[BU FASS KELİME-İ ÜZEYRİYYE'DE MÜNDEMİC OLAN
"HİKMET-İ KADERİYYE" BEYÂNINDADIR]
Velâkin bizim indimizde, Üzeyr (a.s.)’ın bu
kavlinde olan sûreti, İbrâhim (a.s.)’ın kavlinde olan sûreti
gibidir. "İmdi Allah Teâlâ onu yüz yıl imâte edip ba'dehû ba's
eyledi ve ona... (Bakara, 2/259)ya'nî “Kemiklere bak ki biz
onları nasıl ref' ederiz; ondan sonra onları tahmla iksâ eyleriz"
dedi. Bu halde Üzeyr (a.s.) ecsâmın nasıl bittiğini muâyene-i
tahkîk ile muâyene eyledi. İmdi ona keyfiyyeti gösterdi (25).
Ya'nî, Üzeyr (a.s.)’ın
.............................. (Bakara, 2/259) kavliyle
(sözleriyle) vâki' olan
(gerçekleşen) talebindeki
sûret (isteyiş şekli) ,
İbrâhim (a.s.)’ın .......................... (Bakara
2/260) kavlindeki (sözlerindeki)
talebinin sûretidir (isteme
biçimidir). Ve
cenâb-ı İbrâhim (a.s.) nasıl ki ölülerin ne vech ile
(şekilde) dirildiğini
müşâhede etmek (görmek)
istemiş ise, cenâb-ı Üzeyr dahi bu kavliyle
(sözleriyle) öylece ölülerin
keyfiyyet-i ihyâlarını (dirilme
hususunu) görmek istemiştir. Yoksa emr-i ihyâyı
(dirilme hususunu) kudret-i
Hakk'ın (Hakk’ın kudreti)
yanında isti'câb ve isti'zâm etmemiştir
(hayrette kalıp, büyük görmemiştir).
Zîrâ (çünkü)
makâm-ı nübüvvet (nebilik makamı)
ile makam-ı velâyette (velilik makamında) bulunan kimse, Kâdir ve Mûcid ve Muhyî ve
Mümît olan Zü'l-Celâl hazretlerinin emvâtı
(ölüleri) ihyâ
(diriltmesi) ve tekrâr îcâd
etmesini (yaratmasını)
istib'âd (ihtimal vermemezlik)
eylemez. Hz. Üzeyr (a.s.) ölülerin ne sûretle
(şekilde) dirildiğini görmek
ve bunu ayne'l-yakîn (bizzat kendisi
görerek) bilmek istediğinden, onun suâlî
(sorusu) Hak tarafından
fiilen cevâb i'tâsını (vermesini)
iktizâ eyledi (gerektirdi).
Ve o fiili Hak Teâlâ cevap olarak cenâb-ı Üzeyr'de
ızhar (açığa çıkarmak)
için onu imâte
(öldürdü) ve ihyâ etti
(diriltti).
Ve ihyâ-yı emvât emrinin (ölüleri
diriltme işinin) ne sûretle
(şekilde) olduğunu ona kendi
nefsinde gösterdi. Ve Hz. Üzeyr'in vücûdu, kudretin makdûra
(kader olarak tayin edilmişe)
ne vech ile (ne şekilde)
taalluk ettiğini (ilişkili
olduğunu) müşâhede eyledi
(gördü). Zîrâ
(çünkü) zevk üç mertebe
üzerinedir: "Bilmek", "görmek", "olmak"tır. Ya'nî "ilme'lyakîn"
(tam, kesin olarak bilmek),
"ayne'l-yakîn" (bizzat
görüp şahid olmak) ve "hakka'l-yakîn"dir
(bizzat yaşamaktır).
Meselâ sûret-i kat'iyyede
(kesin olarak) ateşin yaktığı
ma'lûmuz olduğundan (bildiğimizden),
buna "ilme'l-yakîn"
(kesin, tam olarak bilme)
deriz. Vaktâki (ne zaman ki)
ateşin bir şeyi yaktığını müşâhede ederiz
(görürüz),
buna da "ayne'l-yakîn" (bizzat
görerek) deriz. Ve ateşin vücûdumuzu yakması hâline
de "hakka'l-yakîn" (bizzat o olayı
yaşamak) deriz. İşte bunun gibi Hz. Üzeyr Hakk'ın
ölüleri dirilteceğini bilirdi; bu ilme'l-yakîndir
(kesin bilgi).
Fakat bu ilim ile iktifâ
etmeyip, (yetinmeyip)
ölünün ne sûretle (şekilde)
dirildiğini görmek istedi; bu ayne'l-yakîndir
(bizzat görmektir).
Fakat Hak Teâlâ Hazretleri
onun suâlinin (sorusunun)
fiilen cevâbını kendi nefsinde i'tâ etmekle
(vermekle),
ona hakka'l yakîn
(o olayı yaşatma) zevkini
i'tâ buyurdu (verdi).
Mesnevî:
İmdi, ancak eşyâyı ademlerinde sübutu hâlinde
keşf etmekle idrâk olunan sırr-ı kaderden suâl eyledi. Böyle
olunca bu sırr-ı kader i'tâ olunmadı; zîrâ bu ilm-i kader ıttılâ'-ı
İlahi hasâisındandır (26).
Ya'nî cenâb-ı Üzeyr (a.s.)
............................................. (Bakara, 2/259)
kavliyle ölülerin ne sûretle dirildiklerinin kendisine irâesini
(gösterilmesini) taleb
ettiği (istediği) vakit,
keşf-i İlahi (İlahi keşf)
ile idrâk olunan sırr-ı kaderi (kader
sırrını) lisân-ı hâl (o
anda içinde bulunduğu hal, tavır)
ile taleb etmiş (istemiş)
oldu. İlm-i kader (kader
ilmi), ıttılâ'-ı
İlahi hasâisından (İlahi özellikleri
bilme, tanıma) olduğundan, ona bu sırr-ı kader
(kader sırrı) verilmedi. Zîrâ
(çünkü) eşyânın
(varlıkların) a'yân-ı
sâbitelerine (ilmi suretlerine)
ve hakâyıkına (hakikatlerine)
ıttılâ' (vakıf olma, bilme)
Hakk'a ve isti'dâd-ı zâtîsi hasebiyle
(kendi istidadı dolayısıyla) ıttılâ-ı eşyâya
(varlıkları tanıma, bilme)
irâde-i İlahiyye (İlahi iradeye)
taalluk eden (bağıntılı,
ilişkili olan) Hakk'ın müntehab
(seçkin, güzide) kullarına
maahsûstur (aittir).
Binâenaleyh (nitekim)
Hak Teâlâ Üzeyr (a.s.)’a kendi nefsinde keyfıyyet-i
ihyâyı (diriltme hususunu)
ve ilm-i İlahide (Hakk’ın ilminde)
olan ayn-ı sâbitesini (ilmi
suretini) ve karye ehlinin
(kasaba halkının) a'yân-ı
sâbiteleri (ilmi suretlerini),
istidâdlarıyla ne gibi ahkâmı
(hükümleri) iktizâ eylediğini
(gerektirdiğini) gösterdi.
Ve fakat ehl-i karyenin (kasaba
halkının) keyfıyyet-i ihyâsını
(diriltme hususunu)
göstermedi. Ve bu husûsta kudretin makdûra
(kader olarak tayin edilmişe, birime)
taalluku keyfiyyetine (bağlılığı,
ilişkiliği hususunu) onu muttali' kılmadı
(haberdar etmedi, bildirmedi).
Zîrâ (çünkü) bu
ıttılâ' (öğrenme, bilme);
îcâd eden (yaratan)
kudretin sâhibine (Allah’a)
mahsûstur (aittir).
Ve bir kimse kendi aynına (zatını,
hakikatini) muttali' oldukda
(bildiğinde),
bu ıttılâ'ı (bilişi) ile
sâir a'yâna (diğer zatlara)
muttali' (bilmek, vakıf)
olmak lâzım gelmez.
Eğer bu "ayn"ın (zatın) sâhibi cemî'-i esmâ-i İlahiyyenin
(bütün İlahi esmanın) mazharı
(çıktığı, göründüğü mahal)
olan insân-ı kâmil ise o başka. Ancak bu zât-ı saadet-meâb
(saadetli zat) kendi
aynına (zatını, hakikatini)
muttali' olmakla (bilmekle)
a'yân-ı sâireye (diğer
zatlara, hakikatlere) muttali' olur
(vakıf olur, bilir).
Velhâsıl Hz. Üzeyr'in suâli
(sorusu) kaderden idi. Ve
ilm-i kader (kader ilmi)
ona verilmedi; zîrâ (çünkü)
ona nisbette (göre)
muhâldir (olmayacak, imkansız şeydir).
Mukayyedin
(kayıtlanmışın) mutlakı
(kayıtsızı) ihâta etmesi
(kavraması, kuşatması) mümkün
değildir, Binâenaleyh (nitekim),
Hak Teâlâ Hz. Üzeyr'in mukayyed
(kayıtlı) olan nefsinde, ona
keyfiyyet-i ihyâyı (diriltme hususunu)
gösterdi.
Kaderi Allah Teâlâ'dan başka bir kimsenin
bilmesi muhâldir. Zîrâ onlar, ya'nî a'yân, mefâtîh-i üveldir.
Ya'nî mefâtîh-i gaybdır ki, onları Allah Teâlâ'dan başka bir
kimse bilmez. Ve vakt olur ki, Allah Teâlâ kullarından dilediği
ibâdın bundan ba'zı umûra muttâli' kılar (27).
Ya'nî a'yân (ilmi
suretler) "mefâtîh-i gayb"
(gaybın anahtarları) olup,
............................. (En'âm, 6/59) âyet-i kerîmesi
muktezâsınca (gereğince)
onu Hak'tan gayrı (başka)
hiçbir kimse bilmez. Zîrâ (çünkü)
ilm-i kader (kader ilmi),
ademde (taayyünü evvel mertebesinde)
sâbit (mevcut)
olan a'yâna (ilmi suretlere)
ıttılâ' (vakıf olmak, bilmek)
ile hâsıl olur (meydana
gelir). Bu
ıttılâ' (haberdar olma, biliş)
gayr (Allah’tan başka)
için muhâl (imkânsız)
olunca, bunların keşfine muallak olan
ilm-i kader (kader ilmi)
dahi, gayr (Allah’tan başkaları)
için muhâl (imkânsız)
olur. Ve a'yânın (ilmi
suretlerin) mefâtîh-i gayb
(gaybın anahtarları)
olmasının vechi (asıl yüzü)
budur ki: Zât-ı Hak'ta (Hakk’ın
zatında) müstecin (hapsedilmiş)
ve mahfi (gizlenmiş)
olan esmâ-i İlahiyye (İlahi
esma), nefes-i
Rahmânînin (Rahman’ın nefesinin),
a'yân-ı ma'dûme (yok
durumunda olan aynlar) üzerine inbisâtı
(yayılması, genişlemesi)
sebebiyle, bu a'yânda (ilmi
suretlerde) zâhir olur (açığa
çıkar). Bu
sûrette (şekilde) a'yân-ı
ma'dûme (yok durumunda olan aynlar,
zatlar), esmâ-i
İlahiyye (İlahi esma, uluhiyet
mertebesindeki esma) için "mefâtîh-i üvel"
(ilk anahtarlar) olur. Ve bir
de zât-ı Hak (Hakk’ın Zat’ı),
her "ayn" (ilmi suret)
ile ism-i İlahidir (İlahi
isimdir) ve her isim dahi O'nun zâtında olan hazîne-i
gaybîsinin (gizli hazinelerinin)
anahtarıdır. Ve o anahtarların kâffesi
(bütün hepsi) Hakk'ın
yedindedir (elindedir).Çünkü
Ulûhiyyet mertebesinde müctemi' (cem
olmuş, toplanmış) olan kâffe-i esmâ
(bütün esma),
bu mertebenin ismi olan
"Allah" isminin tahtında (altında)
cem' olmuştur (toplanmıştır).
Bu halde, o anahtarları
ancak Hak bilir. Binâenaleyh (nitekim),
a'yândan (ilmi suretlerden,
zatlardan) her bir ayn (ilmi
suret, zat) , a'yân-ı
âhara (diğer, başka ilmi suretlere,
zatlara) muttali' (bilmez,
vakıf) olmaz. Fakat
Cenâb-ı Hak ba'zan kullarından, dilediğini
............................. (Cin, 72/26-27) âyet-i kerîmesinde
beyân buyrulduğu (bildirildiği)
üzere, hazret-i ilmiyyeye
(ilim mertebesine) mahsûs
(özel) olan umûrdan (işlerden,
hususlardan) ba'zılarına muttali' kılar
(haberdar eder, bildirir).
Bu ıttılâ'
(biliş) dahi onun isti'dâd-ı
gayr-ı mec'ulü (yapılmamış
istidadının, ilmi suretinin istidadının)
iktizâsındandır. (gereklerindendir)
Velâkin bu ba'zı umûra (hususlara)
muttali' olan (vakıf olan,
bilen) ibâd (kullar)
dahî azdır. Ancak kuyûddan
(bağlardan, kayıtlılıklardan)
mutlak (kurtulmuş) ve
şâhid (tanıyan, gören) ve
meşhûd vahdeti (tekliği görmek)
ile mevsûf olan (vasıflanan)
insân-ı kâmilin ayn-ı câmiasında,
(zatında toplanan)
kâffe-i a'yân (ilmi
suretlerin bütün hepsi) mündemic olduğundan,
(içinde yerleşmiş bulunduğundan) o zât-ı devlet-simât
(devletli zat) kendi
aynında (zatında) ,
cemî-i a'yânı
(bütün ilmi suretleri)
müşâhede eder. (görür)
Zîrâ (çünkü) Hakk'ın ilmi,
insân-ı kâmilin ilmidir; ve O'nun zâtı hulûl
(içine girme) ve ittihâd
(birleşme) olmaksızın, insân-ı
kâmilin zâtıdır.
Ma'lûm olsun ki "mefâtîh"a, ancak hâl-i
fetihte "mefâtîh" tesmiye olunur. Ve hâl-i fetih dahi eşyâya
tekvînin taalluku hâlidir; veyâhut eğer dilersen sen, kudretin
makdûra taalluku hâlidir, de! Ve bunda Allah'ın gayrisi için
zevk yoktur. Ve o halde ne tecellî ve ne de keşf vâki' olmaz.
Zîrâ kudret ve fiil ancak hâssaten Allah için sâbittir. Çünkü
O'nun için mukayyed olmayan vücûd-ı mutlak vardır (28).
Ya'nî "fetih" hâli
(açılmalar) olmadıkça "mefâtîh"
(anahtarlar) olan a'yâna
(ilmi suretlere) "mefâtîh"
(anahtar) denilmez. Ve "fetih''
(açma, açılım) hâli,
ma'dûm (yok durumunda)
olan eşyâya (ilmi suretlere)
tekvînin
(vücuda getirme, yaratma sıfatının)
taalluku (ilişki)
hâlidir. Zîrâ (çünkü)
ma'dûm (yok) olan eşyâ
(ilmi suretler) zât-ı
İlahinin (İlahi zatın (Allah’ın)
tecellîsine
mukârin (bitişik, ilintili)
olunca mütekevvin olur. (var olur,
oluşur) Binâenaleyh (nitekim)
tekvînin vücûdu
vaktinde, (yaratma sıfatının
olduğu zamanda) eşyâ-yı
ma'dûme (yok durumunda olan şeyler (ilmi
suretler) esmâ-i İlahiyye
(İlahi esmalar) için; ve esmâ dahî eşyâ-yı ma'dûme
(İlahi zatta yok durumunda olan ilmi
suretler) için "mefâtîh" (anahtar)
olur. Çünkü eşyânın (ilmi
suretlerin) ademden (yokluktan)
feth'i (açılışı)
ve tekevvünü (oluşması, var
olması), esmâ-i
İlahiyye (İlahi esma, İlahi zat
mertebesinde olan esma) iledir. Bu sûretle
(şekilde) hâl-i fetih,
(fetih hali) a'yân
(ilmi suretler) için,
hazîne-i gaybîde (gizli hazinede)
olan şeyin (ilmi suretin)
zuhûru (açığa çıkışı)
hâlidir. Ve zuhûr (açığa
çıkış) ise, ancak a'yânın
(ilmi suretlerin) tekevvünü
(oluşması, var olması)
hâlinde olur. Ve bu hal (oluş)
ayniyle (tıpkıyla)
kudretin makdûra (kader
olarak tayin edilmişe (birime) taalluku
(ilişki) hâli olduğundan,
fetih hâli, eşyâ-yı
ma'dûmeye (yok durumunda olan ilmi
suretlere) tekvînin (yaratmanın)
taalluku (ilişkisi)
hâli denildiği gibi, kudretin makdûra
(kader olarak tayin edilmişe, birime)
taalluku (ilişkisi)
hâli de denebilir. Halbuki tekvînin eşyâya
(ilmi suretlere) ve kudretin
makdûra (kader olarak tayin edilmişe
(birime) taalluku (ilişkisi)
hâlinde Allah'dan başka kimsenin zevki yoktur. Çünkü
"gayr" (başka) dediğimiz,
mukayyeddir (kayıtlı olandır).
Mukayyed (kayıtlanmış)
ise âcizdir. Kudret, ya'nî fiil-i mutlak,
(kayıtsız, sınırsız fiiller)
ondan nasıl zâhir olur (açığa çıkar,
görünür)? Binâenaleyh
(nitekim) zikr olunan
(anlatılan) halde hiçbir
kimse için tecellî (ilham, feyz)
ve keşif (açılımlar (sırrı
öğrenme) vâki' olmaz
(gerçekleşmez) .
Zîrâ
(çünkü) kudret ve fiil
Allâh'a mahsûstur (aittir).
Ve mukayyed (kayıtlı)
olmayan vücûd-ı mutlak (kayıtsız,
tek, salt vücut) O'nundur. Ya'nî Hak vücûd-ı mutlak
(sınırsız, kayıtsız tek vücut sahibi)
olduğundan, îcâd (yaratmak)
için kudret-i mutlaka
(salt, kayıtsız kudret) dahî, o vücûd-ı mutlak
sâhibine (Allah’a)
mahsûstur (aittir).
Zîrâ
(çünkü) mutlakın mâadâsı
(mutlaktan, kayıtsızdan başkası)
mukayyeddir (kayıtlıdır)
ve her mukayyed (kayıtlı
olan) ise kabûl ve teessür
(tesiri kabul etme)
mevkiindedir. Böyle bir mevki'-i aczde
(acizlik mevkiinde) bulunanda
fiil ve te'sîr olamaz. Binâenaleyh (nitekim)
kâdir-i mutlak (sınırsız,
kayıtsız, mutlak kadir sahibi) kudreti ile her şeyde
hâzırdır ve kudretini her şeyde müşâhede eder
(görür).
Vaktâki kader hakkında olan suâlinden nâşî biz
Üzeyr (a.s.)a Hakk'ın itâbını gördük, onun bu ıttılâ'ı taleb
ettiğini ve bi'n netîce kendisi için makdûra taalluk eder bir
kudret istediğini bildik. Halbuki bu, ancak kendisine vücûd-ı
mutlak sâbit olan kimse için iktizâ eder. İmdi o, halkta zevkan
vücûdu mümkin olmayan şeyi taleb etti. Zîrâ keyfiyyât ancak
ezvâk ile idrâk olunur (29).
Ya'nî Cenâb-ı Üzeyr kudretin makdûra
(kader olarak tayin edilmişe (birime)
taallukunu (ilişkisini)
zevkan (manevi hazla, zevk
alarak) müşâhede etmek (görmek)
istedi. Demek ki kendisinde makdûra
(kader olarak tayin edilmişe (birime)
taalluk edecek (ilişkili
olacak) bir kuvvet sâbit (mevcut)
olmasını taleb' etti (istedi).
Halbuki kudretin makdûra (kader
olarak tayin edilmişe, birime) taallukunun
(ilişkisinin) zevkan
(manevi haz ile) müşâhedesi
(görmesi),
ancak kendinin makdûr (kader
olarak tayin edilmiş birim) sûretinde zuhûru
(açığa çıkışı) cihetinden
(bakımından),
makdûrda (birimde)
ahadiyyetini (bölünmez
parçalanmaz salt tekliğini) müşâhede eden
(gören) bir Kâdir'e
(kuvvet sahibine) mahsûstur
(aittir).
Binâenaleyh (nitekim)
îcâda (yaratmaya)
ve ihtirâ'a (benzeri görülmemiş
bir şey meydana getirmeye) kudret, hasâis-ı
İlahiyye’dendir (İlahi
özelliklerdendir).
Ammâ denilecek ki, îcâda (yaratmaya)
kudret hasâis-ı İlahiyyeden
(İlahi hususiyetlerden)
olunca, Îsâ (a.s.)’ın .............................. (Âl-i İmrân,
3/49) demesini ne vech ile (şekilde)
te'lîf edeceğiz (bağdaştıracağız)?
Cevap budur ki: Cenâb-ı
Îsâ (Hz. isa’nın) ve
emsâli (benzerleri) olan
kâmillerin (tamlığa, mükemmelliğe
ermişlerin) îcâd (yaratma)
ve i'dâma (öldürmeye)
kudretle muttasıf (vasıflanmış)
olmaları ahyânen
(ara sıra) ve ba'zı a'yâna
(zatlara (şahıslara)
nisbeten (göre) vâki’ olur
(gerçekleşir) .
Ve bu kudretle ittisâf, (vasıflanma),
onlar ile Hak beyninde (arasında)
gayriyyet (ayrılık,
başkalık) kalmamasındandır. Zîrâ
(çünkü) bu zevât-ı
saâdet-meâb, (saadetli zatlar)
cihet-i ubûdiyyetlerinin (kulluk
yönlerinin) cihet-i rubûbiyyette
(rububiyeti yönünde) fânî
(yok) olması i'tibâriyle,
(hususuyla) Hak'la müttehid
(birleşir, bir) olurlar.
Fakat bu ittihâd (birleşme, bir olma),
iki mugâyir
(başka) şeyin birleşmesi
demek değildir. Belki vücûd-ı i'tibârî
(kayıtlı, nisbi vücud) olan
taayyünün (vücudunun)
vücûd-ı mutlak-ı Hak'ta (Hakk’ın
salt, kayıtsız, tek vücudunda) nâ-bûd
(fani, yok) olması demektir.
Beyt:
Diğer:
Rubâî-i Hazret-i Mevlânâ (Kuddise
sırrıhu'l-a'lâ):
Tercüme:
"Tevhîdi onun muhakkak olmaz
Kul, fâni-i mutlak olmayınca
Bâtıl kuru lâf ile hak olmaz
Tevhîd hulûl değil, yok olman."
İmdi, Vücûd-ı Mutlak’ta
(Hakk’ın varlığında) fânî
(yok) olan bir kâmilde
(tam, mükemmel olanda)
mukayyediyyet (kayıtlılık)
kalmayacağından, onların îcâd (yaratma)
ve i'dâmları (öldürmeleri)
vaktinde, yine mukayyed (kayıtlı
olan) için zevk olmamış olur. Ve kudretin makdûra
(kader olarak tayin edilmişe, birime)
taallukunun (ilişkisinin)
zevkan müşâhedesi, (manevi
zevk alarak bilinmesi, görünmesi) yine Kâdir-i
Mutlak’a (sınırsız, kayıtsız kadir
sahibine) mahsûs (özel,
ait) olmuş bulunur.
Îzâhât-ı mesrûdeden (anlatılan
açıklamalardan) anlaşılacağı vech
(yönü) ile Üzeyr (a.s.),
halkta (yaratılmışta)
zevkan vücûdu (varlığı)
mümkin olmayan şeyi taleb etti (istedi).
Halbuki keyfiyyât
(nitelikler) ancak zevk ile
idrâk olunur. Meselâ, müddet-i ömründe
(ömrü boyunca) bal yememiş
olan kimseye, onu ta'rîf ile anlatmak mümkin değildir. Zîrâ
(çünkü) lezzet, keyfiyyât-ı
vicdâniyyedendir (kalbi hiss ile
alakalı niteliklerindendir).
Mutlaka ona balı yedirmek lâzımdır ki bilsin; kezâ
(böylece) kokular da böyledir.
İşte kudretin makdûra (kaza olunmuşa
(birime) taalluku (ilişkisi)
dahi keffiyyâttan (niteliklerden)
bir keyfiyyet (husus,
nitelik) olduğundan, cenâb-ı Üzeyr halkta
(yaratılmışta) vücûdu
(varlığı) mümkin olmayan bir
şeyi taleb etmiş (istemiş)
oldu. Zîrâ (çünkü)
kudretin makdûra (kader olarak tayin
edilmişe (birime) taalluku
(ilişki) hâli
(durumu) zevk-i İlahidir
(İlahi zevktir).
Ve mahlûk (yaratılmış)
bu zevka iştirâk edemez (ortak
olamaz) ki, tadı ne keyfiyyette
(nitelikte) olduğunu bilsin.
( Devam edecek)
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-07.12.2004
http://sufizmveinsan.com
|