141. Bölüm

[BU FASS KELİME-İ ÜZEYRİYYE'DE MÜNDEMİC OLAN

"HİKMET-İ KADERİYYE" BEYÂNINDADIR]

     İmdi Hak Teâlâ, her şeye meşiyyeti taalluk ettiği kadar, rızk tenzîl eder ve meşiyyeti dahî bildiği ve İlmi mûcîbince ezelde hükm eylediği şeye taalluk eyledi. Ve bundan evvel dediğimiz gibi, Hak Teâlâ ma'lûmu ancak, o ma'lûmun kendi nefsinden Hakk'a i'tâ ettiği şeyle bildi (12):

     Ya'nî Fass-ı Ya'kûbî'de (Yakub bölümünde) Şeyh (r.a.) "Hakk'ın irâdesi ilmine ve ilmi de ma'lûma (bilinene) tâbi'dir" buyurmuş ve bu fassın (bölümün) ibtidâsında (başında) dahi "Allah'ın eşyâda (ilmi suretlerde) hükmü, eşyâda (ilmi suretlerde) olan ilminin haddi (değeri, sınırı) üzeredir" demişti. Şimdi de bu hükmünün tenzîl-i erzâk  (tedrici olarak, parça parça erzağı indirme) husûsunda dahî cereyânını (akışını, gidişatını) beyan buyuruyor (açıklıyor) .

    İmdi tevkît asılda "ma'lûm" içindir. Ve İlim ve irâde ve meşiyyet kadere tâbi'dir (13).

    Ya'nî ilm-i İlahide (Allah’ın ilminde) eşyânın (ilmi suretlerin) "ayn"larında (zatlarında) olan şeyin vakt-i muayyen (belli zaman) ile tevkîti (vaktin belirlenmesi), asılda ve hakîkatte isti'dâdıyla o tevkîti (vaktin belirlenmesini) taleb eden (isteyen) ayn-ı sâbite-i ma'lûme (malum olmuş, bilinmiş ilmi suret) içindir. Zîrâ (çünkü) her bir ayn-ı sâbitenin (ilmi suretin) kendi ahvâlinden (hallerinden, oluşlarından) her bir hâlin vakt-i muayyende (belirli bir vakitte) ve zamân-ı mahsûsta (kendine özgü bir zamanda) taayyününü (meydana gelmesini, belirmesini) taleb (isteme),  onun muktezayât-ı zâtiyyesindendir (zatının gereklerindendir).

    Binâenaleyh (nitekim) kazâ ve kader ve irâde ve meşiyyet (İlahi arzu), ilm-i İlahiye; (Allah’ın ilmine) ve ilm-i İlahi (Allah’ın ilmide) de "kader-i ma'lûm" (bilinmiş kader) olan ayn-ı sâbiteye (ilmi surete) tâbi'dir (bağlıdır). Meselâ yetmiş sene ömrü olan bir kimsenin doğduğu günden vefâtına kadar olan yediği taâm (yiyecekler) kendisine def’aten (bir defada) gelmemiş, belki evkât-ı muayyenede (belirlenmiş, tayin edilmiş zamanlarda) tedrîcen (aşama, aşama) nâzil olmuştur (inmiştir). Ve kezâ (böylece) ondan sudur eden (çıkan) ef’âl-i hasene (iyi, güzel fiillerin) ve kabîhanın (kötü fiillerin) mecmû'u (toplamı) dahi birden bire zuhûr etmeyip (meydana çıkmayıp) vakit vakit peydâ olmuştur. Ve kezâ (böylece), ondaki ilim ve ma'rifet (bilgi, hüner) dahi def’aten (bir seferde) nâzil olmayıp (inmeyip) yevmen-fe-yevmen (günden güne) ve ânen-fe-ânen (git gide) ale't-tedrîc (derece derece) peydâ olmuştur. Velhâsıl, hîn-i vefâtına (ölümüne) kadar sûrî ve ma'nevî erzâktan (suretle ve ruhla ilgili gıdalardan) her ne vakit ne mikdar gelmiş ise, hep ezelde (öncesi olmayan geçmişte) ilm-i Hak'ta (Hakk’ın ilminde) ma'lûm olan (bilinen) ayn-ı sâbitesinin (ilmi suretinin) lisân-ı isti'dâdiyle (yaradılışındaki istidatla) taleb ettiği (istediği) vakit ve mikdâra göre nâzil olmuştur (inmiştir) .

Rubâî (dörtlük) :

            Tercüme:

                      "Aynın ki senin oldu kitâb-ı evvel

                       Meşrûhdur o kitabda esrâr-ı ezel

                       Ahkâm-ı kader çünki yazılmış onda

                       İşte o kitâbın ile Hak etti amel"

     Böyle olunca sırr-ı kader ulûmun ecell ve a'zamındandır. Ve Allah Teâlâ, onu ancak ma'rifet-i tâmmeye uhtas kıldığı kimseye tethîm eder. Sırr-ı kaderi bilmek, onu bilen kimseye râhat-ı külliyyeyi i'tâ eder. Ve yine onu bilen kimseye azâb-ı elîmi i'tâ eyler. Şu halde, ilm-i kader sâhibine iki nakîzı i'tâ eder (14).

    Sırr-ı kader ilminin (kader sırrını bilmenin) sâhibine râhat-ı kâmile (tam bir rahatlık, huzur) îrâs etmesinin (vermesinin) sebebi budur ki: Böyle bir kimse kendisine gelen şeyin, ancak ilm-i İlahi’de (Hakk’ın ilminde) ayn-ı sâbitesi (kendi ilmi sureti) Hakk'a ne i'tâ etmiş (vermiş) ise, kazâ-ı sâbıkta (kaza olunmuşta) Hakk'ın takdîr buyurduğu (karar kıldığı) şey olduğunu ve ezelen (önceden) kendisinin hakîkati, ayn-ı sâbitesi (ilmi sureti) Hakk'a ne vermiş ise tehallüf (ona uygunsuz, zıt olmayacağını) ve ebeden (asla) tağayyür (değişmeyeceğini) ve tahavvül etmeyeceğini (başka şeye dönüşmeyeceğini) bilir. Binâenaleyh (nitekim) kendisi için makdûr olan (takdir edilen) şeyin arkasında koşmak zahmetinden kurtulur ve makdûr olmayan (takdir edilmeyen) şeyin ne kadar arkasında koşulsa boş olduğunu bilerek, onu talebden (istemekten) vazgeçer. Ve eğer husûlü (olması) mukadder olan (takdir olunan, karar kılınan) şeyin talebiyle meşrût (arzu etme şartına bağlı) olarak takdîr olunduğunu (karar verildiğini) bilirse, talebde (isteğinde) icmâl eder, (teferruata gitmez) külfet etmez. (zorluk, sıkıntı çekmez) Meselâ çekirdeği dikip sulamadan ağaç çıkıp meyve bitmiyeceğini bildiği için, bunları yapar. Zîrâ (çünkü) ağacın meyve vermesi talebe meşrûtan (isteme, arzulama şartına bağlı olarak) takdîr buyurulmuştur. Fakat bu icrââtında (işlerinde, yaptığı şeylerde) külfet etmez; (zorlanmaz, sıkıntıya düşmez) eğer mukadder (takdir edilmiş) ise, bu kadar taleble (istemekle) ağaç çıkıp meyve verir; eğer değilse, çekirdek mahv (bozulur, yok) olur. Ve sâhibi bu sırra vâkıf olduğundan (sırrı bildiğinden) "Niçin olmadı?" diye elem çekmez. (üzülmez) Cühelâ (bilgisizler) ise böyle değildir. Bir emelin (arzunun, tamahın) husûlü (meydana gelmesi) için, bin esbâba (vasıtalara, sebeplere) teşebbüs eder; hiçbirisi müsmir (faydalı, verimli) olmaz. Nihâyet bu taab-i taleble (sıkıntı, zahmet veren istekleriyle) ölür gider. Bunun her gün binlerce nümûnesi meşhûd olduğu (görüldüğü) halde,  yine teyakkuz (uyanma) hâsıl olmaz (oluşmaz).Sırr-ı kaderi (kader sırrını) bilmek, sâhibine bu sûretle râhat-ı tâmme (tam bir rahatlık)  i'tâ ettiği (verdiği) gibi, bu ilim, râhatın nakizı (zıttı) olan azâb-ı elîmi (büyük acı ve kederi) de îrâs eder (verir).  Bunun sebebi dahi budur ki: Bu ilmin sâhibi ba'zı a'yânın (varlıkların) isti'dâdında mükemmeliyyet müşâhede edip (görüp) bu isti'dâdlarıyla dünyâda ve âhirette envâ'-i fazâil (çeşitli güzel vasıflar) ve kemâlâta (mükemmelliğe, tamlığa) ehliyetlerini (kabiliyetlerini) ve halbuki her kemâl-i insânî (insandaki kemalin) ve İlahinin zuhûruna (açığa çıkmasına) kendisinde isti'dâd-i zâtî olmadığı (kendinde istidat bulunmadığı) için, ubûdiyyet (kulluk) ve mazhariyyet (görüntü yeri, birim olma) kemâlinde (mükemmelliyetinden) nâkıs (noksan, eksik) olduğunu bilir. İşte bu ilmi sebebiyle isti'dâd-ı zâtîsinin (kendi istidadının) noksânından müteellim (elem çeker, acı duyar) ve bu kemâlâta mütehassir olur (mükemmellikleri özler, hasretini çeker).  Ve ba'zan îfâsına (yerine getirmeye, yapmaya) isti'dâdı olmadığı bir şeyle emr olduğunu görüp ıztırâba düşer. Maahâzâ (bununla beraber), bu kimsenin hâli (durumu) , sırr-ı kaderden (kader sırrından) mahcûb (perdeli) olan kimseden daha iyidir ve rızâ-yı Hakk'a (Hakk’ın rızasına) daha yakındır. Bu îzâhâttan (anlatılanlardan) anlaşılıyor ki, sırr-ı kadere vukuf (kader sırrını bilmek), hem râhat ve hem de elem (üzüntü, acı)  îrâs eder (verir) .

     Ve o sebebden dolayı, Hak Teâlâ nefsini gazab ve rızâ ile vasf eyledi, (15).

     Ya'nî sırr-ı kader ilminin iki nakîzı (zıttı) i'tâ eylemesi (vermesi) sebebiyle Hak Teâlâ hazretleri kendi nefsini .................. (Feth, 48/6) âyet-i kerîmesi mûcibince (gereğince)  "gazab" ile ve .................. (Mâide, 5/119) âyet-i kerîmesi mûcibince (gereğince) dahi "rızâ" ile vasfeti (vasıflandırdı) .

     Gazab ve rızânın sırr-ı kader ilmine (kader ilmindeki sırla) taallukunun (alakalı, bağlı olmasının) sırrı budur ki: Gazab-ı İlahi (Hakk’ın gazabı), bir şeyin kemâl ve sââdete adem-i kâbiliyyetinden (kabiliyeti olmadığından) veyâ noksân-ı kâbiliyyetinden (kabiliyetinin yetersizliğinden) nâşî (dolayı), o şeye terettüb eder (sabitler, o kararda kalır).  Ve gazab ile olan hükm-i İlahi (Hakk’ın hükmü) ilme ve ilim de ma'lûma (bilinene) tâbi'dir (bağlıdır). Ve ma'lûm olan (bilinen) ayn-ı sâbite (ilmi suret) dahi adem-i kâbiliyyetle (kabiliyeti olmadığından dolayı) Hakk'a gazabı i'tâ eder (verir) ve Hak da onun gazaba müstehak olduğunu (gazabı hakettiğini) bilir. Ve kezâ (böylece) rızâ-yı İlahi (Hakk’ın rızası) dahî bir şeyin saâdet ve kemâle kâbiliyetinden ve kabûl-i rahmete (rahmeti kabul etme) isti'dâdından nâşî (dolayı), o şeye terettüb eder (sabitler, o kararda kalır).  Ve rızâ ile olan hükm-i İlahi (Hakk’ın hükmü) ilme ve ilim de ayn-ı sâbite-i ma'lûma (bilinmiş ilmi surete, Allah’ın ilminde açığa çıkmış ilmi suretin istidadına) tâbi'dir (bağlıdır). Ma'lûm olan (bilinen) o şeyin ayn-ı sâbitesi (ilmi sureti) de kabûl-i rahmete (rahmeti kabul etmeye) ve feyz ve inâyete (lütuf ve iyiliğe) kâbiliyyeti ve saâdet ve kemâli (mükemmelliği) muktezî olan (gerektiren) a'mâl (ameller) ve ahlâk ve ulûma (ilimlere, bilgilere) isti'dâdı ile Hakk'a rızâyı i'tâ eder (verir). Ve Hak da onun rızâya istihkâkını (hakkettiğini) bilip onun hakkında rızâ-yı İlahisiyle hükm eyler (karar verir). İşte gazab ve rızâ bu sûretle (şekilde) sırr-ı kader ilmine (kader ilminin sırrına) müteallık (bağlı) olur.

    Misâl: Bir muallimin (öğretmenin) on talebesi olup onlara ta'lîm (öğretmek) ile meşgûl olsa ve bu talebeden bi'l-farz (farz edelim) beşi, muâllimin (öğretmenin) murâdını, isti'dâd ve zekâları hasebiyle sür'atle anlayarak, eser-i ta'lîm (öğrenme belirtisi) onlardâ muallimin (öğretmenin) dil-hâhı vech ile (gönlünden geçtiği şekilde) zâhir olsa (görülse),  o muallim hoşnûd ve râzı olup onlara iltifat ve mükâfât ile tecellî eyler (görünür). Fakat diğer beş talebe ademi-i isti'dâd (istidadı olmadığından) ve gabâvetleri hasebiyle (kalın kafalı olmalarından dolayı) murâd-ı muallimi (öğretmenin arzusunu) anlamayıp, mâ-lâ-ya'nî (faydasız boş şeyler) ile meşgûl olsalar, muallim (öğretmen),  eser-i ta'lîmin (öğrenme belirtisinin) onlarda hüsn-i te'sîr (iyi etki) hâsıl etmediğini görerek gazab edip onlara huşûnet (kabalık, sertlik) gösterir ve mücâzât (cezalandırmak) ile mütecellî olur (görünür). Şu kadar ki, mücâzâtın (cezanın) tevâlîsi (devam etmesi), onlardaki adem-i isd'dâdın (olmayan istidadın) tebeddülünü mûcib (değişmesine sebep) olmayacağından, muallim (öğretmen) ne yapsa boş olduğunu görüp nihâyet onların hâline merhamet eder. Binâenâleyh (nitekim) muallimi  râzı veyâ gazûb kılan (kızgın, öfkeli yapan), ancak bu talebenin isd'dâdı olmuş olur.

     Ve o sebeble- esmâ-i İlahiyye mütekâbil oldu (16).

     Esmâ-i İlahiyye (İlahi esma), ilm-i İlahide (Allah’ın ilminde) eşyânın (varlıkların) a'yân-ı sâbitesi (ilmi suretleri) hasebiyle müteayyin olur (meydana çıkar).  Ve a'yândan (ilmi suretlerden) ba'zısının isti'dâd-ı zâtîsi (kendindeki istidat) hasebiyle kemâlâta  (mükemmelliğe) kâbiliyyeti olduğundan, menba'-ı feyz-i vücûddan (feyz kaynağı olan varlıktan), Latîf ve Cemîl ve Mün'im ve Hâdî gibi esmâ-i cemâliyyeyi (cemal esmasını) taleb eder (ister) ve bunların mezâhiri (göründüğü mahal, birim) olur. Ve bu esmâ-i cemâliyye (cemal esması) âlem-i şehâdette (içinde bulunduğumuz âlemde, dünyada) dahî onlarda kemâliyle (tamlığı ile, mükemmelliğiyle) zâhir olup (açığa çıkıp) kendi hazînelerindeki ahkâm (hükümler) ve âsârı (eserleri) dünyâda ve âhirette, bunlarda ızhâr ederler (açığa çıkarırlar). Ve bu esmânın füyûzât (feyzleri) ve tecelliyâtı (belirmeleri) dâimen (devamlı) ve ebeden (sonsuza dek) bu mezâhir-i kâbile (kabul edici görüntü yerleri, pasif birimler) ve a'yân-ı mukbile (kabul ettiren varlıklar (etken olan  varlıklar) üzerine vâriddir (gelir, erişir).  

     Ve a'yândan (açığa çıkmış varlıklardan) ba'zısı, adem-i isti'dâd-ı aslîsi (fıtratında, özünde istidat olmaması) hasebiyle, Kahhâr ve Celîl ve Müntakim ve Mudill gibi esmâ-i celâliyyeyi (celal esmasınıı) taleb eder (ister) ve bunların mezâhiri (göründüğü mahal (birim) olur. Ve bu esmâ-i celâliyye (celal esması), âsâr (eserlerini) ve ahkâmını (hükümlerini) dünyâda ve âhirette bunlarda ızhâr etmekten (açığa çıkarmaktan) zâil olmaz (son bulmaz, bitmez).  Binâenaleyh (nitekim) esmâ-i mütekâbilenin (birbirine zıt olan esmanın) ilm-i İlahi’de (Allah’ın ilminde) taayyünü (oluşması, meydana gelmesi) ve hazret-i şehâdette  (içinde bulunduğumuz âlemde, dünyada) rubûbiyyetle (rablıkla) zuhûru (açığa çıkışı),  ya'nî onları kendi muktezâlarıyla (şartlarıyla, gerekleriyle) terbiye etmesi, a'yân-ı ma'lû­meye (Hakk’ın ilminde açığa çıkmış, bilinmiş ilmi suretlere) Hakk'ın taalluk-ı ilmi (ilmi bağı, ilişkisi) hasebiyledir (dolayısıyladır).  Şu halde esmânın tekâbülü (karşılığı) sırr-ı kader (kader sırrı) ilminden münbais olmuş (doğmuş, ileri gelmiş) oldu. Yoksa a'yândan (açığa çıkmış varlıklardan) kat'-ı nazar olundukta (bakış kesildiğinde) esmâ-i İlahiyye, (İlahi esma) zât-ı ahadiyyette (zat mertebesinde) tavr-ı vâhid (teklik hali, tek oluş) üzerinedir. Ve zâtın aynı (kendisi, tıpkısı) olup birbirinden ayrılmış değildir. Ve tekâbülden (karşılıklı olmaktan, zıtlıklardan) kemâl-i tenezzüh (noksanlıklardan, kusur ve ayıplardan tam olarak arınmışlık) üzerinedir.

     Böyle olunca mevcûd-ı mutlakta ve mevcûd-ı mukayyedde bir hakîkat hükm  eder ve hükmü, müteaddî ve gayr-ı müteaddî  olarak âmm olduğu için, ondan etemm ve akvâ ve a'zâm bir şey olmak mümkin değildir (17).

     Ya'nî hakîkat-i vâhide (tek hakikat) olan sırr-ı kader (kader sırrı) her bir "ayn"ın (ilmi suretin) isti'dâdında ve kâbiliyyetinde olan şey ile hakkında hükm etmesine (karar vermesine) îcâdları indinde (yaratıldıkları sırada) mevcûd-ı mutlakta (Mutlak Varlıkta) ya'nî vücûd-ı Hak'ta (Hakk’ın vücudunda) hükm eyler (hükmeder).  Ve kezâ (böylece) cemî'-i halâyıkın (bütün hakikatlerin) a'yân-ı sâbiteleri (ilmi suretleri) ,  ne hal (oluş) üzere idiyseler, onların muktezâları (şartları, gerekleri) üzere olmalarına mevcûd-ı mukayyedde (meydana çıkmış kayıtlı varlıklarda) , ya'nî âlem-i hiss (hissedilen âlem) ve şehâdette (görülen âlemde, dünyada) hükm eder. Zîrâ (çünkü) a'yân-ı kevniyyeden (kevni varlıklardan, ilmi suretlerden) her bir ayn (ilmi suret) için zât, sıfat, isim, na't (nitelik), halk (yaratılış, yaratma) ve fiil ile vücûdda (varlıkta) zuhûr (açığa çıkma) , ancak onların ademde (yoklukta (aklı evvelde) sâbit (mevcut) olan hallerinin (oluşlarının) muktezâsı (gereken şartları) üzerine mümkin olur. Ve sırr-ı kader (kader sırrı) hakîkatinden etemm (daha tam) ve akvâ (daha sağlam) ve a'zam (azametli, daha büyük) bir şey yoktur. Çünkü onun hükmü müteaddî (başkasına geçen) ve gayr-ı müteaddî (başkasına geçmeyen) olarak umûmîdir; (geneldir, her şeyedir) ve cemî'-i eşyâyı (bütün varlıkları) muhîttir (kuşatmıştır, içine almıştır).  Şöyle ki:

     A'yâna nisbetle hükm i müteaddî ve gayr-ı müteaddî:

     A'yân-ı vücûdiyyeye (vücuda gelmişlere),  yâ'nî âlem-i şehâdetteki (içinde bulunduğumuz âlemdeki, dünyadaki) eşyâ-yı müteayyîneye (meydana gelmiş varlıklara) göre "hükm-i müteaddî" (başkasına geçen hüküm) o eşyânın (birimin) birbirine te'sîri vaktinde (etkisi sırasında) fiil ve infiâl (tesir) ve ta'lîm (öğretme) ve taallüm (öğrenme) ve muhabbet (dostluk) ve adâvet (düşmanlık) gibi şeylerdir. Ve "hükm-i gayr-ı müteaddî" (başkasına geçmeyen hüküm) ise, eşyânın (varlığın) kendi vücûdlarına muhtass (ait) olan kemâlat (mükemmellikler) ve sıfât ve havâss (duygular) ve ahlâk-ı marzıyye (güzel, hoşlanılan ahlak) ve ilim ve cehil (cahillik) ve hey'et (suret) ve şekil gibi şeylerdir ki, bunlar o a'yânın (varlığın, birimin) kendi nefislerinde kalıp âhire (sonrakine) tecâvüz etmez (geçmez) .  

     Ve a'yân-ı sâbiteye (ilmi suretlere) göre "hükm-i müteaddî", (başkasına geçen hüküm) istidâd-ı zâtiyyeleriyle (kendilerindeki istidatlarıyla) bu a'yândan (ilmi suretlerden) Hakk'a olan hükümdür ki, bu hüküm, a'yân-ı sâbiteden (ilmi suretlerden) Hakk'a müteaddî olur (geçer).  Ya'nî tecâvüz eyler (geçer).  

     Ve "hükm-i gayr-ı müteaddî" (başkasına geçmeyen hüküm) ise, a'yânın (varlıkların) kendi zâtları üzerine, yine kendilerinin hükmüdür. Zîrâ (çünkü) bir şeye ancak o şeyin kendi zâtının i'tâ ettiği (verdiği, bağışladığı) şeyle hükm olunur (hükmedilir).  Binâenaleyh (nitekim) bir şey kendi zâtı ve vücûdu üzerine kendisi bir hüküm ile hükm edince, o hüküm bittabi' (tabii olarak) gayra (kendinden başkasına) tecâvüz etmez (geçmez).

( Devam edecek)   

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-24.11.2004
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail