140. Bölüm

[BU FASS KELİME-İ ÜZEYRİYYE'DE MÜNDEMİC OLAN

"HİKMET-İ KADERİYYE" BEYÂNINDADIR]

İsti'dâd-ı gayr ı mec'ûl:

Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerinin vücûd-ı mutlakı, (sınırsız, salt, kayıtsız vücudu) mertebe-i ahadiyyette (Zat mertebesinde) iken, kâffe-i sıfât esmâ-i İlahiyyesi, (bütün İlahi sıfatları ve esması) Zât-ı azîmü'ş-şânında (şanı büyük olan yüce Zat’ta) mahfi (gizli) ve kâmin (belirsiz, saklı) idi ve hiçbirisi diğerinden mümtâz (ayrılmış) değildi. İşte .................. hadîs-i kudsîsi bu mertebeyi beyân buyurur (bildirir, açıklar). Vaktâki (ne zamanki) esmâ-i İlahiyye (İlahi esma) lisân-ı halleriyle (istidadının, oluşlarının diliyle) kendilerinin, âstîn-i gaybdan (gayb yeninden) sâha-i zûhûra (açık sahaya, meydana) çıkarılmalarını müsemmâlarından (isimlenmişlerinden) taleb ettiler (istediler),  Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri kendi Zât’ı ile, kendi Zât’ında, kendi Zât’ına tecellî buyurmakla (kendini ızhar etmesiyle) , o esmânın zılâli (gölgesi) olan a'yân, (ilmi suretler) ilm-i İlahide (Allah’ın ilminde) sâbit (mevcut) oldular. İşte bu mertebede esmâ, yekdîğerinden (biri diğerinden) mümtâz oldu. (ayrıldı) Onların zılâli (gölgesi) olan a'yân (ilmi suretler) dahi, o esmânın muktezâları (gerekleri) ne ise, o hal (oluş) üzere sübût buldular. (sabit, mevcut oldular) İşte o esmânın muktezâları (lazım gelenleri, gerekleri) olan ahvâl, (haller, oluşlar) a'yân-ı sâbitenin (ilmi suretlerin) isti'dâdâtı (istidatları) oldu. Halbuki esmânın muktezâları (gerekleri) olan ahvâlin (hallerin, oluşların) hiçbirisi mec'ûl (yapılmış) olmadığından, onların zılleri (gölgeleri) olan a'yân-ı sâbitenin (ilmi suretlerin) isti'dâdâtı (istidatları) dahî mec'ûl (yapılmış) değildir.

Meselâ Dârr isminin muktezâsı (gereği) zarar vermek ve Nâfı' isminin muktezâsı da (gereği de)  nefi' (fayda) i'tâ eylemekdir (vermektir). Ve kezâ Mudill isminin muktezâsı (gereği) dalâlet (yanlış yola sürüklemek) ve Hâdî isminin muktezâsı da (gereği de) hidâyettir (doğru yolu buldurmaktır) .  Bunların ilm-i İlahi’de (Allah’ın ilminde) sâbit (mevcut) olan  "ayn"ları da (hakikatleri, ilmi suretleri de), o isimlerin muktezâları (gerekleri) olan zarar ve nef’ (fayda) ve dalâlet ve hidâyet halleri üzerine olur ve onların isti'dâdât-ı zâtiyyeleri de (kendi istidatları da) bu hallerden (oluşlardan) ibâret bulunur. İmdi bu âlem-i şehâdetteki (içinde bulunduğumuz âlemdeki (dünyadaki) eşyânın (varlıkların) hakîkatleri, işte bu a'yân-ı sâbitedir (ilmi suretlerdir). Bu a'yân, (ilmi suretler) ilm-i İlahi’de (Allah’ın ilminde) ne hâl üzere sâbit (mevcut) olmuş ve isti'dâdları neyi iktizâ eylemişse (gerektirmişse), Hakk'ın hükmü (kararı) ona göredir.

Ey birâder can-berâber! Bu kıyl ü kâllerin  (denilenlerin, söylenenlerin) cümlesi (bütün hepsi) tekâbül-i esmâdandır (esmanın karşılıklı olmalarındandır, zıtlıklarındandır).  Vücûd-ı hakîkî ise ancak müsemmâ olan (isimlenen) Hakk'ındır; halkın (yaratılmışların) vücûdu ortada bir bahânedir. Nitekim, Fass-ı Ya'kûbî'nin (Yakub bölümünün) şerhinde (açıklamasında) misâl ile tavzîh edilmiş (açıklanmış, aydınlatılmış) idi. Ve belki halkın (yaratılmışların) vücûdu dahi Hakk'ın olup, suâl (soru) ve cevâb kendisinden yine kendisine vâki' olur (gerçekleşir). Hemen cenâb-ı Zü'lCelâl hazretleri bu fakîri ve taleb eden (isteyen) kâffe-i ihvânı (bütün ihvanların hepsini) vehm-i enâniyyetten (vehmin verdiği benlikten) halâs (kurtarsın) ve zevk-ı fenâ (Allah’ta yok olma zevki) ile kâm-yâb buyursun (isteğine erişmiş mutlulardan etsin), âmin! Bi-hürmetiSeyyidi'l-mürselîn Mesnevî:

Ve kezâ Cenâb-ı Mevlânâ (k.s.) buyurur:

Böyle olunca hâkim, hakîkatte mes'elenin "ayn"ına tabi'dir ki, o mes'elenin zâtının iktizâ ettiği şeyle onda hükm eder. İmdi mahkûmün-aleyh kendisinde olan şeyle hâkim iizerine hâkimdir ki, kendi üzerine bununla hükm eyleye (6).

Ya'nî hâkim-i Hakîm olan (her şeyi bilen her şeye hükmeden) Allah Teâlâ hazretlerinin bir şey üzerine kazâsı ve onu takdîr eylemesi, (değerlendirmesi) ancak o şeyin, muktezâ-yı kâbiliyyetine (kabiliyetinin gerektirdiklerine) göredir. Binâenaleyh (nitekim) hâkim hükmünde (kararında), mahkûmün-aleyh olan (hakkında hüküm verilen) şeyin taleb-i isti'dâdına (istidadının isteğine) tâbi'dir (bağlıdır, uyar). Ya'nî mahkûmün-aleyhin (aleyhinde hüküm verilenin, mahkum olanın) kâbiliyyet ve isti'dâdı hâkime der ki: "Benim kâbiliyyet ve isti'dâdımın muktezâsı (gereği) budur. Hakkımda bu muktezâya (gereklere) göre senden hüküm (karar) isterim". Hâkim dahi ona göre hükmeder (karar verir).

İmdi hâkim, kim olursa olsun; her hâkîm hükm eylediği şeyle ve hükm eylediği şeyde mahkûmün-aleyhdir (7).

Ya'nî hâkim ister Hak olsun, ister halk (insanlardan) olsun, bir şeyle ve bir şeyde hükm ettiği vakit, ancak o şeyin zâtının (kendisinin) ve hakîkatinin muktezâsı (gereği) ne ise, ona göre hükmeder. İşte hâkim bu hükm ettiği şeyle mahkûmün-aleyhdir (hakkında hüküm verilendir (mahkûmdur). Zîrâ mahkûm, hâkime der ki: "Benim hâlimin (oluşumumun) muktezâsı (gereği) budur. Sen benim hakkımda şu hûkm (karar) ile hâkim ol (karar ver)!" Binâenaleyh (nitekim), mahkûm vereceği hüküm (karar) ile evvelâ hâkimi mahhkûmün-aleyh (mahkum) kılar (yapar). Hâkim dahî bu sûretle mahkûmün-aleyh (mahkum) olduktan sonra hükmünü verir ve hakkında bu hüküm lâhık olan (bağlanan) dahî sâniyen (ikinci olarak) mahkûmün-aleyh (hüküm giyen (mahkum) olur. Hükm-i Hak (Hakk’ın kararı) böyle olduğu gibi, hükm-i Enbiya (Peygamberlerin hükümleri) ve selâtîn (sultanların) ve mahkeme hâkimlerinin hükmü dahi böyledir.

İmdi bu mes'eleyi tahkîk et! Zîrâ sırr-ı kader, ancak şiddet-i zuhûrundan dolayı meçhûl oldu. Ve Enbiyadan onun hakkında taleb ve ilhâh kesretle vâki' olduğu halde, sırr-ı kader bilin­medi (8).

Sırr-ı kaderin (kader sırrının) şiddet-i zuhûru (açığa çıkışındaki zorluk) budur ki: Hakk'ın emri ve hükmü olmadıkça, bir şey vâki' olmaz (gerçekleşmez). Ve Hakk'ın hükmü dahi ancak mahkûmün-aleyh (hakkında hüküm verilen, mahkum) olan şeyin zâtı (kendisi) ne vech ile (şekilde) hükmetmiş ise, o şey hakkında ona göre lâhık olur (bağlanır).   Ve bu hakîkatin mechûl olması (bilinmemesi) ehl-i irfan indindeki (irfan sahiplerin düşüncelerine göre) mechûliyyettir (bilinmezliktir).  Yoksa erbâb-ı cehil (cahil kişilerin) ve tuğyân (azgınlar, günahkarlar) burada kâle bile alınmaz. Onlar ...................................... (A’râf, 7/179) vasfıyla mevsûf (vasıflanmış) insan sûretinde bir sürü hayvânâttan ibârettir.

Ve bu sırr-ı kader (kader sırrı) hakkında Enbiyadan (Peygamberlerden) onun ıttılâ'ına (öğrenmeye, haberdar olmaya) kesretle (çokça) taleb (istemesinin) ve ilhâhın (ısrar etmesinin) sebebi budur ki: Umûmu (herkesi) , da'vete me'mûr (vazifeli) olan Enbiya, (Peygamberler) halktan ba'zılarının hidâyete (doğru yolu bulmaya, hak yoluna girmeye) kâbiliyyeti olup ba'zılarının olmadığını bildiklerinden, hidâyete ehliyeti  (kabiliyeti) olanları görüp da'vet etmek ve ehliyeti (kabiliyetli) olmayanlar hakkında beyhûde (boş yere) zahmet ve meşakkat (zorluk) çekmemek için, sırr-ı kadere (kader sırrını) ıttılâ'ı (öğrenmeyi, bilmeyi)  taleb ederler (isterler). Velâkin mücâzât-ı ibâd, (ibadetlerinin karşılığı) onların a'mâllerine (işlerine, fiillerine) ve Enbiyaya (Peygamberlere) itaât ve isyânlarına ve îman ve küfürlerine mukabil (karşı) cârî (geçerli) olduğundan; ve bu iki fırkanın (gurubun) birbirinden ayrılması ve zâtında saâdete kâbiliyyeti olan kimselerin, da'vet-i Enbiyaya (Peygamberlerin davetini) icâbeti (kabul etmesi) sebebiyle, saâdeti zâhir (açığa çıkmış) olarak mesrûr (mutlu) olacak şeyle cezâ olunması (karşılık verilmesi) ve zâtında şekâveti (mutsuzluğu) muzmer (gizli) olan kimselerin, Enbiyaya (Peygamberlere) inkârları hasebiyle, bâtınlarındaki (ruhlarındaki) şekâvetleri (mutsuzluğu) zâhir (açığa çıkmış) olarak nâhoş (hoş olmayan) şeyle mücâzât (karşılık) kılınması muktezî (gerekli) bulunduğundan, kendilerine emr-i da'vette (davet işinde) fütûr (usanç, bezginlik) gelmemek için, Enbiya (Peygamberler) (a.s.) hîn-i da'vette (daveti sırasında) sırr-ı kaderden (kader sırrından) muhtecib (örtünmüş) oldular.

Ma'lûm olsun ki, rusül, (salavâtullâhi aleyhim), evliyâ ve arifîn oldukları haysiyyetle değil, rusül oldukları haysiyyetle, ümmetlerinin bulundukları hal merâtibi üzeredir. Binâenaleyh, rusül indinde, irsâl olundukları ilimden, ancak ümmetlerinin bilâ-ziyâde ve lâ-noksan muhtâc oldukları şey kadar vardır (9).

Ya'nî resûllerin resûl oldukları cihetten (yönden), ilm-i irsâldeki (gönderilen ilimin) mertebeleri, ümmetlerinin merâtibi (mertebeleri) ve îmân ve i'tikâdâtı (inançları) ve ilim ve maârif (bilgi) ve isti'dâdâtı üzeredir. Binâenaleyh (nitekim) her birisinin ümmeti, ulûmdan (ilimlerden) ne mikdâra muhtâc (ihtiyacı var) ise, ilm-i risâlete (risalet ilmine) müteallık (bağlı) olarak onların indindeki (katındaki (düşüncesindeki) şey dahî, o mikdârdan zâid (fazla) ve nâkıs (noksan) değildir. İmdi ma'lûm olsun ki (bilinsin ki) rusül (a.s.) için üç cihet (vazife) vardır:

Birincisi cihet-i  Risâlet (Resûllük görevi) olup, bu cihetle (bakımdan) ümmetlerinin umûr-ı uhreviyye (ahiret ile ilgili işleri) ve dünyeviyyelerinin (dünya ile ilgili işlerin) salâhını (düzeltmeye, iyileştirmeye) mûcib (gerekli) olan ahkâm-ı İlahiyyeyi (İlahi hükümleri) deruhte ederek (kendini vazifeli bilerek) onlara tebliğ ederler (bildirirler). Ve bu ahkâm (hükümler) ümmetlerinin ihtiyâcından ziyâde (fazla) ve noksan değildir.

İkincisi, cihet-i  velâyet (velilik görevi) olup onların sıfât-ı Hak'ta (Hakk’ın sıfatlarında) sıfatlarıyla ve Zât-ı Hak'ta (Hakk’ın Zat’ında) zâtlarıyla fânî (yok) olmaları ve esmâ ve sıfât-ı İlahiyyenin (İlahi esma ve sıfatlarının) kemâlâtı; (tamlığı, mükemmelliği) isti'dâd-ı zâtîleri ve kâbiliyyât-ı külliyyeleri (istidat ve kabiliyetlerinin tam, bütün oluşu, cüz olmayışı) sebebiyle onlarda zâhir olması (açığa çıkması, görünmesi) için, o rusülün fenâ-fillah (Allah’ta fani olma) merâtibidir (mertebeleridir). Rusül-i kirâm bu cihetten (yönden) ümmetlerinin hakâyıkı (hakikatleri) merâtibi (mertebeleri) üzerine değildir.

Üçüncüsü, cihet-i Nübüvvet (Nebilik görevi) olup Enbiyadan (Nebilerden) her birisi isti'dâd-ı aslîsi (asıl istidadı) ve kabiliyyet-i zâtisi (kendi kabiliyeti) hasebiyle (bakımından) ma'rifet-i İlahiyye’den (İlahi bilgilerden, ilimlerden) merzûk olduğu (rızıklandığı) kadar, Allah Teâlâ’dan ihbârdır (haber vermektir).  Ve bu cihet (yön), cihet-i velâyetin (velilik yönünün) zâhiri (dışı, dış görünüşü) ve cihet-i velâyet (velilik yönü) bunun batınıdır (ruhudur, iç yüzüdür).

Halbuki, ümmetler mütefâzıledir: Ba'zısı ba'zısı üzerine ziyâde olur. Rusül (a.s.) dahî ümmetlerinin tefâzulu hasebiyle, ilm-i irsâlde mütefâzıle olur. O tefâzul da Hak Teâlâ'nın ......................... (Bakara, 2/253) kavlindeki tefâzuldur: Ve kezâ rusül, ulûm ve ahkâmdan zâtlarına râci' olan şeyde isti'dâdları hasebiyle mütefâzıldırlar. O tefâzul dahi Hak Teâlâ’nın .................................. (İsrâ, 17/55) kavlindeki tefâzuldur ( 10).

Ya'nî ümem (ümmetler), ulûm (ilimler) ve maârif (bilgiler) ve akaid (inançlarında) ve isti'dâdâtta ve kabûlde yekdîğerinden (bir diğerinden) farklıdır. Ba'zılarının ba'zılarına rüchânı (üstünlüğü) ve fazlı (fazlalığı) vardır. Ve her bir Resûl ancak ümmetinin kabiliyyeti ve isti'dâdlarının talebi (isteği) üzerine irsâl olundu (gönderildi). Binâenaleyh (nitekim) Resûl’ün onlara teklîfi, ancak kendilerinin vüs'at-ı isti'dâdları (istidatlarının genişliği, kapasitesi) derecesinde vâki' olur (gerçekleşir). Ve bir ümmetin istidâdâtta ümem-i sâire (diğer ümmetler) üzerine fazlı (fazileti, üstünlüğü) ne kadar ise, o ümmete irsâl olunan (gönderilen) resûl (a.s.)ın rusül-i sâire (diğer Resûller) üzerine ilm-i risâletteki (Resullûk ilmindeki) fazlı da (fazileti, üstünlüğü de) o kadardır. Hak Teâlâ hazretleri bu fazlı (fazileti, üstünlüğü) ........................... (Bakara, 2/253) kavliyle (sözleriyle) be­yan buyurmuştur (açıklamıştır).

Ve kezâ (böylece) Enbiya, (Nebiler, Peygamberler) merâtib-i Nübüvvette, (Nübüvet mertebelerinde, Peygamberlik derecelerinde) a'yân-ı sâbitelerinin (kendi ilmi suretlerinin) isti'dâdâtı muktezâsınca (gereğince) ulûm (ilimler) ve ahkâm (hükümler) ve maârifde  (bilgilerde) yekdîğeri (bir diğeri) üzerine tefazzul ederler (üstün olurlar). Çünkü Nübüvvet (Peygamberlik görevi) velâyetin (veliliğin) zâhiri (dış görünüşü, dışta görüneni) ve velâyet (velilik) Nübüvvetin (Peygamberlik görevinin) bâtını (gizli yanı, iç yüzü) olduğundan, onların Nübüvvetteki tefâzulları (üstünlükleri), velâyetteki tefâzulları (üstünlükleri) hasebiyledir. Ve onların velâyetteki tefâzulları (faziletleri, üstünlükleri) ise; ilm-i İlahi’de, (Allah’ın ilminde) mazhar oldukları (görüntü mahalli oldukları) esmâ hasebiyle (bakımından) a'yân-ı sâbitelerinin (ilmi suretlerinin) vüs'at (genişliği (kapasitesi) ve şumûlüne (içine alışına, manen kaplayışına, (kapasitesine)  göredir. Bu tefâzul, (üstünlük) evvelki tefâzulden (faziletten, üstünlükten) başka olup, Hak Teâlâ hazretleri bunu ................................... (İsrâ, 17/55)  kavliyle (sözleriyle) beyan buyurmuştur (bildirmiştir). Binâenaleyh (nitekim) bu tefâzul (üstünlük), onların isti'dâdât-ı gayr-ı mec'ûllerine (yapılmamış istidatlarına, ilmi suretlerinin istidadına) râci' (dönük, ait) olup, velâyetleri cihetiyle (velilikleri yönüyle) olan tefâzuldür (üstünlüktür).

Ve Hak Teâlâ halk hakkında ..................................... (Nahl; 16/71) ya'nî "Hak Teâlâ rızıkta, ba'zınızı ba'zınız üzerine tafzîl eyledi" buyurdu. Ve halbuki rızk ulûm gibi rûhânî ve ağdiye gibi hissîdir:  Ve Hak: Teâlâ rızkı kader-i ma'lûm ilk tenzîl eder ve kader-i ma'lûm halkın taleb ettiği istihkaktır. Zîrâ "Allah Teâlâ her şeye onun halkını i'tâ eyledi" (Tâhâ, 20/50) (11).

Ya'nî Hak Teâlâ, umûmen halk (genel olarak, herkes)  hakkında  "Hak Teâlâ rızk husûsunda ba'zınızı ba'zınız üzere tafzîl eyledi" (Nahl, 16/71) buyurdu. Ve rızkın ba'zısı ulûm-i İlahiyye (İlahi ilimler) gibi rûhânî (ruh ile ilgili) ve ma'nevî; ve ba'zısı envâ'-ı gıdâ (çeşitli gıdalar) ve taâm (yemek, aş) gibi hissî ve sûrîdir (suret, beden ile ilgilidir). Ve halkın (varlıkların) taleb eylediği (istediği) istihkâklarından (hak ettiklerinden) ibâret olan bu rızkı, Cenâb-ı Hak ancak kader-i ma'lûm ile (ezelde bilinen kaderi ile (ilmi suretlerin istidadı ile taleb ettiğini) inzâl eyler (gönderir). Ma'lûmdur (bilinir) ki, ilm-i İlahi’de (Allah’ın ilminde) her şey, ayn-ı sâbitesinin (kendi ilmi suretinin) isti'dâd-ı aslîsi (asıl istidadı) hasebiyle (dolayısıyla) Hak'tan bir hüküm ister. İşte isti'dâdının muktezâsı (gereği) mûcibince (sebebiyle) o şey (ilmi suret) hakkında kazâ olunan (ezelde karar verilen), hüküm "kader-i ma'lûm"dur (bilinen kaderdir). İmdi o şey (ilmi suret),  kazâ olunan (ezelde karar verilen) hükmün halkını (yaratılmasını) ve kisve-i vücûdu (vücut elbisesi, suret) iktisâsı indinde (gerektirdiği sırada) kader-i ma'lûm (ezelde bilinen kaderi) üzere bulunan müstahak olduğu (hak ettiği) rızkını Hak'tan taleb eder (ister).  Hak Teâlâ da ona inzâl eyler (gönderir). Eşyânın (varlıkların) ayn-ı sâbitelerindeki (ilmi suretlerindeki) isti'dâd mütefâvit (birbirinden farklı) olduğundan, bu tefâvüt-i isti'dâdât (farklı, çeşitli istidatlar) muktezâsınca (gereğince), kader-i malûm ile (ezelde verilmiş bilinen hükümle) nâzil olan (nüzul eden, inen) rızıklarda dahî tefâvüt (çeşitlilik) vardır. Binâenaleyh (nitekim), bu rızık sâhiblerinin arasında da tefâvüt (çeşitli farklılıklar) zâhir olur (görülür). "Cenâb-ı Hak ise her şeye hakkını i'tâ eyledi (verdi) " (Tâhâ, 20/50); ya'nî ezelde (başlangıcı olmayan geçmiş zamanda) ilm-i İlahi’de (Allah’ın ilminde) her şey ne hüküm taleb etmiş (istemiş) ise, o hükmü ve müstehak (haketmiş) olduğu şeyi Allah Teâlâ def’â-i vâhidede (bir defada) ona verdi. Velâkin hazret-i vücûda (vücut mertebelerine) dâhil olduktan sonra semâvât (gökler) ve arz (yer) hazînelerinden gıdâ-yı sûrîyi (suret ile ilgili gıdayı) ve semâvât-ı hakâyık (semaların hakikatleri,ilmi suretler) ve ervâh (ruhlar, esma) ile arz-ı nüfûs ve eşbâh (.....................................) hazînelerinden dahî gıdâ-yı rûhânîyi (ruh ile ilgili gıdayı) tedrîc ile tenzîl buyurdu (azar azar, aşama aşama indirdi).

(Devam edecek)

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-16.11.2004
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail