Ve
bu meşhedde görür ki, muhakkak ona münâzi' olan kimse, "ayn"ının
sübûtu hâlinde ve hâl-i ademinde üzerinde bulunduğu hakîkatten
udûl etmedi. Böyle olunca vücûdda ancak hâl-i ademde sübûtta
onun için olan şey zâhir oldu. Binâenaleyh, o hakîkatini tecâvüz
etmedi ve tarîkatini bozmadı. İmdi buna nizâ' tesmiyesi ancak
nâsın gözleri üzerinde olan perdenin ızhâr ettiği bir emr-i
arazîdir. Nitekim, onlar hakkında Hak Teâlâ buyurur:
............................. (A'râf, 7/187) Ya'nî "Velâkin
nâsın çoğu bilmediler" ve
............................................... (RÛm, 30/7)
ya'nî "Onlar hayât-ı dünyânın zâhirini bilirler. Halbuki,
avâkıb-i umûrdan gâfildirler." O da maklûbdandır. Zîrâ gâfil
onların ........... (Bakara, 2/88) ya'nî "Bizim kalbimiz gulftür;
gılâf içindedir" kavillerindendir. Ve o gılâf dahi emri
alâ-mâ-hüve-aleyh idrâk etmekten setr eden bir perdedir. İşte bu
ve onun emsâli, ârifi âlemde tasarrufdan men'eder (7).
Ya'nî ârif, şuhûd-ı ahadiyyet
(Tek’i seyir)
makâmında görür ki, kendisine münâzi' olan
(kavga, münakaşa eden)
kimse, hakîkatinden dışarıya çıkmamıştır. O ilm-i İlâhi’de
(Allah’ın ilminde)
ayn-ı sâbitesinin
(ilmi suretinin)
sübûtu
(çıkışı)
hâlinde ve mertebe-i ilimde
(ilim mertebesinde)
ademi
(yokluğu)
hâlinde, onun hakîkatı ne ise, yine o hakîkat üzerinde sâbittir
(mevcuttur).
Binâenaleyh
(nitekim)
ona münâzi' olan
(onunla münakaşa eden)
kimse, nizâ'
(kavga)
etmekle kendi hakîkatı üzerinde sâbit kadem
(değişmez, sağlam duran)
olur. Ve kendisine âit sırât-ı müstakîm
(doğru yol)
üzerinde yürür. Ve ilm-i İlâhi’de
(Allah’ın ilminde)
ademiyyet
(yokluk)
hâlinde sübûtun
(çıkışın)
ne demek olduğu Fass-ı Üzeyrî'de
(Üzeyr bölümünde)
misâl ile îzâh olunmuştur
(açıklanmıştır),
oraya
mürâcaat olunsun. İşte bunun böyle olduğunu bilen ârif,
kendisine münâzi' olan
(kavga eden, çekişen)
şeyin ref’ine
(kaldırmak, hükümsüz bırakmak için)
himmeti taslit
(musallat)
etmez. Şu halde münâzi'den
(kavgacıdan)
zuhûr eden
(ortaya çıkan)
şeye "nizâ"'
(kavga, münakaşa)
tesmiyesi
(denilmesi),
nâsın
(insanların)
gözlerindeki hicâbın
(perdenin)
peydâ ettiği
(meydana çıkardığı)
arazî
(gelip geçici, sonradan kazanılmış, birimle var olan)
bir şeydir; yoksa hakîkatte nizâ'
(kavga)
yoktur. Çünkü her bir mazharın
(birimin)
bir Rabb-i hâssı
(tasarrufu altında bulunduğu, kendini terbiye eden güçlü ismi)
vardır ve o Rabb-i hâs
(birimin güçlü ismi)
olan ism-i İlâhi
(İlâhi ismi, Allah’ın ilmindeki ilmi sureti)
onun rûhu ve müdebbiridir
(idare edicisi, yöneticisidir)
ve o isim, o mazharı
(birimi)
nâsıyesinden
(alnından)
tutup kendi sırât-ı müstakîmi
(doğru yolu)
üzerinde götürür. O mazharın
(birimin)
Rabb-ı hâssının
(kendindeki güçlü isminin)
tedbîrine
(tasarrufuna, yönetmesine)
muhâlefete
(karşı çıkmaya)
mecâli
(takadı, gücü)
yoktur. Ve esmânın kâffesi
(esmanın hepsi)
vücûd-ı vâhidin
(tek vücudun)
şuûnâtıdır
(işleri, fiilleridir)
ve bu şuûnât
(işler, fiiller)
dahî Zât-ı Mutlakın
(Mutlak Zat’ın (Hakk’ın)
muktezâsıdır
(gerekleridir)
ve kendi zâtının aynıdır. Ve her bir mazhardan
(birimden, görüntü yerinden)
zâhir olan
(meydana çıkan)
ef'âl
(fiiller),
onun müdebbiri olan
(birimi idare eden)
ismin kemâlidir.
Ârif
(gerçeği bilen)
bunun böyle olduğunu bildiğinden, nazar-ı hakîkatle
(hakikât bakışıyla)
baktığı vakit, her mazharın
(birimin)
fiilini hoş görür ve muâraza
(karşı çıkarak kavga)
etmeyip kabul eder. Fakat nazar-ı şeriatle
(şeriat bakışıyla)
baktığı vakit, kâfirlerden sâdır olan
(çıkan)
küfre ve fâsıklardan
(günahkârlardan)
zûhur eden
(meydana çıkan)
fıska
(dinsizliğe, ahlaksızlığa)
i'tirâz eder. Zîrâ
(çünkü)
şeriat hicâb-ı isneyniyyet
(ikilik perdesi)
üzerine müessestir.
(kuruludur)
Ve hicâb
(perde)
olan mahalde
(yerde)
ise nizâ'
(kavga, çekişme)
vardır. Nitekim, bu hakîkate vâkıf olmayan
(hakikâti bilmeyen)
kimseler, gözlerine çekilmiş olan zulumât-ı tabiiyye
(tabiat karanlığı, bulanıklığı)
ve ahkâm-ı imkâniyye
(olabilirlik hükümlerinin)
perdeleri sebebiyle yekdîğerleriyle
(birbirleriyle)
dâimâ nizâ'
(çekişme, kavga)
içindedir. Bunun için Hak Teâlâ, Kur'ân-ı Kerim'de ehl-i hicâb
(perdeli kişiler)
hakkında buyurur: “Fakat nâsın
(insanların)
çoğu bilmezler. Onlar hayât-ı dünyânın
(dünya hayatının)
zâhirini
(dış görünüşünü)
bilirler ve âkıbetten
(sonundan)
gâfildirler" (Bakara, 2/88). "Gâfil" lafzı
(sözü)
maklûb olan
(ters döndürülmüş)
elfâzdandır
(kelimelerdendir).
Çünkü "gâfil" ehl-i hicâbın
(perdeli kişilerin)
(Bakara, 2/88) ya'nî "Bizim kalbimiz gulf
(kılıf, kabuk),
ya'nî gılâf
(kılıf, mahfaza)
içindedir" kavillerinden
(sözlerinden)
alınmıştır. Ve "gılâf" lafzı
(sözü)
kalb edilince
(ters çevrilince)
"gâfil" lafzı
(sözü)
hâsıl olur
(meydana gelir).
Veyâhut
"Gâlif 'in cem'i
(çoğulu)
olan "gâlifûn" lafzı
(kelimesi)
kalb olundukda
(ters çevrilince),
"gâfil"in cem'i
(çoğulu)
olan "gâfilûn" kelimesi husûle gelir
(meydana gelir).
Ve
"gılâf' bir emr
(emir, iş, husus)
ilm-i İlâhi’de
(Allah’ın ilminde)
ne şey üzerine sâbit
(mevcut)
idiyse, o hal
(oluş)
üzere o şeyi idrâkten kalbi setr eden
(örten)
perde ve hicâbdır
(örtüdür).
Ve ehl-i gafletin
(gaflet içinde olan kişilerin)
kalbi gılâf
(kılıf, mahfaza)
içinde olduğundan ancak hayât-ı dünyeviyyeyi
(dünya hayatını)
idrâk ederler. Bu perde neş'et-i uhreviyyeyi müşâhedeye
(Ahiret ile ilgili âleme geçip görmeye)
mâni'
(engel)
olur.
İşte gerek bu îzâh olunan
(anlatılan)
ve gerek buna benzeyen sebebler, ârifi âlemde
(dünyada)
tasarruftan men' eder
(önler, yasaklar).
Zîrâ
(çünkü)
görür ki, her şey yerli yerindedir. Beğenilmeyecek bir şey
yoktur ki ârif onu yerinden kaldırıp başka bir yere vaz' etmek
(koymak)
için sarf-ı himmet etsin
(himmette bulunsun, gayret sarfetsin).
Amma Hakk'ın murâdı, o şeyin başka türlü cereyânı merkezinde ise
o başka. Ve şu halde o şeyin diğer sûrete ifrağı
(sokulması)
yine kendi ayn-ı sâbitesinin
(ilmi suretinin)
iktizâsı
(gereği)
olmuş olur.
Şeyh Ebû Abdullah Muhammed b. Kâid, Şeyh Ebû's-Suûd b.
eş-Şiblî'ye: "Niçin tasarruf etmiyorsun?" dedi. Ebû's-Suûd: "Ben
Hakk'ı, benim için dilediği gibi tasarruf eylesin diye terk
ettim" dedi. Allah Teâlâ'nın âmir olduğu halde ............... (Müzzemmil
73/9) kavlini murâd eder. İmdi vekîl mutasarrıftır; ve husûsıyle
o, Allah Teâlâ'yı işitti ki:
......................................... (Hadîd, 57l7) ya'nî "Sizi
müstahlefîn kıldığı şeyden infâk ediniz! "der. Binâenaleyh Ebû's
-Suûd ve ârifler, tahkîkan elinde olan emir onun, olmadığını ve
o, o şeyde müstahlef olduğunu bildi. Ba'dehû Hak ona dedi: "Onda
seni istihlâf ettiğim ve ona sana temlîk eylediğim şeyde beni
vekîl kıl ve ittihâz et!" Böyle olunca Ebû's-Suûd emrullâha
imtisâl edip, O'nu vekîl ittihâz eyledi (8).
Ya'nî ârifi âlemde
(dünyada)
tasarruftan men' eden
(önleyen)
esbâbdan
(sebeplerden)
birisi dahî budur ki: Cenâb-ı Ebû Abdullah Muhammed b.
Kâidi'l-Evânî, Hz. Ebû's-Suûd eş-Şiblî-i Bağdâdî'ye,
Fütûhât-ı Mekkiyye'nin yirmi beşinci bâbında
(bölümünde)
zikr olunduğu
(anlatıldığı)
vechile
(şekliyle):
"Yâ Eba's-Suûd! Allah Teâlâ seninle benim aramda memleketi
taksîm etti. Benim tasarruf ettiğim gibi, niçin sen de tasarruf
etmiyorsun?" dedi. Cenâb-ı Ebû's-Suûd, ona cevâben buyurdu ki: "Yâ
ibn Kâid! Ben hissemi sana bağışladım; biz Hakk'ı bıraktık ki,
bizim için tasarruf eyliye". Cenâb-ı Ebû's-Suûd bu kelâm ile Hak
Teâlâ'nın .................. (Müzzemmil, 73/9) 'ya'nî "Onu vekil
ittihâz et!
(kabul et, tut)"
kavliyle
(sözüyle)
vâki'
(mevcut)
olan emrine imtisâl eylediğini
(uyduğunu, örnek aldığını)
murâd eder. Zîrâ
(çünkü)
mâdemki Hak kendisinin vekîl ittihâzını
(kabul edinilmesini)
emrediyor, bu emriyle tasarrufun kendisine terkini
(bırakmayı)
emretmiş oluyor. Zîrâ
(çünkü)
vekîl mutasarrıftır
(tasarruf edici, idare edicidir).
Husûsen ki
(ayrıca da),
Cenâb-ı Ebû's-Suûd Hak Teâlâ hazretierinin
............................ (Hadîd, 57/7) kavlini
(sözünü)
dahî işitmiştir ki, bununla Hak, kullarını istihlâf ettiği
(halife yaptığı)
şeyde, onlara infâk
(vermek, fakirleşmek)
ile emreder. Ya'nî "Sizi rubûbiyyette halîfe kıldım ve cemî'-i
kuvâ
(bütün meleki güçleriniz)
ve cevârihiniz
(cevheriniz, özünüz)
mâdemki ben oldum, siz dahî vücûd-ı izâfinize
(izafi, göreli vücudunuza)
âit taallukâtın
(alakalı, bağlı olanların)
kâffesini
(bütün hepsini)
bana îsâr ediniz
(verin, bağışlayın)
ve cemî'-i umûrda
(bütün işlerinizde)
beni vekîl ittihâz edip
(kabul edip, tutup)
tasarrufla zâhir olmayınız!" buyurur. Binâenaleyh
(nitekim)
gerek Ebû's-Suûd ve gerek sâir ârifin
(diğer ariflerin),
bu
hitâbı
(söylenenleri)
işitince ellerinde olan emrin kendilerinin mülkü olmadığını ve o
şeyde müstahlef
(yerine geçirilmiş, halife kılınmış)
olduğunu bildi. Şu halde cenâb-ı Ebû's-Suûd emr-i İlâhiye
(Allah’ın emirlerine)
imtisâlen
(uyarak)
tasarruftan vazgeçip, Hakk'ı vekîl ittihâz etti
(kabul etti, tuttu).
İmdi bu emrin mislini müşâhede eden kimse için himmet nasıl
bâkî kalır ki, onunla tasarruf etsin. Halbuki himmet ancak bir
cem'iyyet ile te'sîr eder ki, üzerine müctemi' olduğu şey'in
gayrısına, onun sâhibi için ittisâ' olmaya; ve bu ma'rifet, onu
bu cem'iyyetten tefrîk eder. Binâenaleyh tâmmu'l-ma'rifet olan
ârif gâyet acz ve za'fla zâhir olur (9).
Ya'nî bâlâda
(yukarıda)
îzah olunan
(anlatılan)
emri
(hususları)
müşâhede eden
(gören)
kimsede himmet
(gayret, istek)
kalır mı ki, şuna buna himmeti taslît
(musallat)
etmekle tasarruf etsin? Halbuki bir şeyde himmetle tasarruf
etmek için kuvâ-yı zahire
(dış güçler)
ve bâtınenin
(iç güçlerin)
hey'et-i mecmûasının
(bütün hepsiyle),
o şeye huzûr-ı tâm
(tam bir huzur, gönül rahatlığı)
ile ve tevcîh-i küllî
(bütün bir yöneliş)
ile tevcîh etmeli
(yönelmeli)
ve o şeyin gayrisine
(başkasına)
kalbde ittisâ'
(genişlik, bolluk (yer)
olmamalı, ya'nî başka şeye gönül müteveccih
(yönelik)
bulunmamalı. İşte himmet böyle bir cem'iyyetle
(toplulukla, birlikte)
müessir
(tesirli)
olur. Ve bu zikrolunan
(anlatılan)
ma'rifet
(bilgiler)
ise, ârifi bu cem'iyyetten
(topluluktan, birlikten)
ayırır; zîrâ
(çünkü)
himmetini sarf edeceği
(harcayacağı)
şeye külliyetiyle
(bütünlüğü ile)
teveccüh edip
(yönelip)
onu kalbine idhâl etmekle
(sokmakla)
ma'rifet-i Hakk'ı kalbinden çıkarmak lâzım gelir.
Binâenaleyh
(nitekim)
ma'rifeti
(ilmi, bilgisi)
tamâm olan ârif, tasarruftan ârî
(soyulmuş)
ve gâyet acz
(acizlik)
ve za'f
(zayıflık)
ile zâhir olur
(görünür).
Abdâlın ba'zısı şeyh Abdü'r-Rezzâk'a dedi: "Ya Abde'r-Rezzâk!
Şeyh Ebû Medyen'e selâmdan sonra de ki! Yâ Ebâ Medyen, niçin,
bizim üzerimize bir şey güç gelmez, halbuki senin üzerine eşyâ
güç gelir ve biz senin makâmına râğıbız, sen ise bizim
makâmımıza. râğıb değilsin? "Bununla berâber Ebû Medyen indinde
bu ve onun gayrı makâm mevcûd idi. Ve halbuki biz za'f ve acz
makâmında Ebû Medyen'den daha tamâmız. Maahâzâ bu abdâl ona
dediğini dedi; bu da o kabîldendir ( 10) .
Ma'lûm olsun ki, erbâb-ı velâyetin
(velayet sahiplerinin)
sınıfları vardır. Bunlardan bir sınıfı hall
(neticelendirmek)
ve akd-ı umûra
(işleri kurmakla)
me'mûr
(vazifeli)
olup, dergâh-ı Hakk'ın
(Hakk kapısının)
serhengleridir
(çavuşları, kavaslarıdır).Bu
zevât
(kişiler),
"ahyâr"
(dostlar)
ta'bîr olunan
(denilen)
üç yüz kişidir. Bunların yedi kişisine "abdâl" derler. Lisân-ı
avâmda
(halk dilinde)
"yediler" ta'bîr olunur
(denir).İşte
bu abdâldân
(yedilerden)
ba'zıları, şeyh Abdü'r-Rezzâk hazretlerine gelip dediler ki: "Bizden
Ebû Medyen Mağribî'ye selâm söyledikten sonra de ki! Ey Ebâ
Medyen! Umûr-ı âlemde
(âlem ile ilgili işlerde)
tasarruf etmek bize güç gelmiyor; fakat sana müşkil
(zor)
geliyor. Halbuki bizim senin makâmına rağbetimiz vardır
(arzu duyarız),
sen ise bizim makam ve mertebemize hiç iltifat etmezsin
(yüzünü çevirip bakmazsın);
bunun
sebebi nedir? "Maahâzâ
(bununla beraber)
Ebû Medyen (r.a.) hazretlerinin indinde
(yanında)
hem bu suâli
(soruyu)
soran "abdâl "ın
(yedilerin)
ve hem de sâir evliyâullâhın
(diğer velilerin)
makâmı mevcut idi. Ebû Medyen Mağribî hazretlerinin ism-i
şerifleri
(kendi ismi)
Şuayb'dır. Kendileri bu kitâbın sâhibi Şeyh-i Ekber (r.a.)
efendimizin mürşid-i âlîleridir.
Suâl: Ebû Medyen hazretlerinde, umûr-ı âlemde
(âlemin işlerinde)
tasarruf eden abdâlın
(yedilerin)
makâmı olunca, onun dahi tasarruf etmesi lâzım gelir. Halbuki
umûr-ı âlemde
(âlem ile ilgili işlerde, hususlarda)
tasarrufun ona güç geldiği beyân olunuyor
(açıklanıyor).Bu
iki hal nasıl tevfîk olunur
(uyuşur)
?
Cevap: Ubûdiyyet-i Zâtiyye
(Zat’ın kulluk)
makâmında kâim
(var)
olan İnsân-ı Kâmil, kendisinde emânet olan rubûbiyyet-i
arazıyyeyi
(gelip geçici rububiyeti
(rububiyet sıfatını)
Allah Teâlâ'ya redd eder
(geri verir)
ve kendisi rubûbiyyetin
(rablığın, esmanın)
muktezâsı
(gereği)
olan tasarrufa tasaddî
(teşebbüs)
etmez. O ancak ubûdiyyet-i mahzası
(sadece, sırf kulluğunun)
îcâbına tebean
(uyarak),
kâmilen
(tam olarak)
seyyidine
(efendisine)
teveccüh eder
(yönelir).
Fakat
bu teveccüh-i küllî
(tam yöneliş)
esnâsında kendisinin mazharında,
(görüntü yerinde, vücudunda)
esmâ-ı İlâhiyye mecmû'unun
(İlâhi isimlerin toplamının)
kuvvetiyle, öyle tasarrufât
(tasarruflar)
zâhir olur ki
(görülür ki),
onların sudûrundan
(çıkışından)
kendisi haberdâr olmaz. Binâenaleyh
(nitekim)
onun makâmında abdâlın
(yedilerin)
makâmı mündemicdir
(yerleşmiştir, bulunur).
Bundan sonra Hz. Şeyh-i Ekber (r.a.) buyururlar ki: "Biz, za'f
(zayıflık)
ve acz
(acizlik)
makâmında, cenâb-ı Ebû Medyen'den etemm
(daha tam, mükemmel)
bir haldeyiz". Zîrâ, Hz. Şeyh, maârif-i İlâhiyye’nin
(İlâhi bilgilerin)
beyânında
(açıklanmasında)
evliyâullahın
(Allah velilerinin)
ferididir
(en üstünüdür).
Ve za'f ve acz ile zuhûr
(meydana çıkmak)
ise, ma'rifetin
(ilmi bilgilerin)
tazâyüdüyle
(artmasıyla)
mütezâyid
(fazlalaşmış)
olur. Binâenaleyh
(nitekim)
Hz. Şeyh za'f ve acz makâmında mürşidleri olan Ebû Medyen
hazretlerinden etemmdir
(daha tam, daha mükemmeldir).
İmdi, Hz. Şeyh'in mürşid-i âlîlerine tefevvuk
(üstün olduğu)
iddiâsında bulunduğu zann olunmasın
(sanılmasın).
Bu gibi da'vâlar sıfât-ı nefsâniyyenin
(nefsi sıfatların)
taht-ı te'sîrinde
(tesiri altında)
bulunanlara mahsûstur. Hz. Şeyh bir fenâ
(yok oluş)
ile müşerreftir
(şereflenmiştir)
ki, nefs-i nefislerinde
(kendi nefislerinde)
bu gibi devâînın
(içten gelen duyguyu teşfik edici hallerin, isteklerin)
zuhûru
(meydana çıkışı)
ihtimâli ebediyyen mürtefi'dir
(kaybolmuştur).
Onların bu Fusûsu'l-Hikem'de yazmış oldukları maânî
(manalar)
ve hakayıkta
(hakikâtlerde)
zerre kadar kendilerinin tasarrufu
(idaresi (katkısı)
yoktur. Her bir kelimesi kendilerinden me'mûren
(vazifeli olarak, mecburen)
sâdır olmuştur
(çıkmıştır).
Me'mûr
ise ma'zûrdur
(mazeretlidir, özürlüdür).
Hak, onların mazharında
(görüntü yerlerinde,’bedenlerinde’)
böyle zâhir olmuştur
(açığa çıkmıştır, görünmüştür).
Velhasıl,
ma'rifet
(ilim, bilgi)
yükseldikçe za'f ve acz dahî ziyâde
(artar, fazla)
olur.
Ve cenâb-ı Ebû Medyen'in abdâlların
(yedilerin)
makamına rağbet
(arzu)
etmeyip acz ile zuhûru
(açığa çıkışı)
bu kabîldendir
(türdendir).
Zîrâ
(çünkü),
ma'rifette
(ilimde, bilgide)
onlardan âlîdir
(yüksektir, yücedir).
Ve (S.a.v.) bununla ona olan Allâh'ın emrinden nâşî, bu
makâmda buyurdu: “Ben bilmem ki bana ve size ne yapar? Ben,
ancak bana vahy olunan şeye tebaiyyet ederim" (Ahkâf, 46/9).
Binâenaleyh Resûl, ona vahy olunan şey hükmü iledir. Onun
indinde bunun başkası yoktur. İmdi eğer ona bi-cezmin-tasarruf
ile vahy olunursa, tasarruf eder ve eğer tasarruftan men'
olunursa, imtinâ' eyler ve eğer tasarrufda muhayyer bırakılırsa,
tasarrufun terkini ihtiyâr eder. Meğer ki nâkısu'l-ma'rife ola
(11).
Ya'nî Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz za'f ve acz makâmında,
kendisine vârid olan
(gelen,vahy olunan)
emr-i İlâhi
(İlâhi emirler, hususlar)
üzerine buyurur ki: "Ben Allah Zü'l-Celâl hazretlerinin benim ve
sizin hakkınızda ne işleyeceğini bilmem; ben bana vahy olunan
şey ne ise, ancak ona ittibâ' ederim
(uyarım)"
(Ahkâf,
46/9). Zîrâ
(çünkü),
kemâl-i ubûdiyyetinden
(kulluğunun kemalinden, tamlığından, mükemmelliğinden)
kâffe-i umûrda
(bütün işlerde, hususların hepsinde)
Hakk'ı vekîl ittihâz
(tutup, kabul)
edip kendileri tasarruftan ictinâb buyurmuşlar
(çekinmişler, sakınmışlardır)
ve ubûdiyetin
(kulluğunun)
îcâbı olan za'f
(zayıflık, gönül akışı, bir şeye karşı duyulan aşırı isteklerden
yoksunluk)
ve acz
(acizlik)
ile zâhir olmuşlardır
(görünmüşlerdir).
Binâenaleyh
(nitekim)
onların ef’âl
(fiilleri)
ve akvâli
(konuşmaları, sözleri)
vahy-i İlâhiye
(İlâhi vahye)
müsteniddir
(dayalıdır).
Nitekim, Hak Teâlâ buyurur: .......................... (Necm,
53/3). Şu halde Resûl
(Peygamber)
emr-i İlâhi
(Hakk’ın emirleri)
ne vech ile
(şekilde)
şeref vârid olursa
(gelir, ulaşırsa),
onun hükmüne tâbi' olur
(uyar).
Onun indinde
(katında)
vahy-i İlâhiye ittibâdan
(uymaktan)
başka bir şey yoktur. Eğer emr-i İlâhi
(İlâhi emir)
cezmen
(kesin
olarak)
tasarruf ile vâki' olursa,
(gerçekleşirse)
emre imtisâlen
(itiat ederek)
tasarruf ile zâhir olur
(görülür, açığa çıkar)
ve eğer tasarruftan men' olunursa,
(yasaklanırsa)
tasarruf etmez ve eğer tasarruf etmek ve etmemek husûsunda
muhayyer
(kendi seçeneğine)
bırakılırsa, âdâb-ı ubûdiyyete
(kulluğun kaidelerine)
riâyeten
(saygı göstererek),
tasarrufun
terkini
(tasarruftan vazgeçmeyi)
ihtiyâr eder
(seçer).
Meğer
ki
(ancak)
tahyîr kılınan
(birini seçmek durumunda olan)
kimse ma'rifette
(ilimde)
nâkıs ola
(eksik, noksan olsun).
Bu sûrette o kimse, ihtiyârını
(seçeneğini)
tasarrufda isti'mâl eder
(kullanır);
zîrâ
(çünkü)
bilmez ki tasarruf, Hak için Zâtî
(Zat’ına ait)
ve abd
(kul)
için arazîdir
(gelip geçici, sonradan kazanılmış özelliktir).
Ve acz
(acizlik)
ile zuhûr
(açığa çıkış)
ise, abd
(kul)
için zâtî
(zatına ait, zatı ile ilgili)
ve rubûbiyyetle
(esmayla, rablıkla)
zuhûr, arazîdir
(gelip geçicidir)
ve zâtiyyât ile zuhûr
(açığa çıkış),
arazıyyât
(iki zamanda baki olmayan, gelip geçici şeylerle (sıfatlar)
ile zuhûrdan
(açığa çıkıştan)
a'lâdır
(yücedir)
.
Beyt:
Tercüme: “Aşk nedir diye sorarlarsa, ihtiyârı
(kendi iradesiyle dilediğini yapmayı)
terk etmektir de! İhtiyârdan
(kendi arzu ettiğini dilemekten)
kurtulmayan kimse, ber-güzîde
(seçkin)
değildir. Ârif bir şâhenşâhdır
(padişahlar padişahıdır)
ki, iki âlem onun üzerine saçılmıştır. Hiç pâdişah, saçı
tarafına iltifât eder mi?”
( Devam
edecek)
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-12.10.2004
http://sufizmveinsan.com
|