143. Bölüm

[BU FASS KELİME-İ ÜZEYRİYYE'DE MÜNDEMİC OLAN "HİKMET-İ KADERİYYE" BEYÂNINDADIR]

Velâkin bizim indimizde, Üzeyr (a.s.)’ın bu kavlinde olan sûreti, İbrâhim (a.s.)’ın kavlinde olan sûreti gibidir. "İmdi Allah Teâlâ onu yüz yıl imâte edip ba'dehû ba's eyledi ve ona... (Bakara, 2/259)ya'nî “Kemiklere bak ki biz onları nasıl ref' ederiz; ondan sonra onları tahmla iksâ eyleriz" dedi. Bu halde Üzeyr (a.s.) ecsâmın nasıl bittiğini muâyene-i tahkîk ile muâyene eyledi. İmdi ona keyfiyyeti gösterdi (25).

Ya'nî, Üzeyr (a.s.)’ın .............................. (Bakara, 2/259) kavliyle (sözleriyle) vâki' olan (gerçekleşen) talebindeki sûret (isteyiş şekli) , İbrâhim (a.s.)’ın .......................... (Bakara 2/260) kavlindeki (sözlerindeki) talebinin sûretidir (isteme biçimidir). Ve cenâb-ı İbrâhim (a.s.) nasıl ki ölülerin ne vech ile (şekilde) dirildiğini müşâhede etmek (görmek) istemiş ise, cenâb-ı Üzeyr dahi bu kavliyle (sözleriyle) öylece ölülerin keyfiyyet-i ihyâlarını (dirilme hususunu) görmek istemiştir. Yoksa emr-i ihyâyı (dirilme hususunu) kudret-i Hakk'ın (Hakk’ın kudreti) yanında isti'câb ve isti'zâm etmemiştir (hayrette kalıp, büyük görmemiştir).  Zîrâ (çünkü) makâm-ı nübüvvet (nebilik makamı) ile makam-ı velâyette (velilik makamında) bulunan kimse, Kâdir ve Mûcid ve Muhyî ve Mümît olan Zü'l-Celâl hazretlerinin emvâtı (ölüleri) ihyâ (diriltmesi) ve tekrâr îcâd etmesini (yaratmasını) istib'âd (ihtimal vermemezlik) eylemez. Hz. Üzeyr (a.s.) ölülerin ne sûretle (şekilde) dirildiğini görmek ve bunu ayne'l-yakîn (bizzat kendisi görerek) bilmek istediğinden, onun suâlî (sorusu) Hak tarafından fiilen cevâb i'tâsını (vermesini) iktizâ eyledi (gerektirdi). Ve o fiili Hak Teâlâ cevap olarak cenâb-ı Üzeyr'de ızhar (açığa çıkarmak) için  onu imâte (öldürdü) ve ihyâ etti (diriltti). Ve ihyâ-yı emvât emrinin (ölüleri diriltme işinin) ne sûretle (şekilde) olduğunu ona kendi nefsinde gösterdi. Ve Hz. Üzeyr'in vücûdu, kudretin makdûra (kader olarak tayin edilmişe) ne vech ile (ne şekilde) taalluk ettiğini (ilişkili olduğunu) müşâhede eyledi (gördü). Zîrâ (çünkü) zevk üç mertebe üzerinedir: "Bilmek", "görmek", "olmak"tır. Ya'nî "ilme'lyakîn" (tam, kesin olarak bilmek), "ayne'l-yakîn" (bizzat görüp şahid olmak) ve "hakka'l-yakîn"dir (bizzat yaşamaktır).  Meselâ sûret-i kat'iyyede (kesin olarak) ateşin yaktığı ma'lûmuz olduğundan (bildiğimizden),  buna "ilme'l-yakîn" (kesin, tam olarak bilme) deriz. Vaktâki (ne zaman ki) ateşin bir şeyi yaktığını müşâhede ederiz (görürüz), buna da "ayne'l-yakîn" (bizzat görerek) deriz. Ve ateşin vücûdumuzu yakması hâline de "hakka'l-yakîn" (bizzat o olayı yaşamak) deriz. İşte bunun gibi Hz. Üzeyr Hakk'ın ölüleri dirilteceğini bilirdi; bu ilme'l-yakîndir (kesin bilgi).  Fakat bu ilim ile iktifâ etmeyip, (yetinmeyip) ölünün ne sûretle (şekilde) dirildiğini görmek istedi; bu ayne'l-yakîndir (bizzat görmektir).  Fakat Hak Teâlâ Hazretleri onun suâlinin (sorusunun) fiilen cevâbını kendi nefsinde i'tâ etmekle (vermekle),  ona hakka'l yakîn (o olayı yaşatma) zevkini i'tâ buyurdu (verdi).

Mesnevî:

İmdi, ancak eşyâyı ademlerinde sübutu hâlinde keşf etmekle idrâk olunan sırr-ı kaderden suâl eyledi.  Böyle olunca bu sırr-ı kader i'tâ olunmadı; zîrâ bu ilm-i kader ıttılâ'-ı İlahi hasâisındandır (26).

Ya'nî cenâb-ı Üzeyr (a.s.) ............................................. (Bakara, 2/259) kavliyle ölülerin ne sûretle dirildiklerinin kendisine irâesini (gösterilmesini) taleb ettiği (istediği) vakit, keşf-i İlahi (İlahi keşf) ile idrâk olunan sırr-ı kaderi (kader sırrını) lisân-ı hâl (o anda içinde bulunduğu hal, tavır) ile taleb etmiş (istemiş) oldu. İlm-i kader (kader ilmi), ıttılâ'-ı İlahi hasâisından (İlahi özellikleri bilme, tanıma) olduğundan, ona bu sırr-ı kader (kader sırrı) verilmedi. Zîrâ (çünkü) eşyânın (varlıkların) a'yân-ı sâbitelerine (ilmi suretlerine) ve hakâyıkına (hakikatlerine) ıttılâ' (vakıf olma, bilme) Hakk'a ve isti'dâd-ı zâtîsi hasebiyle (kendi istidadı dolayısıyla) ıttılâ-ı eşyâya (varlıkları  tanıma, bilme) irâde-i İlahiyye (İlahi iradeye) taalluk eden (bağıntılı, ilişkili olan) Hakk'ın müntehab (seçkin, güzide) kullarına maahsûstur (aittir). Binâenaleyh (nitekim) Hak Teâlâ Üzeyr (a.s.)’a kendi nefsinde keyfıyyet-i ihyâyı (diriltme hususunu) ve ilm-i İlahide (Hakk’ın ilminde) olan ayn-ı sâbitesini (ilmi suretini) ve karye ehlinin (kasaba halkının) a'yân-ı sâbiteleri (ilmi suretlerini), istidâdlarıyla ne gibi ahkâmı (hükümleri) iktizâ eylediğini (gerektirdiğini) gösterdi. Ve fakat ehl-i karyenin (kasaba halkının) keyfıyyet-i ihyâsını (diriltme hususunu) göstermedi. Ve bu husûsta kudretin makdûra (kader olarak tayin edilmişe, birime) taalluku keyfiyyetine (bağlılığı, ilişkiliği hususunu) onu muttali' kılmadı (haberdar etmedi, bildirmedi). Zîrâ (çünkü) bu ıttılâ' (öğrenme, bilme);  îcâd eden (yaratan) kudretin sâhibine (Allah’a) mahsûstur (aittir). Ve bir kimse kendi aynına (zatını, hakikatini) muttali' oldukda (bildiğinde),  bu ıttılâ'ı (bilişi) ile sâir a'yâna (diğer zatlara) muttali' (bilmek, vakıf) olmak  lâzım gelmez. Eğer bu "ayn"ın (zatın) sâhibi cemî'-i esmâ-i İlahiyyenin (bütün İlahi esmanın) mazharı (çıktığı, göründüğü mahal) olan insân-ı kâmil ise o başka. Ancak bu zât-ı saadet-meâb (saadetli zat) kendi aynına (zatını, hakikatini) muttali' olmakla (bilmekle) a'yân-ı sâireye (diğer zatlara, hakikatlere) muttali' olur (vakıf olur, bilir).

Velhâsıl Hz. Üzeyr'in suâli (sorusu) kaderden idi. Ve ilm-i kader (kader ilmi) ona verilmedi; zîrâ (çünkü) ona nisbette (göre) muhâldir (olmayacak, imkansız şeydir).  Mukayyedin (kayıtlanmışın) mutlakı (kayıtsızı) ihâta etmesi (kavraması, kuşatması) mümkün değildir, Binâenaleyh (nitekim), Hak Teâlâ Hz. Üzeyr'in mukayyed (kayıtlı) olan nefsinde, ona keyfiyyet-i ihyâyı (diriltme hususunu) gösterdi.

Kaderi Allah Teâlâ'dan başka bir kimsenin bilmesi muhâldir. Zîrâ onlar, ya'nî a'yân, mefâtîh-i üveldir. Ya'nî mefâtîh-i gaybdır ki, onları Allah Teâlâ'dan başka bir kimse bilmez. Ve vakt olur ki, Allah Teâlâ kullarından dilediği ibâdın bundan ba'zı umûra muttâli' kılar (27).

Ya'nî a'yân (ilmi suretler) "mefâtîh-i gayb" (gaybın anahtarları) olup, ............................. (En'âm, 6/59) âyet-i kerîmesi muktezâsınca (gereğince) onu Hak'tan gayrı (başka) hiçbir kimse bilmez. Zîrâ (çünkü) ilm-i kader (kader ilmi),  ademde (taayyünü evvel mertebesinde) sâbit (mevcut) olan a'yâna (ilmi suretlere) ıttılâ' (vakıf olmak, bilmek) ile hâsıl olur (meydana gelir).  Bu ıttılâ' (haberdar olma, biliş) gayr (Allah’tan başka) için muhâl (imkânsız) olunca, bunların keşfine muallak  olan ilm-i kader (kader ilmi) dahi, gayr (Allah’tan başkaları) için muhâl (imkânsız) olur. Ve a'yânın (ilmi suretlerin) mefâtîh-i gayb (gaybın anahtarları) olmasının vechi (asıl yüzü) budur ki: Zât-ı Hak'ta (Hakk’ın zatında) müstecin (hapsedilmiş) ve mahfi (gizlenmiş) olan esmâ-i İlahiyye (İlahi esma), nefes-i Rahmânînin (Rahman’ın nefesinin), a'yân-ı ma'dûme (yok durumunda olan aynlar) üzerine inbisâtı (yayılması, genişlemesi) sebebiyle, bu a'yânda (ilmi suretlerde) zâhir olur (açığa çıkar). Bu sûrette (şekilde) a'yân-ı ma'dûme (yok durumunda olan aynlar, zatlar), esmâ-i İlahiyye (İlahi esma, uluhiyet mertebesindeki esma) için "mefâtîh-i üvel" (ilk anahtarlar) olur. Ve bir de zât-ı Hak (Hakk’ın Zat’ı), her "ayn" (ilmi suret) ile ism-i İlahidir (İlahi isimdir) ve her isim dahi O'nun zâtında olan hazîne-i gaybîsinin (gizli hazinelerinin) anahtarıdır. Ve o anahtarların kâffesi (bütün hepsi) Hakk'ın yedindedir (elindedir).Çünkü Ulûhiyyet mertebesinde müctemi' (cem olmuş, toplanmış) olan kâffe-i esmâ (bütün esma),  bu mertebenin ismi olan "Allah" isminin tahtında (altında) cem' olmuştur (toplanmıştır).  Bu halde, o anahtarları ancak Hak bilir. Binâenaleyh (nitekim), a'yândan (ilmi suretlerden, zatlardan) her bir ayn (ilmi suret, zat) ,  a'yân-ı âhara (diğer, başka ilmi suretlere, zatlara) muttali' (bilmez, vakıf) olmaz.  Fakat Cenâb-ı Hak ba'zan kullarından, dilediğini ............................. (Cin, 72/26-27) âyet-i kerîmesinde beyân buyrulduğu (bildirildiği) üzere, hazret-i ilmiyyeye (ilim mertebesine) mahsûs (özel) olan umûrdan (işlerden, hususlardan) ba'zılarına muttali' kılar (haberdar eder, bildirir).  Bu ıttılâ' (biliş) dahi onun isti'dâd-ı gayr-ı mec'ulü (yapılmamış istidadının, ilmi suretinin istidadının) iktizâsındandır. (gereklerindendir) Velâkin bu ba'zı umûra (hususlara) muttali' olan (vakıf olan, bilen) ibâd (kullar) dahî azdır. Ancak kuyûddan (bağlardan, kayıtlılıklardan) mutlak (kurtulmuş) ve şâhid (tanıyan, gören) ve meşhûd vahdeti (tekliği görmek) ile mevsûf olan (vasıflanan) insân-ı kâmilin ayn-ı câmiasında, (zatında toplanan) kâffe-i a'yân (ilmi suretlerin bütün hepsi) mündemic olduğundan, (içinde yerleşmiş bulunduğundan) o zât-ı devlet-simât (devletli zat) kendi aynında (zatında) ,  cemî-i a'yânı (bütün ilmi suretleri) müşâhede eder. (görür) Zîrâ (çünkü) Hakk'ın ilmi, insân-ı kâmilin ilmidir; ve O'nun zâtı hulûl (içine girme) ve ittihâd (birleşme) olmaksızın, insân-ı kâmilin zâtıdır.

Ma'lûm olsun ki "mefâtîh"a, ancak hâl-i fetihte "mefâtîh" tesmiye olunur. Ve hâl-i fetih dahi  eşyâya tekvînin taalluku hâlidir; veyâhut eğer dilersen sen, kudretin makdûra taalluku hâlidir, de! Ve bunda Allah'ın gayrisi için zevk yoktur. Ve o halde ne tecellî ve ne de keşf vâki' olmaz. Zîrâ kudret ve fiil ancak hâssaten Allah için sâbittir. Çünkü O'nun için mukayyed olmayan vücûd-ı mutlak vardır (28).

Ya'nî "fetih"  hâli (açılmalar) olmadıkça "mefâtîh" (anahtarlar) olan a'yâna (ilmi suretlere) "mefâtîh" (anahtar) denilmez. Ve "fetih'' (açma, açılım) hâli, ma'dûm (yok durumunda) olan eşyâya (ilmi suretlere) tekvînin  (vücuda getirme, yaratma sıfatının) taalluku (ilişki) hâlidir. Zîrâ (çünkü) ma'dûm (yok) olan eşyâ (ilmi suretler) zât-ı İlahinin (İlahi zatın (Allah’ın) tecellîsine mukârin (bitişik, ilintili) olunca mütekevvin olur. (var olur, oluşur) Binâenaleyh (nitekim) tekvînin vücûdu vaktinde, (yaratma sıfatının olduğu zamanda)  eşyâ-yı ma'dûme (yok durumunda olan şeyler (ilmi suretler) esmâ-i İlahiyye (İlahi esmalar)  için; ve esmâ dahî eşyâ-yı ma'dûme (İlahi zatta yok durumunda olan ilmi suretler) için "mefâtîh" (anahtar) olur. Çünkü eşyânın (ilmi suretlerin) ademden (yokluktan) feth'i (açılışı) ve tekevvünü (oluşması, var olması),  esmâ-i İlahiyye (İlahi esma, İlahi zat mertebesinde olan esma) iledir. Bu sûretle (şekilde) hâl-i fetih, (fetih hali) a'yân (ilmi suretler) için, hazîne-i gaybîde (gizli hazinede) olan şeyin (ilmi suretin) zuhûru (açığa çıkışı) hâlidir. Ve zuhûr (açığa çıkış) ise, ancak a'yânın (ilmi suretlerin) tekevvünü (oluşması, var olması) hâlinde olur. Ve bu hal (oluş) ayniyle (tıpkıyla) kudretin makdûra (kader olarak tayin edilmişe (birime) taalluku (ilişki) hâli olduğundan, fetih hâli, eşyâ-yı ma'dûmeye (yok durumunda olan ilmi suretlere) tekvînin (yaratmanın) taalluku (ilişkisi) hâli denildiği gibi, kudretin makdûra (kader olarak tayin edilmişe, birime) taalluku (ilişkisi) hâli de denebilir. Halbuki tekvînin eşyâya (ilmi suretlere) ve kudretin makdûra (kader olarak tayin edilmişe (birime) taalluku (ilişkisi) hâlinde Allah'dan başka kimsenin zevki yoktur. Çünkü "gayr" (başka) dediğimiz, mukayyeddir (kayıtlı olandır). Mukayyed (kayıtlanmış) ise âcizdir. Kudret, ya'nî fiil-i mutlak, (kayıtsız, sınırsız fiiller) ondan nasıl zâhir olur (açığa çıkar, görünür)?  Binâenaleyh (nitekim) zikr olunan (anlatılan) halde hiçbir kimse için tecellî (ilham, feyz) ve keşif (açılımlar (sırrı öğrenme) vâki' olmaz (gerçekleşmez) .  Zîrâ (çünkü) kudret ve fiil Allâh'a mahsûstur (aittir). Ve mukayyed (kayıtlı) olmayan vücûd-ı mutlak (kayıtsız, tek, salt vücut) O'nundur. Ya'nî Hak vücûd-ı mutlak (sınırsız, kayıtsız tek vücut sahibi) olduğundan, îcâd (yaratmak) için kudret-i mutlaka (salt, kayıtsız kudret) dahî, o vücûd-ı mutlak sâhibine (Allah’a) mahsûstur (aittir).  Zîrâ (çünkü) mutlakın mâadâsı (mutlaktan, kayıtsızdan başkası) mukayyeddir (kayıtlıdır) ve her mukayyed (kayıtlı olan) ise kabûl ve teessür (tesiri kabul etme) mevkiindedir.  Böyle bir mevki'-i aczde (acizlik mevkiinde) bulunanda fiil ve te'sîr olamaz. Binâenaleyh (nitekim) kâdir-i mutlak (sınırsız, kayıtsız, mutlak kadir sahibi) kudreti ile her şeyde hâzırdır ve kudretini her şeyde müşâhede eder (görür).

Vaktâki kader hakkında olan suâlinden nâşî biz Üzeyr (a.s.)a Hakk'ın itâbını gördük, onun bu ıttılâ'ı taleb ettiğini ve bi'n netîce kendisi için makdûra taalluk eder bir kudret istediğini bildik. Halbuki bu, ancak kendisine vücûd-ı mutlak sâbit olan kimse için iktizâ eder. İmdi o, halkta zevkan vücûdu mümkin olmayan şeyi taleb etti. Zîrâ keyfiyyât ancak ezvâk ile idrâk olunur (29).

Ya'nî Cenâb-ı Üzeyr kudretin makdûra (kader olarak tayin edilmişe (birime) taallukunu (ilişkisini) zevkan (manevi hazla, zevk alarak) müşâhede etmek (görmek) istedi. Demek ki kendisinde makdûra (kader olarak tayin edilmişe (birime) taalluk edecek (ilişkili olacak) bir kuvvet sâbit (mevcut) olmasını taleb' etti (istedi). Halbuki kudretin makdûra (kader olarak tayin edilmişe, birime) taallukunun (ilişkisinin) zevkan (manevi haz ile) müşâhedesi (görmesi), ancak kendinin makdûr (kader olarak tayin edilmiş birim) sûretinde zuhûru (açığa çıkışı) cihetinden (bakımından), makdûrda (birimde) ahadiyyetini (bölünmez parçalanmaz salt tekliğini) müşâhede eden (gören) bir Kâdir'e (kuvvet sahibine) mahsûstur (aittir). Binâenaleyh (nitekim) îcâda (yaratmaya) ve ihtirâ'a (benzeri görülmemiş bir şey meydana getirmeye) kudret, hasâis-ı İlahiyye’dendir (İlahi özelliklerdendir). Ammâ denilecek ki, îcâda (yaratmaya) kudret hasâis-ı İlahiyyeden (İlahi hususiyetlerden) olunca, Îsâ (a.s.)’ın .............................. (Âl-i İmrân, 3/49) demesini ne vech ile (şekilde) te'lîf edeceğiz (bağdaştıracağız)?  Cevap budur ki: Cenâb-ı Îsâ (Hz. isa’nın) ve emsâli (benzerleri) olan kâmillerin (tamlığa, mükemmelliğe ermişlerin) îcâd (yaratma) ve i'dâma (öldürmeye) kudretle muttasıf (vasıflanmış) olmaları  ahyânen (ara sıra) ve ba'zı a'yâna (zatlara (şahıslara) nisbeten (göre) vâki’ olur (gerçekleşir) . Ve bu kudretle ittisâf, (vasıflanma), onlar ile Hak beyninde (arasında) gayriyyet (ayrılık, başkalık) kalmamasındandır. Zîrâ (çünkü) bu zevât-ı saâdet-meâb, (saadetli zatlar) cihet-i ubûdiyyetlerinin (kulluk yönlerinin) cihet-i rubûbiyyette (rububiyeti yönünde) fânî (yok) olması i'tibâriyle, (hususuyla) Hak'la müttehid (birleşir, bir) olurlar. Fakat bu ittihâd (birleşme, bir olma),  iki mugâyir (başka) şeyin birleşmesi demek değildir. Belki vücûd-ı i'tibârî (kayıtlı, nisbi vücud) olan taayyünün (vücudunun) vücûd-ı mutlak-ı Hak'ta (Hakk’ın salt, kayıtsız, tek vücudunda) nâ-bûd (fani, yok) olması demektir.

Beyt:

Diğer:

Rubâî-i Hazret-i Mevlânâ (Kuddise sırrıhu'l-a'lâ):

Tercüme:

"Tevhîdi onun muhakkak olmaz

Kul, fâni-i mutlak olmayınca

Bâtıl kuru lâf ile hak olmaz

Tevhîd hulûl değil, yok olman."

İmdi, Vücûd-ı Mutlak’ta (Hakk’ın varlığında) fânî (yok) olan bir kâmilde (tam, mükemmel olanda) mukayyediyyet (kayıtlılık) kalmayacağından, onların îcâd (yaratma) ve i'dâmları (öldürmeleri) vaktinde, yine mukayyed (kayıtlı olan) için zevk olmamış olur. Ve kudretin makdûra (kader olarak tayin edilmişe, birime) taallukunun (ilişkisinin) zevkan müşâhedesi, (manevi zevk alarak bilinmesi, görünmesi) yine Kâdir-i Mutlak’a (sınırsız, kayıtsız kadir sahibine) mahsûs (özel, ait) olmuş bulunur.

Îzâhât-ı mesrûdeden (anlatılan açıklamalardan) anlaşılacağı vech (yönü) ile Üzeyr (a.s.), halkta (yaratılmışta) zevkan vücûdu (varlığı) mümkin olmayan şeyi taleb etti (istedi).  Halbuki keyfiyyât (nitelikler) ancak zevk ile idrâk olunur. Meselâ, müddet-i ömründe (ömrü boyunca) bal yememiş olan kimseye, onu ta'rîf ile anlatmak mümkin değildir. Zîrâ (çünkü) lezzet, keyfiyyât-ı vicdâniyyedendir (kalbi hiss ile alakalı niteliklerindendir). Mutlaka ona balı yedirmek lâzımdır ki bilsin; kezâ (böylece) kokular da böyledir. İşte kudretin makdûra (kaza olunmuşa (birime) taalluku (ilişkisi) dahi keffiyyâttan (niteliklerden) bir keyfiyyet (husus, nitelik) olduğundan, cenâb-ı Üzeyr halkta (yaratılmışta) vücûdu (varlığı) mümkin olmayan bir şeyi taleb etmiş (istemiş) oldu. Zîrâ (çünkü) kudretin makdûra (kader olarak tayin edilmişe (birime) taalluku (ilişki) hâli (durumu) zevk-i İlahidir (İlahi zevktir). Ve mahlûk (yaratılmış) bu zevka iştirâk edemez (ortak olamaz) ki, tadı ne keyfiyyette (nitelikte) olduğunu bilsin.

( Devam edecek)   

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-07.12.2004
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail