136. Bölüm

BU FASS KELİME-İ LÛTIYYE'DE MÜNDEMİC OLAN "HİKMET-İ MELKİYYE" BEYÂNINDADIR]

     Ebû-Suûd b. Şibl-i Bağdâdî kendisine inanan ashâbına dedi ki: "Tahkîkan Allah Teâlâ on beş seneden beri bana tasarruf verdi ve ben onu tazarrufen terk ettim." Bu idlâl lisânıdır. Velâkin biz onu tazarrufen terk etmedik. Ve tazarrufen tasarrufun terki îsârendir. Biz ancak onu kemâl-i ma'rifetten nâşî terk ettik; zîrâ ma'rifet, ihtiyâr-ı hükmi ile tasarrufu iktizâ etmez. Binâenaleyh, ârif her ne vakit himmetle âlemde tasarruf etse, ihtiyâr ile değil, emr-i İlâhi ve cebirden nâşîdir. Ye biz şekk etmeyiz ki, getirdiği risâletin kabûlünden dolayı, muhakkak makâm-ı risâlet tasarrufu taleb eder. İmdi Allah'ın dîni zâhir olmak için, ümmeti ve kavmi indinde musaddak olanı şey üzerine zâhir olur (12).
Yâ'nî Şeyh Şiblî (k.s.) Hazretlerinin, biz tasarrufu tazarrufen
(nezaketen) terk ettik buyurması, nâz ehline mahsûs (ait) bir lisândır (sözdür). Bu ta'bîr (deyiş, anlatım) ile Rabb'ine nazlanır. Tasarrufun zarâfet ve nezâket kasdıyla terki,  îsâren (tercihen) terki demek olur. Halbuki hazret-i rubûbiyyette (rububiyet mertebesinde) tasarrufun îsâren (tercihen) terki, terk-i edebden (edepsizliğin) bir nevi'dir (çeşididir).  Çünkü vezir pâdişâhın muvâcehesinde (karşısında),  mahzâ (sadece) pâdişaha ikrâmen (ikram olarak) ve îsâren (tercihen) tasarrufunu ona terk edemez (bırakamaz); zîrâ (çünkü) vezîrin tasarrufu, pâdişâhın tasarruf-i zâtîsinde (kendisinin, zatının tasarrufundan) müntakil (ona geçen, intikal eden) bir tasarruf-ı arazîdir (gelip geçici bir tasarruftur, emanettir).   Pâdişâhın malının yine pâdişâha îsârı (ikramı) bârid (soğuk, çirkin) bir şey olur. Fakât pâdişâh vezîre: İrâdemi teblîğ et (eriştir),  şöyle böyle yapsınlar ve sen de onun husûsuna lâzım olan tasarrufâtı (tasarrufları) icrâ et (yerine getir, yap)! diye emrederse, vezir pâdişâhın emir ve cebri (zorlaması) ile tasarrufa kıyâm eder (kalkışır) ve onun bu tâsarrufu bittabi' (tabi olarak) ihtiyâr (vezirin kendi iradesi) ile olmuş olmaz. Ve pâdişâhın huzûrunda terk-i tasarruf etmek (tasarruftan vaz geçmek) kemâl-i ma'rifetten (ilminin kemalinden, tam oluşundan) nâşîdir (dolayıdır);  yoksa pâdişâhın malını yine kendisine îsâr (ikram etmek) tarîkıyla (yolu ile) değildir.
İşte ârif
(hakikati bilen kişi) her ne vakit âlemde (evrende, dünyada) tasarruf ederse, böylece emr-i İlâhi (Allah’ın emri) ve cebir iledir (zoruyladır); kendi ihtiyârıyla (hür iradesiyle, arzusuyla) değildir. Zîrâ (çünkü), ârif huzûrdadır. Ve risâlet makâmının (Peygamberlik görevinin) dahi elbette tasarruf istediğine şüphemiz yoktur. Şu halde resûl (Peygamber), Allah tarafından getirdiği risâleti (Peygamberlik görevini), kavminin  kabûl etmeleri için, mu'cize ile tasarruf eder ve ızhâr ettiği (açığa çıkardığı) mu'cize ümmetinin indinde (yanında), onun risâletini (Peygamberliğini) tasdîk eyler (onaylar) ve bunun netîcesi olarak dîn-i İlâhi (İlâhi din) zâhir olur (meydana çıkar).
Halbuki velî, bunun gibi değildir. Ve maahâzâ resûl, zâhirde tasarrufu taleb etmez. Zîrâ muhakkak resûlün kavmine şefkati vardır. Binâenâleyh, onların üzerine hüccetin zuhûrunda mübâlağa etmeyi murâd etmez; çünkü bunda onların helâki vardır. Böyle olunca, onların sebeb-i helâkleri olan hüccetin zuhûrunda, mübâlağanın adem-i irâdesiyle, onların hayatlarını üzerlerine ibkâ eder (13).
Ya'nî makâm-ı risâlet
(Nebilik makamı (Peygamberlik görevi),  kavmine (içinde bulunduğu topluma) karşı Resûlün (Peygamberin) mu'cize ikâmesiyle (meydana koyması, göstermesiyle) tasarrufunu îcab ederse (gerektirirse) de velâyet makamı, velînin âdât-ı tabîiyyeye (tabii usullere, adetlere) muhâlif (aykırı, ters) olarak, ekvânda (dünyada, varlıklarda) tasarrufunu iktizâ etmez (gerektirmez).  Çünkü  “velî” ism-i Bâtın'ın (batın isminin) mazharı (çıktığı, göründüğü mahal) olduğu için, dîn-i İlâhiyi (İlâhi dini) ızhâr etmek (meydana çıkarmak) maksadıyla, kerâmâtla zuhûru (açığa çıkması) lâzım değildir. Izhâr-ı kerâmâta (kerameti meydana çıkarmaya, göstermeye) me'mûr (vazifeli) olursa o başka. Bu halde kendisi ma'zûrdur (mazeretlidir). Yoksa veli kendi vücûdunda hakkı ızhâr  ederek, (açığa çıkararak) vücûdunu ifnâ (yok etmek) ve esrâr-ı İlâhiyye’yi (İlâhi sırları) ihfâ etmeğe (gizlemeye) me'mûrdur (görevlidir) .  Hattâ peygamber bile, makâm-ı risâlet (Peygamberlik makamının) tasarrufu îcab ettiği (gerektirdiği) halde, zâhirde (görünüşte, dışarda) tasarrufu taleb etmez (istemez). Fakat bâtında (içte) tasarrufu taleb eder (ister).Çünkü onun matlûbu (ondan istenilen), kâvminin kulûbunu (kalplerini) dalâletten (sapmışlıktan) hidâyete (hak yoluna), bâtıldan (boş, beyhude, asılsız olandan) hakka döndürmektir. Ve Peygamberin zâhirde (dışta) tasarrufu taleb etmeyip (istemeyip) mu'cize ikâmesinden (getirmesinden) tevakkî etmesi (sakınması) kavmine şefkatinden dolayıdır. Zîrâ (çünkü) mu'cizât (mucizeler) hüccettir (delildir).  Binâenaleyh (nitekim) onların üzerine hüccetin (delilin) zuhûrunda (meydana çıkışında) mübâlağa etmeyi (aşırıya kaçmayı) istemez. Çünkü mu'cize ikâme ettiği (getirdiği) halde kavminin yine dalâlette (yanlış yolda) sâbit kadem (kalıcı, değişmez) olması, onların helâkine (mahvına) sebebdir. Şu halde, onların sebeb-i helâkleri (mahv olmalarının sebebi) olan hüccet-i mu'cizâtın (delil olan mucizelerin) zuhûru emrinde (açığa çıkma hususunda),  şefkatinden nâşî (dolayı), mübâlağa etmemesiyle (aşırıya kaçmamasıyla), hayatlarını onların üzerinde ibka eder (bakileştirir, değiştirmeden olduğu gibi kalmasını sağlar) ve kavmine karşı yalnız tebliğ (bildiri) ile iktifâ eyler (yetinir). Nitekim Hak Teâlâ buyurur:

Ve tahkîkan Resûl kezâlik bildi ki, muhakkak emr-i mu'ciz bir cemâata zâhir oldukda, onlardan ba'zıları onun nezdinde mü'min olur ve onlardan, onu bilen ba'zıları da, ona inkâr eder ve zulüm ve ulüvv ve hased ile ona tasdîki ızhâr etmez ve onlardan ba'zısı da bunu sihre ve îhâma ilhâk eder. İmdi vaktâ ki rusül, bunu ve ancak kalbini Allah TeâIâ'nın nûr-ı îmanla münevver kıldığı kimsenin mü'min olduğunu, ve bir şahıs, iman denilen bu nûr ile nazar etmediği vakit, onun hakkında  emr-i mu'cizin nef vermediğini gördü; şu halde eseri nâzirînde ve onların kalblerinde âmm olmadığı için, umûr-ı mu'cize talebinden himem kâsır oldu ( 14) .

Ya'nî Resûl, hüccet-i mu'cizenin ikâmesinde
(delil olan mucizeleri meydana koymada, göstermede) mübâlağa (aşırıya kaçmak), kavminin helâkini (mahv olmasınına) mûcib (sebep) olduğunu bildiği gibi, şakk-ı kamer (ayın ikiye yarılması) ve ihyâ-yı emvât (ölünün diriltilmesi) ve sâire (diğer) misillû emr-i mu'ciz, (benzer mucizeler) bir cemâata (topluma) zâhir olduğu (açığa çıktığı, göründüğü) vakit, onlardan ba'zılarının bu mu'cizâta (mucizelere) îmân edeceğini ve ba'zılarının dahî bunun havârık-ı âdât (imkân ve yaradılışın üstünde, insanda hayranlık uyandıran şeyler) olduğunu bilmekle berâber inkâr eyleyeceğini ve meselâ zamân-ı saâdette (saadet devrinde (Peygamberimizin yaşadığı devirde) bulunan Velîd ve sâire misillû (diğer benzerleri) zulüm (haksızlık, eziyet) kasdıyla ve Ebû Cehil gibi de ulvv-i câh (yüksek mevki) ve galebe (üstün olma) maksadıyla ve kendi vicdânına karşı nübüvveti teyakkun eden (çok iyi, tam bilen) Medîne yahûdîlerinden Ebû Âmir gibi hased (kıskançlık) sebebiyle tasdîki ızhâr etmeyeceklerini (onaylamayacaklarını)  ve ba'zılarının...........................

(Kamer, 54/2) ya'nî "Eğer onlar mu'cize görseler, yüz çevirip bu sihr-i dâimdir, (her zaman, daima yapılan bir sihirdir) derler" âyet-i kerîmesi mûcibince (gereğince) sihre ve îhâma (şüpheye, vehme) ilhâk edeceklerini (katılacaklarını) dahi bilir. Nitekim, zamânımızın zâhirbîn olan (bir şeyin sadece dış görünüşüne bakan) tabîat esîrlerinden (nefsinin hakimiyetinde olan) birisi, berât-ı dalâlet-i olan (rutbesini belli eden) bir manzûmesinde:

Muğfil u muğfel o Îsâ, Mûsâ

Köhne bir kizb-i mutalsamdır asâ
demiş ve bu müteselsil (peş peşe yaptığı) hezeyanlarıyla (saçmalıklarıyla) kendisinin hakâyık-bîn (hakikâtleri gören) olduğunu iddiâ eylemiştir.
Binâenaleyh
(nitekim) Peygamberler, ümmetlerinin ikrâr (tasdik etme, kabullenme) ve inkârda (redetmede) ahvâl-i muhtelife (çeşitli haller) ve isti'dâdât-ı mütefâvitesini (birbirinden farklı, çeşitli olan istidatları) ve ancak Allâh'ın nûr-i îmanla (iman nuruyla) kalbini münevver ettiği (nurlandırdığı) kimselerin îman getirdiğini ve mu'cizeye ve Peygambere îman denilen nûr ile nazar etmeyen (bakmayan) kimse hakkında mu'cizâtın (mucizelerin) fâide (fayda) vermediğini gördüklerinde, kavimlerine hüccet-i mu'cizâtın (mucizelerin) ikâmesiyle (getirilmesiyle) dalâletten (sapmışlıktan) hidâyete (hak yoluna) dönmeleri için, hakta umûr-ı mu'cizeyi (mucize işini) taleb (istemek) husûsunda onların himmetleri (istekleri, dilekleri) kâsır (kusurlu) oldu. Çünkü mu'cizenin te'sîri ona nazar edenlerin (bakanların) zâhir vücûdlarında (bedenlerinde) ve kalblerinde umûmiyyet üzere (genel olarak) vâki' olmaz (gerçekleşmez). Zâhir vücûdlarında (bedenlerinde) te'sîrin umûmî (genel, herkese ait) olmayışı, cümlesinin (hepsinin) kalbleri nûr-i îman (iman nuru) ile münevver olmamasındandır (aydınlanmamasındandır).  Ve kalblerinde te'sîrin umûmî (genel, herkese) olmayışı da, isti'dâdât-ı zâtiyye (kendi istidadının) ve gayr-ı mec'ûlelerinin (açığa çıkmamış istidatlarının) mütefâvit (çeşitli, farklı) bulunmasındandır. İsti'dâd-ı gayr-ı mec'ûl (zatında potansiyel olarak bulunup da açığa çıkmamış, gelişmemiş istidat) Fass-ı Üzeyri'de izâh olunmuştur (anlatılmıştır);  oraya mürâcaat buyrulsun.

Binâenaleyh
(nitekim),  kalbi ezelde (başlangıcı olmayan geçmiş zamanda) nûr-i îmanla (iman nuruyla) münevver olan (aydınlanan) kimse, bu âlem-i şehâdette (içinde bulunduğumuz bu dünyada) dahî, mü'min olarak zâhir olur (meydana gelir) ve ilm-i İlâhi’de (Allah’ın ilminde) ayn-ı sâbitesinin (ilmi suretinin) hidâyete (doğru yolu bulmaya) isti'dâdı olmayan kimseler dahî, bu âlemde hidâyetle zâhir olmazlar (meydana gelmezler). Ve bu bahsin (konunun) tafsîli (geniş açıklaması) dahî Fass-ı Üzeyrî'nin (üzeyri bölümünün) evâilinde (başlangıcında) îzah olunmuştur (anlatılmıştır) .  

Nitekim Allah Teâlâ hazretleri, Resûllerin ekmeli ve halkın a'lemi ve halde onların asdakı hakkında: "Yâ Habîbim sen sevdiğin kimseye hidâyet etmezsin, velâkin Allah Teâlâ dilediğine hidâyet eder" (Kasas, 28/56) buyurdu. Ve eğer himmet için te'sîr umûmî olaydı, Resûlullah (s.a.v)in himmeti te'sîr ederdi. Ve lâbüddür ki hiçbir kimse Resûlullah (s.a.v.)’den ekmel ve himmette ondan a'lâ ve akvâ değildir. Halbuki amcası Ebû Tâlib hakkında te'sîr etmedi ve zikrettiğimiz âyet Ebû Tâlib hakkında nâzil oldu. Ve kezâlik Allah Teâlâ Resûl hakkında: “Onun üzerine belağdan gayrı birşey yoktur” (Mâide, 5/99) buyurdu. Ve yine buyurdu ki: "Yâ Habîbim, senin üzerine onların hidâyeti yoktur; velâkin Allah Teâlâ dilediğine hidâyet  eder'' (Bakara, 2/272)'Ve Allah sûre-i Kasas'da ....................... (Kasas, 28/56) ya'nî "Allah Teâlâ mühtedî olanları a'lemdir" kavlini ziyâde eyledi. Ya'nî a'yân-ı sâbiteleriyle ademleri halinde kendilerinin hidâyetlerine olan ilmi, Hakk'a i'tâ edenleri a'lemdir (15).

Ya'nî umûr-ı mu'cizenin
(mucize hususunun, işinin) te'sîri umûmî (herkese) olmadığı için, Hak Teâlâ, Peygamberlerin en kâmili ve halkın en âlimi ve en sâdıkı olan Fahr-i  âlem (s.a.v.) Efendimiz'e hitâben: ....................... (Kasas, 28/56) buyurur. Ya'nî "Yâ Habibim, sen karâbet-i cesediyye (yakınlarınızın cesetleri) ve ba'zı sıfât-ı tabiîyye (tabii sıfatları) îcâbınca (gereğince) sevdiğin kimseye, Muhammed denilen vücûd-ı mukayyedin (kayıtlı vücudun) ve müteayyinin (meydana çıkmış belirmiş vücudun) ile hidâyet etmezsin; fakat ilm-i İlâhi’de (Allah’ın ilminde) a'yân-ı sâbiteleri, (ilmi suretleri) isti'dâd-ı gayr-ı mec'ûlleriyle (kendinde potansiyel güç olarak bulunan istidatlarıyla) Hak'tan hidâyet taleb etmiş (istemiş) olan kimselerin bu hazret-i şehâdette (içinde bulunduğumuz âlemde) hidâyetle zâhir olmalarına (açığa çıkmalarına, görünmelerine) meşiyyet-i İlâhiyye (İlâhi arzu, dileme) taalluk eder (gerçekleşir)"  buyurdu. Demek oluyor ki Peygamberlerdeki himmetin te'sîri umûmî (herkese, genel) değildir. Eğer umûmî (herkese) olsaydı, Ebû Tâlib hakkında, (S.a.v.) Efendimiz'in himmetleri te'sîr ederdi. Ve şüphe yoktur ki, hiçbir kimse cenâb-ı Fahr-i âlem (âleyhi's-sâlâtu ve's-selâm) Efendimiz'den, vücûdda  ekmel (daha mükemmel) ve himmet ve tasarrufda a'lâ  (yüce, yüksek) ve akvâ (daha sağlam) değildir. Böyle olduğu halde onun himmeti amcası Ebû Tâlib hakkında müessir (tesirli) olmadı ve hattâ bu zikr olunan (adı geçen) âyet-i kerîme  hâssaten (özel olarak) Ebû Tâlib hakkında nâzil oldu (indi).
Ve kezâ (böylece) himmetin te'sîri umûmî (herkese, genel), olmadığı için, Hak Teâlâ Peygamber hakkında ................................. (Mâide, 5/99) ya'nî "Peygamberin va­zîfesi ancak tebliğdir" (bildirmektir) buyurdu. Ve bundan başka da buyurdu ki: ......................................... (Bakara, 2/272) Ya'nî "Onların hidâyeti senin üzerine müteretteb (ait) değildir; ve sen, senliğin cihetinden (yönünden) onlara hidâyet edemezsin. Fakat sen ism-i Hâdî'nin (Hadi isminin) mazhar-ı etemmi (en mükemmel göründüğü mahal) olduğundan, Allah Teâlâ senin mazhariyyetinde (görüntü yerinde (bedeninde) zuhûr-ı küllî (tam, bütün olarak açığa çıkması) ile zâhir olduğu (göründüğü) vakit, ilm-i İlâhide, (Allah’ın ilminde) a'yân-ı sâbiteleri (ilmi suretleri) isti'dâd-ı gayr-ı mec'ûlleriyle (kendilerinde bulunan potansiyel istidatlarıyla (ilmi suretlerin istidadıyla) Hak'tan hidâyet taleb etmiş (istemiş) olan kimselere hidâyet eder. Ve onlar bu hazret-i şehâdette, (içinde bulunduğumuz mertebede) demirler miknatısın cezbiyle (çekimiyle) etrâfına toplandığı gibi, senin muhîtine (etrafına) müncezib olurlar (çekilirler).  Ve Hak Teâlâ bu âyetleri beyan buyurmakla (bildirmekle) berâber, fazla olarak sûre-i Kasas'da ................. (Kasas, 28/56) kavlini (sözünü) dahî zikr eyledi (söyledi). Ya'nî "Allah Teâlâ mühtedî olanları (hidayete ermişleri) a'lemdir" (bilendir) dedi ki, Allah Teâlâ, ilm-i İlâhi’de (Allah’ın ilminde) a'yân-ı sâbitelerinin (ilmi suretlerinin) isti'dâdıyla kimlerin Hak'tan hidâyet taleb etmiş (istemiş) olduklarını bilir, demek olur.
Ma'lûm olsun ki, vücûd-ı mutlak-ı Hakk'ın
(mutlak vücut sahibi olan hakkın) külliyyet (bütünlük, tamlık) i'tibâriyle (bakımından) beş mertebesi vardır:

Birincisi:
Zât-ı ahadiyyet
(ahad olan zat) ve lâ-taayyün (belirlenmemişlik, taayyünsüzlük)  mertebesidir. Bu mertebede Hakk'ın hiçbir sıfat ve isim ile tavsîf (vasıflandırmak) ve tevsîmi (isimlendirmek) mümkin değildir. Zîrâ (çünkü) cemî'-i niseb (bütün sıfatlar) ve izâfâttan (izafiliklerden, bağlılıklardan) ganîdir. Ve bu niseb (sıfatların) ve izâfâtın (izafetlerin) cümlesi (hepsi) zât-ı  ahadiyyette mahv (ortadan kalkmış, tükenmiş) ve müstehlektir (bitmiş, yok olmuştur).  Ve "vücûd-ı mutlak'' ta'bîri (ifadesi) mahzâ (sadece) bu mertebeye işâret için mevzû' (konulmuş) bir ıstılahtır (terimdir, tanımlamadır).

İkinci mertebe:
Sıfât ve esmâ mertebesidir ki, vücûd-ı mutlak-ı Hak, şuûnât-ı Zâtiyyesi
(Zat’ının işleri fiilleri) olan sıfât ve esmâsı hasebiyle, (bakımından) ilmen müteayyin (belirir) ve mütecellî olur (görünür). Ve hâzret-i ilmiyyede (ilim mertebesinde) peydâ olan (ortaya çıkan) bu suver-i esmâiyyeye (esma suretlerine) "a'yân-ı sâbite" (ilmi suretler) derler ki, bunlar, mümkinâtın (meydana çıkmışların ve çıkacak olanların ve çıkması mümkün olan bütün şeylerin) ilm-i İlâhi’de (Allah’ın ilminde) sâbit (mevcut) olan hakâyıkıdır (hakikatlerdir). Ve a'yân-ı sâbite (ilmi suretler) hâriçte mevcûd olmadıklarından mec'ûl (yapılmış, meydana çıkarılmış), ya'nî muhdes (sonradan yapılmış, hadis) değildirler. Zîrâ (çünkü) mec'ûliyyet (yapılmışlık) hâriçte (dışarıda) mevcûd olmakla olur. Ve bahr-ı ahadiyyette (ahadiyet denizinde) istihlâk (tükenmek) sûretiyle müttehid (bir olmuş, birleşmiş) olan esmâ, bu mertebede yekdîğerinden (birbirlerinden) mümtâz (ayrılmış) olurlar.

Üçüncüsü:
Mertebe-i ervâhdır
(ruhlar mertebesidir) ki, vücûd-ı mutlak-ı Hak (kayıtsız, sınırsız vücut sahibi Hakk), a'yân-ı sâbite (ilmi suretleri) hasebiyle bu mertebede ukûl (akıllar) ve nüfûs-ı mücerrede (karışıksız, yalın  saf, nefisler) olarak zâhir olur (açığa çıkar).

Dördüncüsü:
Misâl-i mutlaktır
(mutlak hayal mertebesidir) ki, bu mertebede, kezâ (böylece) vücûd-ı mutlak-ı Hak, a'yân-ı sâbite (ilmi suretler) hasebiyle, mertebe-i şehâdette (içinde bulunduğumuz mertebede) zâhir olacak (açığa çıkacak) olan mevcûdâtın (varlıkların) suver-i misâliyyeleriyle (hayali suretleriyle) müteayyin (belirir) ve mütecellî olur (görünür). Ve bu suver, (suretler) âyînede (aynada) muntabı' olan hayâl (görülen görüntü) gibi latîf (şeffaf) olup, kâbil-i teczi­ye ve teb'îz (cüzlere ayırmak ve parçalamak mümkün) değildir.

Beşincisi:
Hazret-i his
(hissedilen âlem) ve şehâdettir (görünen, şahit olunan alemdir) ki, bu mertebede dahî yine, vücûd-ı mutlak-ı Hak, kezâ (böylece) a'yân -ı sâbite (ilmi suretler) hasebiyle (bakımından) sûver-i kesîfede (kesif, madde suretlerinde) zâhir olur (açığa çıkar).  Ve bu suver (suretler) kâbil-i tecziye (cüzlere ayrılabilir) ve teb'îzdir (parçalanabilir). İşte bu merâtibin kâffesi (mertebelerin hepsi), bir vücûd-ı nâmütenâhînin (sonsuz sınırsız varlığın) tenezzülâtı (inişleri) ve tecelliyâtıdır (belirmeleridir).
Bu zikrolunan
(anlatılan) merâtibin (mertebelerin) netîcesi (sonuncusu), insân-ı kâmil olup, cemî'-i merâtibi câmi'dir (bütün mertebeleri kendinde toplamıştır). Binâenaleyh (nitekim) insân-ı kâmil mertebesi vücûd-ı mutlak-ı Hakk'ın (mutlak vücut sahibi Hakk’ın) altıncı mertebe-i tenezzülü ve tecellîsi (indiği ve belirdiği altıncı mertebe) olmuş olur.
İmdi a'yân-ı sâbite
(ilmi suretler) ilm-i İlâhide (Allah’ın ilminde) ne sûretle sâbit (mevcut) olurlarsa o sûretle Hakk'ın ma'lûmu (bilineni) olurlar. Binâenaleyh (nitekim) ilim, ma'lûma (bilinene) tâbi' olmuş (boyun eğmiş, uymuş) olur. Fakat, bundan ba'zı zevâtın (kişilerin) zehâbı (zannettikleri) gibi  ilm-i Hakk'ın (Hakk’ın ilmini) gayrdan (başkadan) müstefâd (kazanmış) olduğu ma’nâsı çıkarılmasın. Zîrâ (çünkü) a'yân-ı sâbite (ilmi suretler) esmânın sûretleridir; ve esmâ ise şuûnât-ı Zâtiyyeden (Zat’ın işlerinden, fiillerinden) ibâret olup, Zât-ı Hakk'ın aynıdır (Hakk’ın Zat’ının, kendisidir). Binâenaleyh (nitekim),  gayr (başka) nerededir ki, Hak'ın ilmi ondan müstefâd olsun (kazanılsın). Meselâ, insan "hattât" (güzel yazı yazan sanatkâr) olmalıdır ki, kendisinin hattât olduğuna ilmi lâhık olsun. Şu halde kendi indinde (tarafından) hattatlığı (yazı yazma sanatı) ma'lûm olduktan (bilindikten) sonra, bir kimse kendi hakkında, "Ben hattâtım" diye hükm eder (karar verir) ve onun hattatlığı (yazı sanatı) hakkındaki ilmi (bilgisi), "ma'lûm" olan (bilinen) hattatlığına tâbi' olmuş (boyun eğmiş, uymuş) olur.
İmdi a'yân-ı sâbiteden
(ilmi suretlerden) her birisinin bir iktizâ-yı Zâtîsi (Zat’ının gereği) vardır ki, ona "isti'dâd" ve "kabiliyyet" ta'bîr olunur (ifade edilir). Hz. Hak Sübhânehû ve Teâlâ'nın vücûd-ı hâricîde (vücudun dışında, dünyada) zuhûru (meydana çıkışı), ancak her bir "ayn"ın (ilmi suretin, mananın) sûretinde o "ayn"ın (ilmi suretin, mananın) bilâ-ziyâde (fazlasız) ve lâ-noksân (noksansız) isti'dâdına münâsib (uygun) olarak vâki' olur (gerçekleşir).  
Binâenaleyh
(nitekim) mü'minin ayn-ı sâbitesinin (ilmi suretinin) isti'dâdı îmânı, ve kâfir ve âsînin ayn-ı sâbitesi (ilmi sureti) dahî küfür ve isyânı taleb etmiştir (istemiştir) ve onların her birisi vücûd-ı aynîde (kendi vücutlarında) taleb etmiş (istemiş) oldukları sıfat üzere "Kün!" (ol) emriyle zâhir olmuşlardır. (açığa çıkmışlardır).
Beyt-i cenâb-ı Hâfız:
Tercüme: "Her ne varsa bizim endâmsız
(boysuz) olan kâmet-i nâsâzımızdandır (uygun, düzgün olmayan boyumuzdandır); yoksa Sen'in nûr-ı vücûdunla teşrîfin, (gelmen) kimsenin boyuna bosuna uymayacak sûrette kısa ve kifâyetsiz (elverişsiz) değildir."  

 

( Devam edecek)

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-19.10.2004
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail