[BU FASS KELİME-İ ÜZEYRİYYE'DE MÜNDEMİC OLAN
"HİKMET-İ KADERİYYE" BEYÂNINDADIR]
Hakk'a nisbetle hükm-i müteaddî ve gayr-ı
müteaddî:
Hakk'a nisbetle
(Hakk’a göre)
"hükm-i müteaddî"
(başkasına geçen hüküm),
a'yân-ı sâbitenin
(ilmi suretlerin)
ilm-i İlahi’de
(Allah’ın ilminde)
zuhûru indinde
(meydana çıkışı sırasında)
ve ba'de'l-vücûd
(vücut bulduktan sonra),
âlemi-i şehâdette
(içinde bulunduğumuz âlemde (dünyada)
onlarda zâhir olan
(açığa çıkan, görülen)
Hakk'ın te'sîri
(etkisi)
ve hükmüdür. Zîrâ
(çünkü)
Hakk'ın hükmü her ne kadar a'yânın
(hakikatlerin, ilmi suretlerin)
Hakk'a i'tâ ettikleri
(verdikleri)
hükümden ibâret ise de, gerek hâl-i ademde
(yokluk hallerinde, zat mertebesinde)
ve gerek ba'de'l-vücûd
(vücut bulduktan sonra)
onlara tecâvüz eyler
(geçer).
Ve "hükm-i gayr-ı müteaddî"
(geçmeyen hüküm)
dahi, Vücûd-ı Mutlak’ın
(Mutlak Za’tın)
hükmüdür. Zîrâ
(çünkü)
o hüküm yine kendisine ru'cû' ettiğinden
(geri döndüğünden),
gayra taaddîsi
(kendinden başkasına geçmesi)
ve tecâvüzü
(sınırı aşması)
yoktur ve çünkü gayr
(kendinden başka)
yoktur. "Gayr"
(başka)
dediğimiz, niseb-i zâtiyyesidir
(kendi sıfatlarıdır).
Meselâ
vâhid
(tek),
hakîkat-ı
ahadiyyesinde
ahad olan Zatında),
nısfıyyet
(yarıya bölünmeklik)
ve sülüsiyyet
(üçte bir olma)
ve rub'iyyet
(dörte bir olma, çeyreklik)
ve ilh... nisbetleri
(sıfatları)
câmi'dir
(kendinde toplamıştır).
Bunlar ancak niseb-i Zâtiyyedir
(kendi zatına ait sıfatlarıdır).
Onun ahadiyyetinden hâriç
(sonsuz, salt tekliğinin dışında)
değildir.
İmdi bu îzâhâttan
(anlatılanlardan)
anlaşılır ki, sırr-ı kader
(kader sırrı)
gerek vücûd-ı mutlak
(Mutlak Varlık)
ve gerek vücûd-ı mukayyed
(kayıtlanmış varlık)
hakkında hükm eder.
Vaktâki enbiyâ (salavâtullâhi aleyhim)
ilimlerini, ancak vahy-i hâss-ı İlahi tarîkıyla ahz ettiler,
nazar-ı fikrîsi cihetinden, umûru hakîkati üzere idrâk etmekten
aklın kasır olduğunu bildiklerinden, onların kalbleri nazar-ı
aklîden sâdicedir (18).
Ya'nî enbiyâ hazarâtı
(hazreti nebiler peygamberler)
ilimlerini melek vâsıtasıyla cânib-i Hak'tan
(Hakk’ tarafından)
aldıkları vakit, aklın nazar-ı fikrîsi
(fikri görüş)
ile hakîkati idrâk edemiyeceğini bildikleri için,
nazar-ı aklîlerini
(akli görüşlerini)
isti'mâl etmediler
(kullanmadılar).
Onların
kalbleri bu nazar-ı aklîden
(akli görüşten)
sâde ve sâfi
(temiz, katıksız, saf)
bir haldedir. Melek vâsıtasıyla aldıkları ihbârât-ı
İlahiyyeyi
(İlahi ilmi bilgileri, hakk ilmini)
ümmetlerine aynen teblîğ ettiler.
(eriştirdiler)
Ve kezâ ancak zevk ile nâil olunan şeyin idrâkinden ihbâr dahi
kasırdır (19).
Ya'nî cânib-i Hak'tan
(Hakk tarafından)
kendisine melek vâsıtasıyla ihbâr
(haber, bildiri)
vâki' olan
resûl
ile nebî dahî, ihbâr hâricinde
(bildirinin dışında)
olup ancak zevk ile vusûl
(erişme, ulaşma)
ve ıttılâ'
(tanıma, öğrenme)
mümkin bulunan şeyin
idrâkinden
(anlamaktan)
kasırdır
(acizdir).
Nitekim
Resûl (a.s.) emr-i İlahi
(Hakk’ın emri)
ile .................................... (Ahkâf,
46/9) buyurdu. Ve kendisinin vahy-i İlahiye tâbi'
(uyduğunu, bağlı)
olduğunu ve vahy-i İlahi
(İlahi vahiy)
ile hâsıl olan
(meydana çıkan)
ilmi isbât etti. Ve vahy-i İlahi’den hâriç
(İlahi vahyin dışında)
olan şeyin idrâkini kendisinden nefy eyledi
(uzaklaştırdı).
Zîrâ
(çünkü)
vahy-i İlahiye
(Allahtan gelen vahye)
tebaiyyet
(uymaklık),
nübüvvet
(nebilik görevinin)
ve risâletin
(resulluk görevinin)
hasâisındandır
(niteliklerindendir,özelliklerindendir).
Ve
vesâit
(vasıtalar)
olmaksızın hâsıl olan
(oluşan)
zevk-ı İlahi
(İlahi zevk)
ve keşf-i Rabbânî
(Rabbani keşif)
tarîkıyla
(yoluyla),
hakâyık-ı
ilmiyye
(ilmi hakikatlere)
ve a’yân-ı sâbiteye
(ilmi suretlere)
ıttılâ',
(tanıma, bilme)
hasâis-ı nübüvvetten
(nübüvvetin niteliklerinden)
değildir. Binaenaleyh
(nitekim),
mahzâ
(sadece)
zevk ile idrâk olunan sırr-ı kaderden
(kader sırrından)
ve a'yân-ı sâbitenin
(ilmi suretlerin)
hâl-i ademde
(yokluk halinde, zat mertebesinde)
sâbit
(mevcut)
olan
suver-i
ilmiyyesinden
(ilmi suretlerinden)
ihbâr
(haber verme)
husûsunda, resûl ile nebînin lisânı, risâlet ve
nübüyvet
(resulluk ve nebilik, peygamberlik)
cihetinden
(yönünden)
kasırdır
(acizdir).
Çünkü hîn-i da'vette
(davet sırasında)
onların sırr-ı kaderden
(kader sırrından)
muhtecib
(perdeli)
olmaları lâzımdır. Ve resûl için sırr-ı kadere
ıttılâ'
(kader sırrından haberli olmak, bilmek)
lâzım geldikde,
(geldiğinde)
ona vech-i hâssıyla
(hakikati yönü)
ve velâyetiyle
(veliliği ile)
muttali'
(bilir, vakıf)
olur. Zîrâ
(çünkü)
o makamda vesâit
(vasıtalar)
kalkar ve nübüvvet
(nebilik görevi)
ve risâlet
(resulluk görevi)
dahi muzmahil
(çöker, yıkılır, yok)
olur.
İmdi ilm-i kâmil, ancak tecellî-i İlahi’de ve
Hakk'ın a'yün-i basâir ve ebsârdan örtüyü açtığı şeyde bâkî
kaldı (20).
Ya'nî Hak çeşm-i rûhdan
(ruh gözünden)
ve çeşm-i bedenden
(beden gözünden)
gıtâyı
(örtüyü açtığı)
ve hicâbı
(perdeyi)
kaldırdığı şeyde ilm-i kâmil
(tam mükemmel ilim)
hâsıl olur
(meydana gelir).
Zîrâ
(çünkü)
rûh gözüyle cesed gözünden perde kalkarsa,
ikisinin nûru birleşir; ve bu halde sâhib-i keşf
(keşf sahibi)
olan zât birisiyle idrâk ettiğini, diğeriyle de
idrâk eder. Nitekim, Abdülkâdir Gîlânî (kuddise sırruhu's-sâmî)
hazretlerinin zamân-ı şerîflerinde bir kimse: "Ben baş gözüyle
Hakk'ı müşâhede ediyorum"
(görüyorum)
da'vâsıyla
(iddiasıyla)
gezer dururdu. Ulemâ-i şeriat
(şeriat âlimleri)
bunun mümkün olmadığını beyân ile
(açıklayarak),
o kimseyi huzûr-ı şeriata
(şeriate saygı duymaya)
da'vet ettiler; da'vâsında ısrâr eyledi. Ulemâ
(âlimler)
hükm-i şerîatı
(şeriat hükümlerini)
i'tâdan
(vermeden)
evvel, cenâb-ı Gavs Abdülkâdir Gîlânî
hazretlerinin re'yine
(görüşüne)
mürâcaat ettiler. Hz. Gavs buyurdu ki: "Bu adam
da'vâsında sâdıktır
(doğrudur).
Fakat
ma'rifette
(ilimde)
noksânı vardır. Çünkü Hak Teâlâ hazretleri çeşm-i
sûri
(beden gözünden)
ve ma'nevîsinden
(ruh gözünden)
hicâbı
(perdeyi)
ref etmiş
(kaldırmış)
ve onun nûr-ı basîreti
(kalb gözünün nuru)
ile nûr-ı basarı
(göz nurunu)
ittihâd eylemiştir
(birleştirmiştir).
Müşahedesi
(görmesi)
çeşm-i rûh
(ruh gözü)
ile vâki'
(gerçekleşmiş)
iken o, bu hakîkati bilmiyor ve çeşm-i beden
(beden gözü)
ile müşâhede ediyorum
(görüyorum)
zannediyor." Ulemâ
(âlimler)
bu îzâhâttan
(açıklamadan)
müsterih
(gönülleri rahat)
olup Hz. Gavs'ın mâ'rifetine
(ilmine)
âferin-hân oldular
(hayran oldular, takdir ettiler).
Böyle olunca kad"îm ve hâdis ve adem ve
vücûd ve muhal ve vâcib ve câiz olan umûru, hakîkatlerinde ve
aynlarında ne şey üzerine sâbit idiyseler, onları ol vech ile
idrâk eder (21).
Bâlâda
(yukarıda)
dahi beyân olunduğu
(anlatıldığı)
üzere, Hak Teâlâ bir şey üzerine bir sıfat ve bir
fiil ve bir hal
(oluş)
ile hükm ettikde
(ettiğinde),
ancak onun ilm-i ezelîde
(Hakk’ın ilminde)
müteayyyin olan
(beliren, meydana çıkan)
hakîkat-i gayr-ı mec'ûlesinin
(yapılmamış hakikatinin, ilmi suretin istidadının)
muktezâsı hasebiyle
(gereğinden dolayı)
hükmeder. Ve ona ifâza-i vücûd edip
(vücut verip)
kuvvetinde mündemiç
olan
(bulunan)
şeyi ızhâr eder
(açığa çıkarır).
Ve o ayn-ı kâbile de
(kabul edici Zat da)
o şeyle zâhir olup
(görünüp)
onu ızhâr eder
(açığa çıkarır).
İmdi Üzeyr (a.s.)’ın sırr-ı kader tarafına
rağbeti ve karye-i Hırbe'nin
(hırbe köyünün)
ne hâl üzere idi ise, yine öylece iâdesinin
(geri verilmesini)
isti'zâmı
(büyük
görme, gözünde büyütme)
fikrinin tevârüdü,
(arka arkaya gelmesi)
nebiyy-i müşârün-ileyhin
(adı geçen peygamberin)
hakîkat-ı gayr-ı mec'ûlesinin
(yapılmamış hakikatinin, ilmi suretinin
istidadının)
muktezâsından
(gereklerinden, şartlarından)
ve levâzım-ı ahkâmından
(hükümlerinin gereğinden)
oldu. Hak Teâlâ hazretleri onun bu fikri ve
isti'zâmı
(büyük görmesi,
gözünde büyütmesi)
sebebiyle Üzeyr (a.s.)’a suver-i iâdeden
(sureti tekrar geri verme)
ve ahkâm-ı kudretten
(kudret hükümlerinden)
birkaç nev'i
(çeşidini)
ızhâr etti
(gösterdi)
ki, o da ahkâm-ı kudretin
(kudret hükümlerinin)
ilme ve ilmin ma'lûma
(bilinene)
tâbi'
(uyması, bağlı)
olmasıdır.
İmdi vaktâki Üzeyr(a.s.)’ın matlabı tarîkat-ı
hâssa üzere oldu, bundan dolayı onun üzerine itâb vâki' oldu;
nitekim hadis-i şerifde vârid oldu (22).
Ya'nî Üzeyr (a.s.)’ın matlabı,
(maksadı)
sırr-ı kadere
(kader sırrını)
ıttılâ'
(bilmek)
olup bunu enbiyâya
(nebilere, peygamberlere)
mahsûs
(ait, özel)
olan tarîk-i vahy
(vahiy yolu)
ile taleb etti
(istedi).
Ve vahy tarîkıyla
(vahiy yoluyla)
sırr-ı kadere vukufu
(kader sırrını bilmeyi)
taleb ettiği
(istediği)
için cânib-i Hak'tan
(Hakk tarafından)
kendisine itâb olundu
(azarland.
Ve hâdîs-i şerifde vârid olduğu
üzere
Hak Teâlâ ona vahy edip, ..................................
ya'nî "Eğer bu talebden
(isteğinden)
vazgeçmezsen, elbette ismini nübüvvet
(nebilik)
defterinden silerim" buyurdu. Bu vahy-i İlahi
vâkıâ
(İlahi vahiy gerçekte)
Üzeyr (a.s.)’a cevap idi. Fakat esbâb-ı âtiyyeden
(aşağıdaki sebeplerden)
dolayı
bu
cevap itâb sûretinde
(azarlama şeklinde)
vâki' oldu
(gerçekleşti).
Şöyle ki:
Evvelen
(birinci olarak):
Üzeyr (a.s.) nebî
(peygamber)
olup da'vet-i halka
(halkı davet etmekle)
me'mûr
(vazifeli)
idi. Da'vet-i halka
(halkı davet etmeye)
muhâlif olan
(uymayan, aykırılık gösteren)
sırr-ı kader
(kader sırrı)
ilmini taleb etti
(istedi).
Sâniyen
(ikinci olarak):
Onun suâli
(soru şekli);
emr
(emretme)
ve nehiyden
(men etmekten)
ibâret olan makâm-ı nübüvvetin
(nebilik makamının)
muktezâsına
(şartlarına)
muhâlif
(ters, aykırı)
idi. Zîrâ
(çünkü),
onun tarz-ı suâlinde
(soru sorma tarzında)
kudretullah için
(Allah’ın kudretini)
'istib'âd
(uzak görmek, ihtimal vermemek)
ve isti'zâm
(büyük görmek)
ma’nâsı vardı. Halbuki nübüvet makâmının
(nebilik makamının)
hakkı, her bir azîmi
(büyük olanı),
kudret-i
İlahiyye’nin
(İlahi kudretin, Hakk’ın kudretinin)
yanında istisgâr eylemek
(küçük görmek, küçümsemek)
idi. Binâenaleyh
(nitekim)
Üzeyr (a.s.) sırr-ı kadere ıttılâ'ı
(kader sırrına vakıf olmayı, bilmeyi),
lâyık olmayan
(yakışmayan)
bir tarzda
(biçimde)
taleb etti
(istedi).
Sâlisen
(üçüncü olarak):
Üzeyr (â:s.)’ın matlabı,
(maksadı)
tarîk-ı hâs
(özel yol)
üzere sırr-ı kader
(kader sırrı)
ve kudretin makdûra
(kader olarak tayin olunmuşa)
taalluku
(ilişkisi, bağlılığı)
hâlidir. Halbuki bu tarîk
(yol),
zevk-ı İlahi
(İlahi zevkle)
ve ıttılâ'-ı İlahi
(Hakk’ı bilme)
tarîkıdır
(yoludur).
Ve ademiyyette
(yoklukta, Hak’ın zatında)
sübûtları
(çıkışları)
hâlinde, isti'dâdât-ı zâtiyyeleri
(kendi istidatları)
hasebiyle
(dolayısıyla)
Hakk'ın eşyâya
(ilmi suretlere)
ıttılâ'ı ve ilmidir
(haberli olması ve bilmesidir).
Ve ba'de'l-ıttılâ',
(bilişten sonra)
Hakk'ın ilmi hasebiyle
(dolayısıyla)
olan irâdesi ve irâdesi hasebiyle
(dolayısıyla),
kudretinin ma'lûm olan
(bilinen)
makdûra
(kader olarak tayin olunmuşa)
taalluku
(bağı, ilişki)
hâlidir.
Binâenaleyh
(nitekim)
Üzeyr (a.s.) zevk-ı İlahi üzere
(İlahi zevkle)
hasâyis-ı İlahiyye’den
(İlahi keyfiyetlerden, özelliklerden)
olan şeyi taleb etti
(istedi).
İşte bu esbâbdan
(sebeplerden)
dolayı Hakk'ın cevâbı itâb
(azarlama)
tarzında vâki' oldu
(gerçekleşti).
Böyle olunca, eğer bizim zikrettiğimiz keşfi
taleb ede idi, çok vakit bu talebde onun üzerine itâb vâki'
olmazdı (23).
Zîrâ
(çünkü)
çeşm-i rûh
(ruh gözü)
ile çeşm-i bedenden
(beden gözünden)
perdenin keşfini
(açılmasını)
taleb etmek
(istemek)
memnû'
(men edilmiş, yasak)
olmadığı gibi, Hak'tan keşf tarîkıyla
(keşf yoluyla)
sırr-ı kadere ıttılâ'ı
(kader sırrına vakıf olmayı, bilmeyi)
istemek dahi medfû'
(def olunmuş, uzaklaştırılmış, çıkarılmış)
değildir.
Nitekim Habîb-i edîb-i Kibriyâ (s.a.v.)
Efendimiz hazretleri ............................ buyurmuştur.
Ve Üzeyr (a.s.)ın kalbinin sâdeliğine delil,
ba'zı vücûhda .................. (Bakara, 2/259) kavlidir (24).
Ya'nî onun kalbinin delîl-i sâdegîsi,
(sadeliğinin işareti)
Kur'ân-ı Mecîd'de menkul olan
(mukaddes kitap Kuran’ı Kerim’de bildirilen)
bâlâdaki
(yukarıdaki)
âyet-i kerîme olup onun "Allah Teâlâ mevtinden
(ölümden)
sonra bunu nasıl ihyâ eder
(diriltir)?"
(Bakara, 2/259) demesi, ba'zı vücûhda
(tarzlarda, bakımlarda)
isti'câb
(hayrette kalma)
ve isti'zâm
(büyük görme, gözünde büyütme)
ma'nâsına alınmıştır. Ya'nî âmme
(herkes)
bu ma'nâyı anlamışlardır. Halbuki cenâb-ı Şeyh (r.a.)
indinde
(düşüncesine göre),
cenâb-ı Üzeyr'in
(Hz. Üzeyr)
bu kavlinden
(sözlerinden)
murâdı
(niyeti),
zevk-ı
İlahi
(İlahi zevk)
ve ıttılâ'-ı İlahi
(İlahi biliş)
üzere kudretin makdûra
(kader olarak tayin edilmişe)
taallukunun
(ilişkisinin)
zevkan müşâhedesini
(manevi haz alarak görmeyi)
talebden
(istemekten)
ibârettir. Ve bu taleb
(istek),
teskîn
(rahatlamak, sukunet bulmak)
için vâki' olmuştur
(gerçekleşmiştir).
Hz. Şeyh buna nazaran
(göre)
"Ba'zı vücûhda"
(tarzlarda)
buyurdu. Ve şimdi de kendi mezheblerini
(gittiği yolu, tarzını (düşüncesini)
beyân buyururlar
(açıklarlar).
( Devam edecek)
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-30.11.2004
http://sufizmveinsan.com
|