki acizliğine) reddolunduğunu (geri gönderildiğini) zikretti (bahsetti). Böyle olunca za'fda (acizlikte) ihtiyarın hükmü, tıflın (küçük çocuğun) hükmüdür; zîrâ insan hâl-i tufûliyyetinde (çocukluk hallerinde) bir şey bilmez, âlemden bî-haberdir (habersizdir).  Erzel-i ömre (ihtiyarlığın sonlarına) reddolunan (geri döndürülen) pîr-i fânî (iyice yaşlanmış, ihtiyarlamış kişi) dahi çocuk gibi olur, bir şey bilmez. Za'f-ı evvele (önceki acizliğine) reddolunmaktan (geri döndürülmekten) murâd, çocukluktaki za'f-ı mizâca (tabiatındaki acizliğe) reddolunmaktır (geri döndürülmektir).  Zîrâ bu iki mizâcın (huyun, tabiatın) za'fı (acizliği, zayıflığı), hükümde birbirine müşâbihdir (benzemektedir);  fakat yekdîğerinin (birbirlerinin) aynı değildir; çünkü tecellîde tekrar yoktur.

Ve bir Nebî ba's olunmadı, illâ kırkın tamâmından sonra. O da onun naks ve za'fa şuru'u zamanıdır.  İşte bunun için Lût (a.s.) .................... (Hûd, 11/80) dedi; ve za'fın vücûduyla berâber, himmet-i müessireyi taleb etti (4).

Ya'nî her bir Nebî (Peygamber), kırk yaşını ikmâl ettikten (tamamladıktan) sonra, kavmini da'vete gönderildi. Ve insanın kırk yaşı, kuvvet-i beşeriyyesine (insanlık gücünde) noksan (azalma) ve mizâc-ı tabîîsine (doğal yapısına) za'f (acizlik) ârız olmaya (gelmeye) başlaması zamânıdır. Onun için Cenâb-ı Lût kavmine: "Eğer bende ihtiyarlık âsârı (alametleri) başlamasaydı da size karşı kuvvetim olsaydı" (Hûd, 11/80) dedi; ve cisminde (madde bedeninde) za'f-ı tabîî (tabii zayıflık) bulunmakla berâber, kuvvet-i tabîiyye (tabii kuvvet) talebinde bulunmadı da, himmet-i müessireyi (himmetin tesirli, etkili olmasını) istedi. Zîrâ Cenâb-ı Lût kuvvet-i tabîiyyenin (tabii gücünün) ârızî (gelip geçici) olduğunu ve ihtiyarlık hasebiyle za'fa (acizliğe, zayıflığa) doğru gittiğini ve binânaleyh (nitekim) onun ihtiyarlıkla berâber vukû'u (olması) mümteni' bulunduğunu (imkânsız, olamaz olduğunu) bilir.

İmdi eğer sen, "Lût (a.s.)’ı himmet-i müessireden men' eden nedir? Halbuki o, etbâ'dan olan sâliklerde mevcûddur; binâenaleyh rusül olan evlâdır" dersen, ben derim ki: Doğru söylersin. Fakat sende başka ilim nâkıstır. Bu da şudur ki, tahkîkan ma'rifet, himmet için tasârrufa bırakmaz. Şu halde ârifin ma'rifeti yükseldikçe, onun himmet ile tasarrufu eksilir (5).

Ya'nî bir sâil (soru soran) çıkıp sorsa ki: "Sen .............. (Hûd, 11/80) âyet-i  kerîmesinde Lût (a.s.)’ın temennî ettiği kuvvetin "mukâvemet" (dayanma, karşı koyma, direnme) ma'nâsına geldiğini ve ondan maksûd (gaye) dahî bu neş'et-i dünyeviyyede (dünyaya gelmiş)  beşerden (insandan) sâdır olan (çıkan) "himmet" olduğunu beyân ettin (açıkladın).

Halbuki bu himmet-i müessire (etkili, tesirli himmet), Enbiyânın (Nebilerin (Peygamberlerin) şerîatine tâbi' olup (uyup) makâm-ı velâyete (velilik mertebesine) vâsıl olan (ulaşan) zevâtta (kişilerde) mevcûddur. Tâbi’de (uyan kişide) mevcûd olan bir şeyin onun metbûunda (uyulan kişide) bulunmaması nasıl olur? Bu himmet-i mûessire (himmetin tesir, etki etmesi) Peygamberlerde de bulunmak îcab eder". Bu suâle cevâben ben derim ki: Evet, senin bu kıyâsın (karşılaştırman) doğrudur. Fakat sen diğer bir ilimden gâfil oldun ki, o da ma'rifet-i İlâhiyye’nin (İlâhi bilgilerin) himmet (bir şeyin gerçekleşmesi için kalben, ruhen gösterilen gayret, kuvvetli istek) ile tasarrufa (idare etmeye, yönetmeye) mâni' (engel) olmasıdır; zîrâ ârif-billâhın (Allah’ı Allah’la bilenin) ma'rifeti (ilmi bilgisi) ne kadar âlî (yüce, yüksek) olursa, himmetle tasarrufu (yönetme, idare etme, arzusu) dahî o nisbette nâkıs (noksan, az) olur.

Bu dahi iki vecihten nâşîdir. Bir vecih, onun makâm-ı ubûdiyyetle tahakkukundan ve tabîî olan asl-ı halkına nazarından dolayıdır. Diğer vecih dahî, mutasarrıf ile mutasarrafun-fîhin ahadiyyetidir. Binâenaleyh, üzerine himmeti irsâl edecek kimseyi görmez; imdi bu, onu men' eder (6).

Ya'nî ma'rifetin (İlâhi bilgilerin), ârifi himmetle (bir şeyin olması için ruhen gösterilen gayret kuvvetli istekle) tasarrufa bırakmaması iki vecihten (şekilden) münbaisdir (doğar, ileri gelir).  Vechin birisi (birinci şekil) budur ki: Ârif makâm-ı ubûdiyyette (kulluk makamında) tahakkuk etmiştir (gerçekleşmiştir); kendiliğinden tasarrufa kıyâm etmez (kalkışmaz). Efendisinin emrine intizâr eder (emrini bekler, gözler); her ne emr ederse, onu icrâ eder. (yerine getirir) Zîrâ me'murdur (görevlidir, vazifelidir); me'mûr ise ma'zûrdur (mazeretlidir, özürlüdür). Fiil ve tasarruf, ancak efendisinindir. Kendi irâdesini, efendisinin irâdesinde fânî kılmıştır (yok etmiştir).Ve makâm-ı ubûdiyyette (kulluk makamında) tahakkukla (gerçekleşmekle) berâber, tabîî olan asl-ı hilkatine (yaratılışının aslına) bakar. Kendisinin "za'f' (acizlik, zayıflık) olan adem-i izâfiden (nisbi, göreli vücuttan) mahlûk olduğunu ve Hakk'ın vücûduyla (varlığıyla) kâim (mevcut) bulunduğunu görür ve tasarrufu terk ederek bu hususta Hakk'ı vekîl ittihâz eyler (tutar).  İkinci vecih (ikinci şekli) dahî budur ki: Ârif, tasarruf eden ile tasarruf olunanı bir vücûddan ibâret bilir ve ikisinin ahadiyyetini (tekliğini) müşâhede eder (görür).Ve kendisinin taayyünü (belli başlı bir birim olması) ile, muhîtinde (etrafında) bulunan kâffe-i taayyünâtın (meydana çıkmış bütün birimlerin), vücûd-ı vâhid-i mutlakın (kayıtsız, salt tek olan varlığın) takayyüd (kayıtlanması) ve taayyünü (meydana çıkmış birimler) olduğunu hakka'l-yakîn (Hakk’ı kesin, gerçek bilgi) ile ârîf olur (bilir). Binâenaleyh (nitekim), üzerine himmeti taslît edecek (tasarrufuna alacak, hakim olacak) bir kimseyi göremez. Çünkü Vücûd-ı Mutlak’ın (kayıtsız, salt varlığın) ahadiyyetini (sonsuz salt, bölünmez tekliğini) müşâhede etmektedir (görmektedir). Onun vücûdundan gayrı (başka, yabancı) bir şey göremez. Şu halde kimin üzerinde tasarrufunu icrâ edecektir? (yürütecektir, yapacaktır) İşte ârifın bu ma'rifeti (ilmi, bilgisi) ve müşâhedesi, (görmesi) kendisini tasarruftan men' eder (önler,engeller).

Suâl: Biraz yukarıda, baka-billah (Allah’la baki olma) makamında olan İnsan-ı Kâmil’in mazhar (görüntü mahalli) olduğu esmâ-i İlâhiyye mecmû'unun (bütün İlâhi esmanın toplamının) kuvvetiyle  tasarrufu ve îcâd (yaratma) ve i'dâma (yok etmeye) himmeti vardır denilmiş idi. Burada ise, ârifin ma'rifeti (İlâhi bilgisi) yükseldikçe himmetle tasarrufu eksilir, deniliyor. Halbuki İnsan-ı Kâmil zamanının ferîdidir (eşsizi, en üstünüdür) ve ma'rifette (ilimde) evliyâullahın (velilerin) kâffesinden (hepsinden) âlîdir (yücedir, üstündür). Bu âlî ma'rifetle (yüce ilimle) onun tasarrufu nasıl olur?

Cevap: Bakâ-billah (Allah’la baki olma) makâmında bulunan İnsan-ı Kâmil, bir âyînedir (aynadır) ki, Zâtullah (Allah’ın Zat’ı) onda bütün esmâsıyla zâhir olur (açığa çıkar, görülür).  Ve âyîne (ayna) kendisinde görünen sûretlerde, nasıl ki zerre kadar tasarruf sâhibi değil ise, İnsan-ı Kâmil’in hâli dahî böyledir. Kendisinden sâdır olan (çıkan) efâlin kâffesi (fiillerin, işlerin hepsi) Hakk'ındır. Zîrâ onda vücûd-ı müteayyininin (bellilik kazanan vücudunun) sıfâtından mütevellid olan (doğan, ileri gelen) huzûzât (hazlar, zevkler) nâmına hiçbir şey kalmamıştır ki, irâde-i mahsûsası (kendine ait bir iradesi) olsun da himmetini bir şeye taslît eylesin (tasarrufu altına alsın). Şu kadar ki, bu zât-ı saâdet-simât (saadet sahibi zat) dahî her cism (madde beden) sâhibi olan kimseler gibi, arz üzerinde (yeryüzünde) yürür, ekl (yer) ve şürb (içer) ve nikâh eyler (evlenir).  Kendisinden rızâ ve gazab (hiddet, öfke, dargınlık) zâhir olur (görülür). Bu hâli görenler, onun dahî sıfât-ı nefsâniyyesi (nefsi sıfatları) bizimki gibi uyanıktır, derler; halbuki uyumuştur. O himmet-i müstakılle (kendine ait gayret, istek) sâhibi değildir. Belki Hakk'ın irâdesi ne ise, himmetini ona taslît eder (musallat eder, onun peşine düşer). Rızâsı ve gazabı, Hakk'ın rızâsı ve gazabıdır. Kendi aslâ tasarruf sâhibi değildir. Nitekim, âyet-i kerîmede işaret buyrulur: ........................................ Ya'nî "Sen onları uyanık zannedersin, halbuki onlar uykudadır ve biz onları sağa, sola döndürürüz". Binâenaleyh (nitekim) bu zât-ı şerifi (şerefli zatın) zâhir hâline (dış görünüşüne) bakıp anlamak gâyet müşküldür. Nitekim Hz. Mısri buyurur:

Özü yoktur ki özünden biline
Dahi tozmaz ki tozundan biline
Sen onu sanma sözünden biline
Hakîkat ehlinin olmaz nişânı

Menkabe: Reşehât'da yazar ki: Timurleng'in ahfâdından (torunlarından) Minzâ Bâbür beş yüz bin asker ile Semerkand'ın zabtına teveccüh eder (kalkışır).  Şah Nakşbend (r.a.)’ın hulefâsından (halifelerinden) Ubeydullah Ahrâr (r.a.) orada imiş. Onların himmet ve tasarrufuyla asker perişan olup şehri zabt edemez. Mirzâ Bâbür ehl-i tasavvuf (tasavvuf ile uğraşanlar) ile musâhabe (sohbet) edermiş. Bir gün eski Semerkand'ın hisârı (kale duvarı) üzerine yan üstü yatıp "Arifde himmet olmaz, ârifde himmet olmaz!" diye bağırdıktan sonra demiş ki: "Vâkıâ (gerçi) biz Semerkand'ı alamadık; fakat bizi himmetle harâb eden  Hâce hazretlerinin de ârif olmadığını anladık". Hace hazretleri bunu işitince buyurmuşlar ki: "Mirzâ Bâbür bu sözün ma'nâsını bilmezmiş; eğer bilseydi böyle söylemezdi. Zîrâ ârif bir fenâ (yokluk) ile müşerref olmuştur ki, kendisinin bütün evsâfı (sıfatları) adem-i âbâda (yokluk ülkesine) gidip kendiliğinden nâm ve nişan kalmamıştır. Ondan her ne sâdır olursa, (çıkarsa) ona mensûb (ait) değildir. ............................ (Enfâl; 8/17) ...............................(Enf"al, 8/17) âyet-i kerîmeleri bu ma'nâyı mübeyyindir (açıklar).  Eğer böyle olmasaydı, Enbiyâ (Peygamber) (a.s.)a  nisbet etmek (bağlamak) müşkil olurdu; çünkü Nûh ve Hûd (a.s.) gibi Enbiyâ hazâratı (hazretleri), kavimlerini taslît-i kuvve-i kâhire ile (kahredici gücü musallat ederek) alt üst ettiler."

(Devam edecek)

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-05.10.2004
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail