BU FASS KELİME-İ ÜZEYRİYYE'DE MÜNDEMİC OLAN
"HİKMET-İ KADERİYYE"
BEYÂNINDADIR
Ve ammâ Allah
Teâlâ'nın ......... kavliyle Üzeyr (a.s.)’a vahy ettiği bize
rivâyet olunan şey: "Ben senden tarîk-ı haberi ref ederim ve
umûru sana tecellî üzere i'tâ eylerim. Ve tecellî ise, sana
ancak kendisiyle idrâk-i zevkî vâki' olan isti'dâddan bulunduğun
şey üzerine olur. Netîcede, sen ancak isti'dâdın hasebiyle idrâk
ettigini bilirsin. İmdi taleb ettiğin bu emre sen nazar edersin.
O şeyi onda görmeyince, indinde istediğin şeye isti'dâd
olmadığını ve bu taleb ettiğin şeyin muhakkak hasâis-ı
İlahiyyeden olduğunu bilirsin. Allah Teâlâ her şeye halkını i'tâ
ettiğini muhakkıkan bildin. Vaktâki Allah Teâlâ sana bu isti'dâd-ı
hâssı vermese, o senin halkın değildir. Eğer senin halkın olaydı
............................ (Tâhâ, 20/50) kavliyle ihbâr eden
Hak, elbette onu sana verirdi. İmdi sen kendi nefsinde bu suâlin
mislinden müntehi olan kimse olursun; suâlde nehy-i İlahiye
muhtâc olmazsın" demek olur (30).
Ya'nî Hak Teâlâ'nın Üzeyr (a.s.)’a: "Eğer bu
talebden (istekten)
vazgeçmezsen ismini Nübüvvet (Peygamberlik)
defterinden silerim" buyurmasından anlaşılan ma'nâ
budur ki: Ben senden vâsıta-i melek (melek
aracılığı) ile veyâhut bilâ vâsıta
(vasıtasız) ilhâm ile olan
haber tarîkını (yolunu)
keserim ve sana keşif (keşfetme, bir
sırrı bulma, öğrenme) ve tecellî
(ilham, feyz) yolunu açarım.
Ve tecellî (ilham, feyz)
dahî sana isti'dâdın ne hal (oluş)
üzere ise, ancak ona göre olur. Ve idrâk-ı zevkîyi
(idrak etme zevkini) i'tâ
eden (veren) isti'dâddır.
Tecellî (ilham, feyz) de
isti'dâda göre olur. Ve sana isti'dâdın hasebiyle tecellî
(ilham, feyz) vâki' olunca
(gerçekleşince) ayn-ı
sâbitene (ilmi suretine)
muttali' (bilip vakıf)
olup idrâk ettiğin şeyi, ancak isti'dâdın hasebiyle idrâk
ettiğini bilirsin. Ve sen kudretin makdûra
(kader olarak tayin edilmişe, birime)
taallukunu (bağlantısını,
ilişkisini) müşâhede etmek
(görmek) istemiş idin. Hîn-i
tecellîde (tecelli anında)
bu taleb ettiğin (istediğin)
emre (hususa)
nazar edersin (bakarsın).
O şeyi onda görmeyince, istediğin o şeye sende
isti'dâd olmadığını ve bunun zât-ı İlahi’nin
(İlahi Zat’ın (Allah’ın)
hasâisından (özelliklerinden,
niteliklerinden) olduğunu bilirsin. Ve Allah
Teâlâ'nın her şeye hakkını ve hisse-i muayyenesini
(belirlenmiş payını) i'tâ
ettiği (verdiği) sence
ma'lûmdur (bellidir, bilinir).
Binaenaleyh
(nitekim) ayn-ı sâbitene
(ilmi suretine) nazar ettiğin
(baktığın) vakit, sırr-ı
kader ıttılâ'ına (kader sırrından
haberli olmana, bilmene) onda isti'dâd olmadığını
görünce, taleb ettiğin (istediğin)
şeye kendi nefsinde isti'dâd olmadığını ve o
ıttılâ'ın, (öğrenmenin)
cemî'-i a'yânın (bütün varlıkların)
hakâyıkına (hakikatlerine)
muttali' (bilen, vakıf)
olan Allah Teâla hazretlerinin hasâisından
(hususiyetlerinden)
bulunduğunu ve eğer o ıttılâ'a (bilmeye,
vakıf olmaya) istidâdın olsaydı, her şeye hakkını ve
hisse-i muayyenesini (belirlenmiş
payını, kendisine düşen hissesini) veren Hakk'ın,
sana da hakkını i'tâ edeceğini (vereceğini)
bilerek, kendi nefsinle müteeddeb olup
(utanç duyup) sırr-ı kadere
(kader sırrını) ıttılâ'
talebinden (istemekten)
kendi kendini nehy eder (yasaklar, vazgeçirir) ve nehy-i İlahi’ye
(İlahi yasağa (Allah’ın yasaklamasına)
muhtâc olmazdın (ihtiyaç
duymazdın). İşte
cenâb-ı Üzeyr'e cânib-i Hak'tan (Hakk
tarafından) tarz-ı itâbda
(azarlanma şeklinde) vâki' olan
(gerçekleşen) hitâbdan
(konuşmadan, sözden) münfehim
olan (anlaşılan, çıkarılan)
ma'nâ budur.
Bu bahsin hulâsası (özü,
aslı) budur ki: Hiçbir Nebî
(Peygamber) ve velî bilcümle
a'yânın (bütün ilmi suretlerin
hepsinin) hâkâikını (hakikatlerini)
alâ-tarîkı'l-ihâtâ (ihata
etmek, kavramak suretiyle) bilmek imkânı yoktur.
Çünkü bu ilim, hasâis-ı İlahiyyedendir.
(İlahi hususlardan, özelliklerdendir)
Ancak Hak Teâlâ hazretlerinin keşfi
(açtığı, ilham verdiği)
mikdârı kendilerine sırr-ı kader (kader
sırrı) hakkında bir ilim hâsıl
(mevcut) olur. Ve hîn-i
da'vette (davet sırasında) Nebîden (Peygamberden)
bu dahî mestûrdur (kapalıdır,
örtülüdür).
Zîrâ (çünkü) ba'zı a'yânın
(zatların, şahısların)
hakaikı (hakikatleri)
kendilerine keşf olunsa (açılsa,
ilham olunsa) da'vetlerinde fütûr
(keder, ümitsizlik) vâki'
(mevcut) olur idi. Üzeyr (a.s.)’a
Hak Teâlâ kendi hakîkatini keşf edince,
(sırrı açılınca)
alâ-tarîkı'l-ihâta (ihata etmek,
kavramak suretiyle) hakâik-ı a'yâna
(varlıkların hakikatlerine)
ıttılâ' (bilme, vakıf olma)
imkânı ve isti'dâdı olmadığı zâhir olurdu
(görülürdü). (Şârih-i
fakîrin ilâvesidir.)
Ve bu Üzeyr (a.s.)’a, Allah Teâlâ'dan bir
inâyettir.
Bunu bilen bildi ve bilmeyen bilmedi (31).
Yâ'nî bu haber-i mervîdeki
(rivayet olunan bildirideki)
hitâb-ı İlahi‘de, (Zat-ı Hakk’ın
sözlerinde) gerçi (her ne
kadar) zâhiren (görünüşte)
Üzeyr (a.s.)‘dan Nübüvvetin
(Nebilik görevinin, Peygamberliğinin)
selb edileceği (zorla geri
alınacağı)
ve onun kurbdan (yakınlıktan)
bu'de (uzaklığa)
ilka olunacağı (atılacağı)
anlaşılır ise de, Enbiyâ (Nebiler,
Peygamberler) (aleyhimü's-selâm)ın ulüvv-i kadrleri
(derecelerinin yüksekliği)
ondan âlîdir (yüksektir, yücedir).
Zîrâ (çünkü)
onların isti'dâdât-ı zâtiyyeleri (kendi
istidatları),
isimlerinin Nübüvvet (Nebilik (Peygamberlik)
defterinde sâbit (mevcut)
ve kendilerinin ismet-i İlahi
(İlahi temizlik, günahsızlık)
ile ma'sûm ve mahûz (saf, halis)
olduktan sonra, mertebelerinden sukut etmemelerini
(aşağı düşmemelerini) iktizâ
eder (gerektirir).
İmdi, cenâb-ı Şeyh (r.a.),
bu hitâbın (konuşmanın),
rütbe-i Nübüvvete (Peygamberlik,
Nebi’lik) makamına) nev'an
(bir çeşit) şeyn
(leke, kusur) veren ma'nâ-yı
zâhirini (dış manasını)
murâd etmeyip, murâd-ı İlahi (Hakk’ın
muradı) olan ma'nâ-yı bâtınîsini
(batın manasını, asıl manasını)
tefsîren (yorumlayarak)
beyân ederek (açıklayarak)
itâb sûretinde (azar şeklinde)
vâki' olan (gerçekleşen)
bu hitâb (konuşma),
ona keşf (açma, bir sırra
vakıf olma) ve tecellî (ilham,
feyz) üzere (yoluyla)
ilim i'tâsı (vermesi)
va'dinden (sözünden)
ibâret olmakla, hakkında inâyettir
(ihsandır, iyiliktir),
buyurdu. Bu hitâbın (seslenişin)
inâyet (lutuf, iyilik)
olduğunu, ehl-i keşf (keşif
sahipleri) ve irfandan olanlar bildiler ve ehl-i cehl
olanlar (cahil kimseler)
ise ma'nâ-yı zâhire (dış manasıyla)
hasr-ı fehm edip (idraklerini
kısıtlayıp) bilmediler. Velhasıl, bu haber hakîkatte
(gerçekte) va'd
(lutuf, iyilik için verilmiş bir söz)
idi, vaîd (korkutmak,
cezalandırmak için verilmiş bir söz) değildi.
Ma'lûm olsun ki, tahkîkan "velâyet" , felek-i
âmmdır ve bunun için munkatı' olmadı ve velâyet için inbâ'-i âmm
vardır. Ve ammâ Nübüvvet-i teşrî' ve risâlet munkatı'dır. Ve
Muhammed (s.a.v.)‘de munkatı' oldu. İmdi ondan sonra Nebî yoktur.
Ya'nî Nebiyy-i müşerri' ve müşerre'un-leh ve müşerri' olduğu
halde Resûl yoktur- (32).
Ya'nî "velâyet" (velilik),
sıfat-ı İlahiyye (İlahi
sıfat) olmak ve keşf-i İlahi
(İlahi keşf, İlahi açılımlar)
onunla hâsıl (mevcut)
olmak i'tibâriyle (hususuyla),
felek-i muhît-i âmmdır, ya'nî ma'nâ-yı küllî-i âmmdır
(her şeyi içine alan, kuşatan bütün
bir kavramıdır). Rusülün
(Resüller),
Enbiyâ (Nebiler)
ve evliyânın (velilerin)
kâffe-i merâtibini (bütün
mertebelerini) câmi'dir (toplamıştır).
Ve "velâyet" felek-i
muhît-i âmm (bütün hepsini kuşatan
bir kavram) olduğu için, dünyâda ve âhirette munkatı'
olmadı (arkası kesilmedi, son bulmadı).
Ve velâyet için inbâ'-i
âmm (umuma, herkese haber verme)
vardır. Ya'nî velâyet (velilik)
Nübüvvetin (Nebiliğin
Peygamberliğin) bâtını (içi)
olduğundan, şerîat sâhibi olan Enbiyâya
(Nebilere) ve da'vet-i halka
(halkı davet etmeye)
me'zûn (salahiyetli, izinli)
olmayan evliyâya (velileri)
şâmildir (içine alır,
kuşatır, kaplar).
Velâkin Enbiyâ (Nebiler)
zamanlarında olan ihbâr (haber
verme, bildirme),
Nübüvvet (Nebilik görevi)
ile mukayyeddir (kayıtlıdır).
Ve velâyet
(velilik) cihetiyle
(yönüyle) olan ihbâr-ı İlahi
(İlahi haber verme),
tevhîd-i Zâtî ve tevhîd-i esmâî ve sıfâtî
(Zat‘la alakalı tevhidi ve esma ve
sıfatla ilgili tevhidi) hasâisıyla
(özellikleriyle) her ârif-i
billâh (marifet-i Allah’a vasıl)
olan kimsenin, her müsta'id
(istidatlı) ve kâbile
(kabul ediciye) olan
ihbârıdır (bildirmesidir)
. Velâyet
(velilik) munkatı'
(son bulmuş) olmamakla
berâber, Nübüvvet-i teşrî' (şeriat
getiren Nebilik) ve Nübüvvet-i risâlet
(Nebilik görevi) Muhammed (s.a.v.)‘de
munkatı' oldu (son buldu)
. ................ hadîs-i şerîfi mûcibince
(gereğince) ondan sonra Nebî
(şeriat getiren Nebi, Peygamber)
yoktur. Ya'nî yeni bir şeriatla Nebiyy-i müşerri'
(yeni şeriat getiren bir Nebi)
meb'ûs olmaz (gönderilmez).
Ve Nebiyy-i müşerre'un-leh, ya'nî şerîat sâhibi olan
bir Nebînin şerîatına tâbi' (uyan)
ve fakat, Mûsâ (a.s.)‘ın şerîatına tâbi'
(uyan) Enbiyâ-yı Benî İsrâil
(İsrailoğullarının Peygamberleri)
gibi, Nübüvvet (Nebilik)
ile zâhir (meydana çıkmış)
bir Nebî yoktur
ve yeni şerîat ile müşerri' (şeriat
koyan) bir Resûl
dahi yoktur. Âhir (son)
zamanda Îsâ (a.s.)‘ın gelmesi Nübüvvet
(Nebilik) ve Risâlet
(Resüllük) cihetiyle
(yönüyle) değil, velâyet
(velilik) itibâriyle
(hususuyla) olacağından
Resûl-i müşerri' (şeriat getiren
Resul) sayılmaz.
Ve bu hadîs, evliyâullahın zuhûrunu kesr etti;
zîrâ ubûdiyyet-i kâmile-i tâmme zevkınin inkıtâ'ını
mutazammındır. İmdi ubûdiyyet-i tâmmeye mahsûs olan onun ism-i
Nübüvveti, ubûdiyyete ıtlâk olunmaz (33).
Ya'nî ................. hadîs-i şerîfi,
ubûdiyyet-i kâmile-i tâmme (noksansız
tam mükemmellikteki bir kulluk) zevkınin inkıtâ'ını
(kesilmesini, bitmesini)
mutazammın olduğundan, (muhtevi
olduğundan, içine aldığından) evliyâullahın
(Allah velilerinin) zuhûrunu
(açığa çıkmasını) kırdı.
Çünkü ubûdiyyet-i kâmile-i tâmmenin
(tam mükemmellikteki bir kulluğun) zevki, Nübüvvetle
(Nebilikle) kâimdir
(mevcuttur, vardır).
Halbuki Nübüvvetin (Nebiliğin)
inkıtâ'ı (bitmiş olduğu)
zikr olunan (anlatılan)
hadîs-i şerîf ile ihbâr buyrulmuştur
(haber verilmiştir).
Binâenaleyh
(nitekim),
ubûdiyyet-i tâmme (noksansız,
tam bir kulluk) ile muttasıf olan
(vasıflanan) evliyâullah
(Allah velileri) için artık
Nübüvvete (Nebilikle) nâil
olmak (şereflenmek) ve "Nebî"
ismiyle mevsûm bulunmak (isimlendirilmek)
kapısı kapanmış ve velâyetten
(velilikten) başka bir
mertebe kalmamıştır.
Zîrâ abd, Allah olan efendisine, isimde ortak
olmamak diler; o da isimde "Allah"dır (34).
Ya'nî abd (kul),
ubûdiyyet-i tâmmesinden (tam,
mükemmel kulluğundan) dolayı, Allâh'ın ismi olan "Velî"
ismine müşârik (ortak)
olmak istemez. Zîrâ evliyâ-yı kümmel
(kâmil veliler),
esmâ-i İlahiyye (İlahi esma)
ile ittisâf (vasıflanmak)
kendilerinin zâtları muktezâsından
(zatlarının gerekleri)
olmadığını bilirler. Fânîfillah (Allah’ta
fani, yok) oldukları vakitte, esmâ-i İlahiyye
(İlahi esma) ile tahakkuk,
(gerçekleşmek) onlar için
emr-i ârizîdir (gelip geçici husustur).
Meselâ demir ateşe vaz' olunursa
(konursa),
kıpkırmızı olur ve temâs
ettiği şeyi ateş gibi yakar. Eğer demir lisâna
(dile) gelip "Ben ateşim"
derse, bu sözünde sâdık (doğru)
olur. Fakat demir, ateş değildir; bu hal
(oluş) kendisinde bir emr-i
ârızîdir (gelip geçici bir oluştur).
Ancak, kendisinin
demirliği ateşte fenâ bulmuş (yok
olmuş) ve ateş ismiyle mütehakkık olmuştur
(meydana çıkmış, tahakkuk etmiştir).
Yoksa demir demir ve ateş de ateşdir. İşte
evliyâullahın fenâ-fillah (Allah’ta
yok olma) mertebesindeki hâli dahî buna mümâsildir
(benzer).
Binâenaleyh
(nitekim) onlar, emr-i ârızî
(gelip geçici işlerden, hususlardan)
olan esmâ-i İlahiyye (İlahi
esma) ile tahakkukları hâlinde
(gerçekleşmiş olduklarında),
kendilerine muhtass (mahsus,
ait) olan şey, sıfât-ı ubûdiyyet
(kulluk sıfatıyla) ve onun
isimleri olduğu için, ubûdiyyete (kulluğa)
mahsûs (ait)
olan isimle mütesemmî olmak (isimlenmek)
isterler. Ve Resûl ile Nebî, havâss-ı ubûdiyyetin
(kulların seçkinlerinden)
eşref (şerefli, onurlu) ve
efdalinden (en alası, en üstünü)
olduğu cihetle, (yönüyle)
hasâis-ı ubûdiyyette (kulluk
vasıflarında) Resûlden etemm
(daha tam, kamil, eksiksiz)
ve ekmel (mükemmel) yoktur.
Zîrâ (çünkü) Rab, "Resûl"
ve "Nebî" ismi ile mütesemmî (isimlenmiş)
değildir; fakat "Velî" ismiyle mütesemmîdir
(isimlenmiştir).
Binâenaleyh (nitekim)
Hz. Şeyh (r.a.) buyurur ki:
Halbuki Allah, Teâlâ "Nebî" ve "Resûl" ismi
ile mütesemmî olmadı "Velî" ismi ile mütesemmî oldu ve bu isim
ile muttasıf oldu. Ve ........................... (Bakara,
2/257) ve ........................ (Şûrâ, 42/28) buyurdu (35).
Ya'nî "Nebî" ile "Resûl" ismi, esmâ-i halkıyyeden
(yaratılmış esmadan) olup
ubûdiyyet-i tâmme (tam kulluk)
ile muttasıf olan (vasıflanan)
kimsenin ismi olduğundan, Allah Teâlâ hazretleri bu
isimler ile tesmiye olunmaz (isimlendirilmez);
fakat "Velî" ismiyle tevsîm olunduğu
(isimlendirildiği) gibi, bu ismin sıfatı olan "velâyet"
ile muttasıftır (vasıflanmıştır);
nitekim, Kur'ân-ı Mecîd'de:/ .......................
(Bakara, 2/257) ve .......................... (Şûrâ, 42/28)
buyurnıuştur.
Ve bu isim bâkî ve dünyâda ve âhirette
ibâdullah üzerine cârîdir. İmdi Nübüvvet ve risâletin inkıtâ'ı
sebebiyle, Hak'tan gayrı abdin muhtass olacağı bir isim bâkî
kalmadı. Ancak, bu kadar vardır ki, Allah Teâlâ ibâdına lutf
etti de, onlar için kendisinde teşrî' olmayan Nübüvvet-i âmmeyi
ibkâ eyledi. (36).
Ya'nî Nübüvvet (Nebilik)
ve risâlet (Resullük)
artık munkatı' (bitmiş)
olduğundan, Hakk'ın ismin de mûşârik
(ortak) olmamak sûretiyle
abde (kula) verilecek bir
isim kalmadı. Bi'z-zarûre (zaruri
olarak),
fâni-fillah (Allah’ta fani, yok)
olmaları cihetiyle (bakımından)
abde (kula) "velî
" ismi verildi. Cenâb-ı Hak, ancak kullarına lutf edip, melek
vâsıtasıyla veyâ bilâ-vâsıta (vasıtasız)
yeni bir şeriat ahkâmını (hükümlerini)
Hak'tan telakki (alma)
keyfiyyeti (hususu)
olmamak sûretiyle Nübüvvet-i âmmeyi
(umumi, herkese olan Nübüvveti)
ibkâ etti (baki, devamlı kıldı (kaldırmadı,
bıraktı). Ve bu
Nübüvvet-i âmme (umumi Nübüvvet),
ârifîn
(arifler, bilginler) için
kemâl-i isti'dâd-ı ahadî ve
cem'î (kemal bulmuş, tamlığa ulaşmış
istidadının biri veya bütün hepsi) ile Hakk'ın sıfâtı
ve esmâsı ve ef’âliyle (fiilleriyle)
Allah'dan ihbârdır (haber
vermektir) ve ulemâ (âlimler,
bilginler) için dahi ictihâdda teşrî'dir
(ayet ve hadislerden mana ve hüküm çıkararak kanun yapmak, karar
kılmaktır).
Ve Allah Teâlâ ibâdı için, sübût-i ahkâmda
olan ictihâdda teşrî'i ibkâ eyledi. Demek ki onlar, için
teşrî'de verâseti ibkâ etti. Binâenaleyh
............................. dedi. Ve onlar için bunda, ancak
ahkâmdan ictihâd ettikleri ve onu teşrî' eyledikleri şeyde mîras
vardır (37).
Ya'nî hakkında nass vârid olmayan
(sarihlik, açıklık ulaşmamış) ahkâmı
(hükümleri),
ulemâ (âlimler)
ictihâd ederler (şeriate göre
kıyaslayarak o şey hakkında mana ve hüküm çıkarırlar)
ve onu şer'a (şeriata)
idhâl (dahil) edip
mûcibiyle (gereğiyle) amel
etmeyi emrederler. Onun için, ehl-i usûl,
(usul ehli, fıkıh âlimleri)
ictihâd "vahy-i hafî’dir (açık
olmayan gizli vahiydir),
derler. Binâenaleyh (nitekim),
ulemâ-i müctehidîn (ictihad
eden âlimler), ictihâd
ile teşrî'de, (şeriata dayanarak,
mana ve hüküm çıkarma)
zâhirde (görünüşte, dünyada)
verese-i Enbiyâdır (Nebilerin
mirasçılarıdır). Ulema-i
ârifin (hakikati bilen âlimler)
ise, maârif-i İlahiyyeyi (İlahi
bilgileri, Hakk’tan aldıkları bilgileri) bilâ-vâsıta
(vasıtasız) Hak'tan ahz
ettiklerinden (aldıklarından),
bâtında (içte, ruhta)
verese-i Enbiyâdır (Nebilerin
mirasçılarıdır).
( Devam edecek)
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-14.12.2004
http://sufizmveinsan.com
|