[BU FASS KELİME-İ ÜZEYRİYYE'DE MÜNDEMİC
OLAN"HİKMET-İ KADERİYYE" BEYÂNINDADIR]
Bu fassta (bölümde)
Kelime-i Üzeyriyye'ye
(Üzeyri kelimesine) muhtas
(ait, mahsus) olan "hikmet-i
kaderiyye" (kaderin hikmetinden)
mevzû-i bahs (bahsedilmiş)
olur. Zîrâ cenâb-ı Üzeyr'in
Kur’ân’ı Kerim’de ismi bulunan büyük
zatlardandır. Peygamber olup olmadığı hakkında ihtilâf vardır)
muktezâ-yı hakîkatı
(hakikatinin gereği) bu olup sırr-ı kaderin
(kader sırrının) ma'rifeti
(bilinmesi) tarafına râğıb
olmuştur. (rağbet etmiş, istemiştir)
Hz. Üzeyr, kudretin makdûra
(takdir olunmuşa, kader olarak tayin
edilmişe) taalluku keyfiyyetinden
(ilişkisi hususundan) taaccüb
(hayret) ve Hırbe
karyesinin (hırbe kasabasının)
olduğu hâl üzere iâdesini
istib'âd etmiş. (uzak
görmüş, ihtimal vermemiş) ve
....................................... (Bakara, 2/259) yâ'nî
"Bu harâbâtı (harabereleri,
viraneleri) bu halden sonra Allah Teâlâ nasıl ihyâ
eder? (diriltir) "
demişti. Hak Teâlâ onun isti'zâm
(büyük gördüğü, gözünde büyüttüğü)
ve istib'âdı (uzak görüp,
ihtimal vermemesi) sebebiyle suver-i iâdenin
(suretlerin eski haline getirilmesi)
ve ahkâm-ı kudretin
(kudret hükümlerinin) envâ'ını
(çeşitlerini) ızhâr eyledi
(gösterdi).
Ya'nî onu yüz yıl imâte (öldürdü) ve ba'dehû (daha sonra)
ihyâ kıldı (diriltti).
Binâenaleyh
(nitekim) bu hikmet, Üzeyr
(a.s.)a mukârin (bitişik)
kılınarak ahkâm-ı kazâ (kaza
hükümleri) ve kader bu hikmette îrâd olundu
(söylendi).
Ve "melk" ve
şiddet, Hakk'ın ve esmâ-i İlahiyyenin
(İlahi esmanın) olup, sırr-ı
kadere ıttılâ'
(kader sırrından haberi olmak, malumatı
bulunmak) Hakk'a mahsûs
(ait, özel) bulunduğundan, bu "hikmet-i kaderiyye",
(kader ile ilgili hikmet)
"hikmet-i melkiyye"yi (şiddet ile
ilgili hikmetler) ta'kîb etti. Ve bunda, fânî-fillah
(Allah’ta fani) olup
rükn-i şedîd (şiddetin asıl sahibi)
olan Hakk'a ilticâ eyleyen
(sığınan) kimsenin, vücûd-ı
Hakkâni (Hakk’a uygun
vücud) ile mevcûd
olduktan sonra sırr-ı kadere (kader
sırrına) ve hikmet-i kaderiyyeye
(kaderin hikmetine) muttali'
(bileceğine, vakıf)
olacağına işâret vardır. Nitekim Üzeyr (a.s.) imâte
(ölüp) ve ihyâ olunduktan
(dirildikten) sonra, sırr-ı
kadere (kader sırrına)
vâkıf oldu (bildi).
Bil ki, "kaz" Allâh’ın eşyâda hükmüdür: Ve
Allâh'ın eşyâda hükmü, Allâh’ın eşyâya ve eşyâda olan ilminin
haddi üzeredir. Ve Allâh'ın eşyâda olan ilmi dahi, ma'lûmât
nefislerinde ne hâl üzere sâbit idiyseler, o ma'lûmâtın Hakk'a
i'tâ ettikleri şeyin haddi üzeredir ( 1 ) .
Ya'nî Hak zat-ı ahadiyyetinde
(ahad olan zatında) mündemic
olan (bulunan) bi'l-cümle
sıfât ve esmâ-i İlahiyyesinin (bütün
İlahi sıfat ve esmaların hepsinin) kuvveden
(kuvve, güç olarak bulunduğu mertebeden)
fiile (fiil, iş olarak)
zuhûrunu (çıkmasını)
murâd eyledikde,
(istediğinde) nefes-i rahmânî
(rahman olan nefesiyle (ilmi suretlerin
açığa çıkması) ile, o esmânın mezâhirinin
(göründüğü çıktığı yerlerin (birimlerin)
sûretleri ilm-i İlahide
(Allah’ın ilminde) peydâ
ve her birerleri ilmen müteayyin olup
(açığa çıkıp, görünüp)
birbirinden mümtâz (seçilmiş,
ayrılmış) oldular. Ve esmâ-i İlahiyyeden her birinin
isti'dâdı ve hâssıyyeti (kuvveti,
tesiri) ne ise, o sûretlerin
(birimlerin) her biri de
tâbi' olduğu (emri altında bulunduğu)
ismin isti'dâd ve hâssıyyetini
(kuvvet ve tesirine) hâiz
(sahip) oldu. Ve o eşyâ
(ilmi suretler),
saâdet (mutluluk)
ve şakâvetten (mutsuzluktan)
ve îman ve küfürden ve ikbâl
(bahtlı, mutlu olma) ve
idbârdan (talihsizlikten,
bahtsızlıktan) ve kemâl
(tamlık) ve noksândan ve sâir ahvâl
(diğer durumlardan) ve
levâzımından (gerekli olanlarından)
ilm-i İlahide (Allah’ın
ilminde) ne sûret üzerine mûteayyin oldular
(meydana çıktılar, göründüler)
ve Hak onları ne sûret üzerine bildi ise, onlar hakkında ol
vech (o suret) ile hükm
eyledi (karar verdi, hükmetti).
Demek ki Hakk'ın eşyâ-yı ma'lûme
(bilinen ilmi suretler)
üzerindeki hükmü, o eşyâ (ilmi
suretler) isti'dâdât-ı zâtiyyeleriyle
(kendi istidatlarıyla) Hakk'a
ne vermiş iseler, o verdikleri ilmin haddi
(derecesi, değeri) üzeredir.
İşte "kazâ" budur; ve bu hükümde tevkît
(belirlenmiş saat, zaman)
yoktur. Zîrâ (çünkü) bu
hüküm, zât-ı Hakk'ın (Hakk’ın
zatının) aynı
olan ilm-i İlahide (Allah’ın ilminde)
nefisleriyle ma'dûm (yok)
olan eşyâ (ilmi suretler)
üzerinedir. O mertebede ise zaman ve mekân
(yer, mahal) yoktur.
Ve "kader", eşyânın "ayn"ında ve nefsinde
sâbit olduğu gey üzerine, hükmün min-gayri-ziyâdetin tevkîtidir
(2).
Ya'nî "kader", ilm-i İlahide
(Allah’ın ilminde) eşyânın
(ilmi suretlerin) "ayn"ı
(zatı, hakikatleri)
iktizâsınca (gereğince)
i'tâ ettiği (verdiği)
hükmü ve ahvâli (halleri, oluşları),
vakt-i muayyende (belli
bir zamanda) ve zamân-ı mukadderde
(takdir olunmuş zamanda) icrâ
edip (yerine getirip)
ızhâr eylemektir (açığa çıkarmaktır).
Binâenaleyh (nitekim)
kader, a'yân-ı ma'lûmeden
(açığa çıkmış, bilinmiş olan ilmi suretlerden) her
birisinin ahkâm (hükümleri)
ve ahvâlini (durumlarını)
sebeb-i muayyen (belli bir sepep)
ile vakt-i muayyende
(belirli bir zamanda) ta'yîn eder
(belirler) ve o ahkâm
(hükümler) ve ahvâl
(haller, oluşlar) o vakitten
aslâ ileri, geri gitmez. Bu sûretle
(şekilde) kader, kazânın tafsîli
(teferruatı, detayı, açılmışı)
olur. Ve "kazâ", ilm-i İlahi-i
(Allah’ın ilmi) Zâtî-i ezelide
(ezeli Zat’ta (öncesi olmayan geçmişte)
eşyâ-yı ma'lûme (bilinen
ilmi suretler) üzerine ne şey hükmetmiş ise, "kader"
o şeyi ziyâde (fazla) ve
noksan olmayarak bi-hasebi’l-ezmân
(zamanlarına göre) takdîr eder.
İmdi kazâ-yı İlahi eşyâ üzerine ancak eşyâ ile
hükm etti (3).
Ya'ni eşyâ (ilmi
suretler) ilm-i İlahide
(Allah’ın ilminde) sübûtu
(çıktığı) hâlinde kendi nefislerinde, "ayn"larının
(kendi zatlarının) ahvâlinden
(hallerinden, oluşlarından)
ne şey üzere sâbit (var, mevcut)
olmuşlarsa, kazâ-yı İlahi
(İlahi kaza) dahî o eşyâ
(ilmi suretler) üzerine onların aynlarının
(kendilerinin, zatlarının)
verdiği ahvâl (haller, oluşlar)
ve ahkâm (hükümler)
ile hükmeder. Binâenaleyh
(nitekim) Hak Teâlâ hiçbir ferd
(kişi) üzerine, hariçten
(dışarıdan) bir şey ile
hükmetmez. Ancak o efrâdın
(birimlerin, kişilerin) her birisi, isti'dâd-ı zâtîsi
(kendi istidatları) hasebiyle Hakk'a bir hüküm i'tâ eder
(verir) .
Ve Hakk'ın üzerine o hüküm ile kendi üzerine
hükmetmesini, Hakk'ın üzerine hükm eyler
(hükmeder).
Misâl: Mi'mâr, bir
binâyı inşâ ettiği sırada, döşeme ve kaplama tahtalarını, o
tahtaların isti'dâdına göre intihâb eder
(seçer). Döşeme tahtası,
lisân-ı hâl île mi’mâra: "Benim binânın kaplamasında isti'mâle
(kullanılmaya)
salâhiyyetim yoktur; sen beni, döşeme için isti'mâl et!"
(kullan) der. İşte bu
tahtanın mi'mâr üzerine, kendi isti'dâdı hasebiyle, bir
hükmüdür. Mi'mâr dahi tahtanın kendi üzerine olan bu hükmünü
kabûl ile, onun döşemede isti'mâline
(kullanmaya) hükm eyler
(karar verir) .
Mi'mâr bu hükmü hariçten (dışarıdan) almadı, belki tahtanın zâtından
(kendisinden) almış oldu.
Ve bu ayn-ı sırr-ı kaderdir. Buna ıttılâ',
müşâhid olduğu halde, kalbi olan ve ilkâ-yı sem' eden kimseye
mahsûstur (4).
Ya'nî "kazâ"nın eşyâ
(ilmi suretler) üzerine, yine eşyâ
(ilmi suretler) ile
hükmetmesi keyfiyyeti (hususu),
halâyık (yaratıklar,
mahluklar) üzerine hâkim olan ayn-ı sırr-ı kaderdir
(kader sırrının kendisidir)
ve bu sırr-ı kadere ıttılâ'
(kader sırrına vakıf olma, bilme),
ancak mezâhirde (görüntü
yerlerinde, birimlerde) envâr-ı Hakk'ı
(Hakk’ın nurunu) müşâhede
edici olduğu halde,
mezâhir-i hissiyye ve akliyyede
(hissi ve akli görüntü yerlerinde, ruhta ve surette)
Hak ile mütekallib (değişen, kalıptan
kalıba giren) kalbe mâlik
(sahip) bulunan ve nûr-i îmanla
(iman nuruyla) işiten kimseye
mahsûstur (aittir). Bu evsâfı
(sıfatlara, vasıflara) hâiz
(sahip) olmayan sırr-ı
kadere (kader sırrına)
muttali' olamaz
(vakıf olamaz, bilemez).
İmdi hüccet-i bâliğa Allah için sâbittir. (5).
Rûz-ı cezâda (ceza
gününde) bu hüccet-i bâliğanın
(kesin delilin, kanıtın)
sûret-i sübûtu, (çıkış şekli)
âtîdeki (aşağıdaki)
suâl (soru) ve cevâbdân
anlaşılır.
Cenâb-ı Zü'l-Celâl hazretleri: Ey kâfır ve âsî ve
câhil kullarım! Ameliniz hasebiyle sizin hakkınızda tertîb
ettiğim cezâyı çekiniz!
Ehl-i ikâb (azap ehli): Yâ Rab! Küfrü, isyânı ve cehli
(cahilliği),
ezelde sen bizim üzerimize takdîr ettin. Senin
takdîrin ile bizden sâdır olan
(çıkan) a'mâlden
(fiillerden, işlerden) dolayı şimdi bizi muâheze
etmen (azarlaman, kızman)
ve tâkatımızın hâricinde olan
(gücümüzü aşan) şeyi bizden taleb etmen
(istemen) hakkımızda zulüm
olmaz mı?
Cenâb-ı İzzet: Benim kazâ ve takdîrim ilmime
tâbi'dir (bağlıdır) ve
ilmim dahî, isti'dâd-ı ma'lûmunuza
(bilinen istidadınıza) tâbi'dir
(bağlıdır, uyar).
Binâenaleyh (nitekim)
siz ezelde (öncesi olmayan
geçmişte) bana dediniz ki: "Bizim isti'dâd-ı
mahsûsumuz (kendi istidadımız)
budur; biz senden bu isti'dâdımıza göre Hükm
(karar vermeni) isteriz." Ben
de öylece hükmettim (karar verdim)
ve zâtınızda (kendinizde)
meknûn (gizli)
olan şey (ilmi suret)
üzerine ifaza-yı vücûd edip (vücut
verip) o şeyi (ilmi
sureti) îcâd (yaratıp)
ve ızhâr eyledim. (meydana
çıkardım) Binâenaleyh
(nitekim) sizden sâdır olan
(çıkan) küfür ve isyân ve
cehil, (bilgisizlik, cahillik)
ancak sizin zâtınızda
(kendinizde, hakikatinizde) bi'l-kuvve mevcûd olan
(potansiyel güç olarak bulunan)
şeydir. Ben yalnız ifâza-i vücûd edip
(vücut verip) onları îcâd
(yarattım) ve ızhâr ettim
(meydana çıkardım).
İmdi ben size zulmetmedim. Siz ancak kendi nefsinize
zulmettiniz. Ve sizin talebinizin
(isteğinizin) hâricinde
(dışında) size birşey vermedim.
Ehl-i ikâb: (Azap
ehli) Yâ Rab! Bizim zâtımıza o isti'dâdı veren
kimdir? Ve ilm-i İlahinde onu kim îcâd eyledi
(yarattı) veyâ onu vaz' eden
(koyan) kimdir?
Cenâb-ı İzzet: Ma'lûmât-ı ezeliyyede
(öncesi olmayan geçmişte bilinmiş)
olan isti'dâd mec'ûl
(yapılmış, vücuda getirilmiş) değildir. Zîrâ benim
"ilm"im sıfat-ı zâtiyyemdir (zatımın
sıfatlarıdır). Sıfât-ı İlahiyyem
(İlahi sıfatlarım) ise, Zât-ı
Celîl-i şânımla berâber kadimdir
(başlangıcı olmayıp, öteden beri mevcuttur).
Ve ezel-i âzâlde (mutlak
Zat’ta) îcâd (yaratma)
mesbûk (geçmiş, görülmüş)
değildir. Binâenaleyh
(nitekim) îcâddan (yaratılmazdan) evvel bir şeyin îcâdı
(yaratılması) mevzû'-i bahs
(söz konusu) olamaz.
Ben yalnız ilm-i ezel-i
İlahimde (ezeli ilmimde)
olan şeye ifâza-i vücûd edip (vücut
verip) onları kümm-i gaybdan
(gayb, bilinmezlik örtüsünden)
sâha-i bürûza (açık alana)
çıkardım. Onlar da ezeldeki
(geçmişteki) halleri
(oluşları) ve isti'dâdları üzere zâhir oldular
(açığa çıktılar, göründüler).
Kendi hallerinin gayrisiyle
(oluşlarının dışında) zâhir
olmaları (açığa çıkmaları)
için aslâ cebir (zorlamadım)
ve hükm etmedim. Yed-i feyyâzımda
(feyz veren elimde) buhl
(cimrilik) yoktur. Siz
istediniz, ben de verdim. Ben fiilimden mes'ûl
(sorumlu) değilim, mes'ûl
(sorumlu) olan sizsiniz.
Bu sûrette (şekilde) Allah için hüccet-i bâliğa
(kesin delil) sâbit
(mevcut) olur. Çünkü, bizim üzerimize O'nun hükmü,
ilm ü hikmet-i İlahiyyesi (İlahi
ilminin hikmeti) mûcibince
(gereğince) ve zâtı
muktezâsıyladır (zatının
gereğiyledir).
Ve eşyânın (ilmi suretlerin,
hakikatlerin) "ayn"ları,
(zatları) hâl-i ademde
(yokluk hallerinde, Hakk’ın Zat’ında) ,
ne şey üzerine sâbit
(mevcut) olmuş idiyseler, O'nun hükmü ancak o şey
üzerinedir. Ve a'yânın (ilmi
suretlerin) hâl-i ademde
(yokluk hallerinde (Hakk’ın Zat’ında)
o hâl (oluş)
üzere sübûtları (çıkışları),
gayr-ı mec'ûl (yapılmamış)
olan isti'dâdâtına
(istidatlarına) müsteniddir.
(dayanır)
............................. (Enbiyâ, 21/23) âyet-i kerîmesinin
ma'nâyı münîfi (yüce manası)
bu hakîkate nazaran (bakarak,
kıyaslayarak) teemmül buyrulmak
(etraflıca, iyice düşünmek)
lâzımdır.
Sual: A'yân
(ilmi suretler),
hem hâl-i ademde (yoklun
halinde, Hakk’ın Zat’ında) bulunuyor ve hem de sâbit
(mevcut) oluyorlar. Hâl-i
ademde (yokluk halinde)
bulunan ve yok olan şey, nasıl sâbit
(var) olur? Çünkü sübût
(sabit olma, meydana çıkma, var) dediğimiz keyfiyet,
(husus) mevcûdun şânıdır
(hususiyetidir, tabiiatıdır).
Cevap: Buradaki
"adem"den (yoktan, yokluktan)
murad, adem-i mahz (tam, sırf
yokluk) değildir. Zirâ, adem-i mahzdan
(tam, sırf yokluktan) hiçbir
şey çıkmaz. Bi'l-kuvve (güç, kuvvet
olarak) mevcûd olup, henüz bir libâs-ı taayyüne
(taayyün elbisesine, surete)
bürünmemiş olan bir şey dahî hâl-i ademdedir
(yok haldedir).
Mesela, elimize bir erik çekirdeği aldık. Bunun
içinde dallı budaklı bir erik ağacı olduğunu biliriz ve bu
ilmimizle (bilgimizle),
içinde böyle bir ağaç olduğuna hükmederiz
(karar veririz) .
Halbuki ağaç meydanda
yoktur; henüz hâl-i ademdedir (yok
haldedir). Ve
bu hâl-i ademle (yok oluşla)
berâber çekirdeğin içindeki erik ağacı sâbit
(var, mevcut) olmuştur, ya'nî
bi'l-kuvve (güç, kuvvet, potansiyel
olarak) mevcûddur, bi'l-fiil
(fiilen) hâl-i ademdedir
(yok haldedir).
Henüz libâs-ı taayyün
(taayyün elbisesi, suret) iktisâ etmemiştir
(giymemiştir) .
İmdi biz bu hükmümüzü
(kararımızı), o
çekirdeğin hâricinden (dışından)
almadık; belki hâl-i ademde
(yokluk halinde) sübût
bulduğu (sabit, mevcut olduğu)
şeyden ahz eyledik (aldık).
Bu keyfiyyet-i sübût
(sabit olma hususu) dahi, çekirdeğin isti'dâdına müsteniddir
(dayalıdır).
Zîrâ (çünkü) bu
çekirdek kayısı, üzüm, hurma ve şeftâli ve sâir
(diğer) meyvelerin çekirdeği
değildir. İsti'dâd-ı zâtîsi (kendi
istidadı) ancak erik ağacı çıkmasına müsâiddir
(elverişlidir).
Bi'l-farz
(farz edelimki) bir bahçıvan
bu çekirdeği dikip terbiye etse ve içinden çıkan erik ağacı, sen
niçin benim erik ağacı olduğuma hükmettin
(karar verdin) dese,
bahçıvan, senin hâl-i ademde (yokluk
halinde) sâbit (mevcut)
olan "ayn"ın, (kendi
zatın) ne hal üzerine idiyse, ona göre hükmettim
(karar verdim) cevâbını
verir. İşte eşyâ (ilmi suretler)
hakkındaki hükm-i İlahi
(İlahi hüküm) dahî, onların hâl-i ademde
(yokluk halleri),
"ayn"ları (zatları,
hakikatleri) ne hâl (oluş)
üzere sâbit (var)
olmuş iseler, ona göredir. Sâbit
(mevcut) oldukları hal
(oluş) dahi isd'dâdât-ı zâtiyyelerine
(kendi istidatlarına)
merbûttur; (bağlıdır) ve
isd'dâdât-ı zâtiyye (kendi
istidatları) ise gayr-ı mec'ûldür
(yapılmamıştır).
İmdi bu bahsin
(konunun) daha etraflı bir sûrette
(şekilde) tavzîhi zımnında
(açıklamak, aydınlatmak için)
isti'dâd-ı gayr-ı mec'ûl
(yapılmamış istidat (birimde potansiyel güç, kuvve olarak
bulunup da açığa çıkmamış istidat) hakkında tafsîlât
(geniş açıklama) i'tâsı
(vermek) münâsib
(uygun) görülür.
(Devam edecek)
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-09.11.2004
http://sufizmveinsan.com
|