| 
                  
				
				
				BU FASS KELİME-İ ÜZEYRİYYE'DE MÜNDEMİC OLAN 
				"HİKMET-İ KADERİYYE" 
				BEYÂNINDADIR
				Ve ammâ Allah 
				Teâlâ'nın ......... kavliyle Üzeyr (a.s.)’a vahy ettiği bize 
				rivâyet olunan şey: "Ben senden tarîk-ı haberi ref ederim ve 
				umûru sana tecellî üzere i'tâ eylerim. Ve tecellî ise, sana 
				ancak kendisiyle idrâk-i zevkî vâki' olan isti'dâddan bulunduğun 
				şey üzerine olur. Netîcede, sen ancak isti'dâdın hasebiyle idrâk 
				ettigini bilirsin. İmdi taleb ettiğin bu emre sen nazar edersin. 
				O şeyi onda görmeyince, indinde istediğin şeye isti'dâd 
				olmadığını ve bu taleb ettiğin şeyin muhakkak hasâis-ı 
				İlahiyyeden olduğunu bilirsin. Allah Teâlâ her şeye halkını i'tâ 
				ettiğini muhakkıkan bildin. Vaktâki Allah Teâlâ sana bu isti'dâd-ı 
				hâssı vermese, o senin halkın değildir. Eğer senin halkın olaydı 
				............................ (Tâhâ, 20/50) kavliyle ihbâr eden 
				Hak, elbette onu sana verirdi. İmdi sen kendi nefsinde bu suâlin 
				mislinden müntehi olan kimse olursun; suâlde nehy-i İlahiye 
				muhtâc olmazsın" demek olur (30). 
				
				Ya'nî Hak Teâlâ'nın Üzeyr (a.s.)’a: "Eğer bu 
				talebden (istekten) 
				vazgeçmezsen ismini Nübüvvet (Peygamberlik)
				defterinden silerim" buyurmasından anlaşılan ma'nâ 
				budur ki: Ben senden vâsıta-i melek (melek 
				aracılığı) ile veyâhut bilâ vâsıta 
				(vasıtasız) ilhâm ile olan 
				haber tarîkını (yolunu) 
				keserim ve sana keşif (keşfetme, bir 
				sırrı bulma, öğrenme) ve tecellî 
				(ilham, feyz) yolunu açarım. 
				Ve tecellî (ilham, feyz) 
				dahî sana isti'dâdın ne hal (oluş)
				üzere ise, ancak ona göre olur. Ve idrâk-ı zevkîyi 
				(idrak etme zevkini) i'tâ 
				eden (veren) isti'dâddır. 
				Tecellî (ilham, feyz) de 
				isti'dâda göre olur. Ve sana isti'dâdın hasebiyle tecellî 
				(ilham, feyz) vâki' olunca 
				(gerçekleşince) ayn-ı 
				sâbitene (ilmi suretine) 
				muttali' (bilip vakıf) 
				olup idrâk ettiğin şeyi, ancak isti'dâdın hasebiyle idrâk 
				ettiğini bilirsin. Ve sen kudretin makdûra 
				(kader olarak tayin edilmişe, birime)
				taallukunu (bağlantısını, 
				ilişkisini) müşâhede etmek 
				(görmek) istemiş idin. Hîn-i 
				tecellîde (tecelli anında) 
				bu taleb ettiğin (istediğin)
				emre (hususa) 
				nazar edersin (bakarsın).
				O şeyi onda görmeyince, istediğin o şeye sende 
				isti'dâd olmadığını ve bunun zât-ı İlahi’nin 
				(İlahi Zat’ın (Allah’ın) 
				hasâisından (özelliklerinden, 
				niteliklerinden) olduğunu bilirsin. Ve Allah 
				Teâlâ'nın her şeye hakkını ve hisse-i muayyenesini 
				(belirlenmiş payını) i'tâ 
				ettiği (verdiği) sence 
				ma'lûmdur (bellidir, bilinir).
				 Binaenaleyh 
				(nitekim) ayn-ı sâbitene 
				(ilmi suretine) nazar ettiğin
				(baktığın) vakit, sırr-ı 
				kader ıttılâ'ına (kader sırrından 
				haberli olmana, bilmene) onda isti'dâd olmadığını 
				görünce, taleb ettiğin (istediğin)
				şeye kendi nefsinde isti'dâd olmadığını ve o 
				ıttılâ'ın, (öğrenmenin) 
				cemî'-i a'yânın (bütün varlıkların)
				hakâyıkına (hakikatlerine)
				muttali' (bilen, vakıf)
				olan Allah Teâla  hazretlerinin hasâisından 
				(hususiyetlerinden) 
				bulunduğunu ve eğer o ıttılâ'a (bilmeye, 
				vakıf olmaya) istidâdın olsaydı, her şeye hakkını ve 
				hisse-i muayyenesini (belirlenmiş 
				payını, kendisine düşen hissesini) veren Hakk'ın, 
				sana da hakkını i'tâ edeceğini (vereceğini)
				bilerek, kendi nefsinle müteeddeb olup 
				(utanç duyup) sırr-ı kadere
				(kader sırrını) ıttılâ' 
				talebinden (istemekten) 
				kendi kendini nehy eder (yasaklar, vazgeçirir) ve nehy-i İlahi’ye 
				(İlahi yasağa (Allah’ın yasaklamasına)
				muhtâc olmazdın (ihtiyaç 
				duymazdın).  İşte 
				cenâb-ı Üzeyr'e cânib-i Hak'tan (Hakk 
				tarafından) tarz-ı itâbda 
				(azarlanma şeklinde) vâki' olan 
				(gerçekleşen) hitâbdan 
				(konuşmadan, sözden) münfehim 
				olan (anlaşılan, çıkarılan) 
				ma'nâ budur. 
				
				Bu bahsin hulâsası (özü, 
				aslı) budur ki: Hiçbir Nebî 
				(Peygamber) ve velî bilcümle 
				a'yânın (bütün ilmi suretlerin 
				hepsinin) hâkâikını (hakikatlerini)
				alâ-tarîkı'l-ihâtâ (ihata 
				etmek, kavramak suretiyle) bilmek imkânı yoktur. 
				Çünkü bu ilim, hasâis-ı İlahiyyedendir. 
				(İlahi hususlardan, özelliklerdendir)
				Ancak Hak Teâlâ  hazretlerinin keşfi 
				(açtığı, ilham verdiği) 
				mikdârı kendilerine sırr-ı kader (kader 
				sırrı) hakkında bir ilim hâsıl 
				(mevcut) olur. Ve hîn-i 
				da'vette (davet sırasında) Nebîden (Peygamberden)
				bu dahî mestûrdur (kapalıdır, 
				örtülüdür). 
				Zîrâ (çünkü) ba'zı a'yânın
				(zatların, şahısların) 
				hakaikı (hakikatleri) 
				kendilerine keşf olunsa (açılsa, 
				ilham olunsa) da'vetlerinde fütûr 
				(keder, ümitsizlik) vâki' 
				(mevcut) olur idi. Üzeyr (a.s.)’a 
				Hak Teâlâ kendi hakîkatini keşf edince, 
				(sırrı açılınca) 
				alâ-tarîkı'l-ihâta (ihata etmek, 
				kavramak suretiyle) hakâik-ı a'yâna 
				(varlıkların hakikatlerine) 
				ıttılâ' (bilme, vakıf olma) 
				imkânı ve isti'dâdı olmadığı zâhir olurdu 
				(görülürdü). (Şârih-i 
				fakîrin ilâvesidir.) 
				
				Ve bu Üzeyr (a.s.)’a, Allah Teâlâ'dan bir 
				inâyettir. 
				
				Bunu bilen bildi ve bilmeyen bilmedi (31). 
				
				Yâ'nî bu haber-i mervîdeki 
				(rivayet olunan bildirideki) 
				hitâb-ı İlahi‘de, (Zat-ı Hakk’ın 
				sözlerinde) gerçi (her ne 
				kadar) zâhiren (görünüşte)
				Üzeyr (a.s.)‘dan Nübüvvetin 
				(Nebilik görevinin, Peygamberliğinin)
				selb edileceği (zorla geri
				alınacağı)
				ve onun kurbdan (yakınlıktan)
				bu'de (uzaklığa) 
				ilka olunacağı (atılacağı) 
				anlaşılır ise de, Enbiyâ (Nebiler, 
				Peygamberler) (aleyhimü's-selâm)ın ulüvv-i kadrleri
				(derecelerinin yüksekliği) 
				ondan âlîdir (yüksektir, yücedir).
				Zîrâ (çünkü) 
				onların isti'dâdât-ı zâtiyyeleri (kendi 
				istidatları), 
				isimlerinin Nübüvvet (Nebilik (Peygamberlik)
				defterinde sâbit (mevcut)
				ve kendilerinin ismet-i İlahi 
				(İlahi temizlik, günahsızlık) 
				ile ma'sûm ve mahûz (saf, halis)
				olduktan sonra, mertebelerinden sukut etmemelerini 
				(aşağı düşmemelerini) iktizâ 
				eder (gerektirir). 
				 İmdi, cenâb-ı Şeyh (r.a.), 
				bu hitâbın (konuşmanın),
				rütbe-i Nübüvvete (Peygamberlik, 
				Nebi’lik) makamına) nev'an 
				(bir çeşit) şeyn 
				(leke, kusur) veren ma'nâ-yı 
				zâhirini (dış manasını) 
				murâd etmeyip, murâd-ı İlahi (Hakk’ın 
				muradı) olan ma'nâ-yı bâtınîsini 
				(batın manasını, asıl manasını) 
				tefsîren (yorumlayarak) 
				beyân ederek (açıklayarak) 
				itâb sûretinde (azar şeklinde)
				vâki' olan (gerçekleşen)
				bu hitâb (konuşma),
				ona keşf (açma, bir sırra 
				vakıf olma) ve tecellî (ilham, 
				feyz) üzere (yoluyla)
				ilim i'tâsı (vermesi)
				va'dinden (sözünden)
				ibâret olmakla, hakkında inâyettir 
				(ihsandır, iyiliktir),
				buyurdu. Bu hitâbın (seslenişin)
				inâyet (lutuf, iyilik)
				olduğunu, ehl-i keşf (keşif 
				sahipleri) ve irfandan olanlar bildiler ve ehl-i cehl 
				olanlar (cahil kimseler) 
				ise ma'nâ-yı zâhire (dış manasıyla)
				hasr-ı fehm edip (idraklerini 
				kısıtlayıp) bilmediler. Velhasıl, bu haber hakîkatte
				(gerçekte) va'd 
				(lutuf, iyilik için verilmiş bir söz)
				idi, vaîd (korkutmak, 
				cezalandırmak için verilmiş bir söz) değildi. 
				
				Ma'lûm olsun ki, tahkîkan "velâyet" , felek-i 
				âmmdır ve bunun için munkatı' olmadı ve velâyet için inbâ'-i âmm 
				vardır. Ve ammâ Nübüvvet-i teşrî' ve risâlet munkatı'dır. Ve 
				Muhammed (s.a.v.)‘de munkatı' oldu. İmdi ondan sonra Nebî yoktur. 
				Ya'nî Nebiyy-i müşerri' ve müşerre'un-leh ve müşerri' olduğu 
				halde Resûl yoktur- (32). 
				
				Ya'nî "velâyet" (velilik),
				sıfat-ı İlahiyye (İlahi 
				sıfat) olmak ve keşf-i İlahi 
				(İlahi keşf, İlahi açılımlar) 
				onunla hâsıl (mevcut) 
				olmak i'tibâriyle (hususuyla),
				felek-i muhît-i âmmdır, ya'nî ma'nâ-yı küllî-i âmmdır
				(her şeyi içine alan, kuşatan bütün 
				bir kavramıdır).  Rusülün
				(Resüller),
				Enbiyâ (Nebiler) 
				ve evliyânın (velilerin) 
				kâffe-i merâtibini (bütün 
				mertebelerini) câmi'dir (toplamıştır).
				 Ve "velâyet" felek-i 
				muhît-i âmm (bütün hepsini kuşatan 
				bir kavram) olduğu için, dünyâda ve âhirette munkatı' 
				olmadı (arkası kesilmedi, son bulmadı).
				 Ve velâyet için inbâ'-i 
				âmm (umuma, herkese  haber verme)
				vardır. Ya'nî velâyet (velilik)
				Nübüvvetin (Nebiliğin 
				Peygamberliğin) bâtını (içi)
				olduğundan, şerîat sâhibi olan Enbiyâya 
				(Nebilere) ve da'vet-i halka
				(halkı davet etmeye) 
				me'zûn (salahiyetli, izinli) 
				olmayan evliyâya (velileri)
				şâmildir (içine alır, 
				kuşatır, kaplar). 
				Velâkin Enbiyâ (Nebiler) 
				zamanlarında olan ihbâr (haber 
				verme, bildirme), 
				Nübüvvet (Nebilik görevi) 
				ile mukayyeddir (kayıtlıdır).
				 Ve velâyet 
				(velilik) cihetiyle 
				(yönüyle) olan ihbâr-ı İlahi
				(İlahi haber verme),
				tevhîd-i Zâtî ve tevhîd-i esmâî ve sıfâtî 
				(Zat‘la alakalı tevhidi ve esma ve 
				sıfatla ilgili tevhidi) hasâisıyla 
				(özellikleriyle) her ârif-i 
				billâh (marifet-i Allah’a vasıl)
				olan kimsenin, her müsta'id 
				(istidatlı) ve kâbile 
				(kabul ediciye) olan 
				ihbârıdır (bildirmesidir) 
				. Velâyet 
				(velilik) munkatı' 
				(son bulmuş) olmamakla 
				berâber, Nübüvvet-i teşrî' (şeriat 
				getiren Nebilik) ve Nübüvvet-i risâlet 
				(Nebilik görevi) Muhammed (s.a.v.)‘de 
				munkatı' oldu (son buldu) 
				. ................ hadîs-i şerîfi mûcibince 
				(gereğince) ondan sonra Nebî
				(şeriat getiren Nebi, Peygamber)
				yoktur. Ya'nî yeni bir şeriatla Nebiyy-i müşerri' 
				(yeni şeriat getiren bir Nebi) 
				meb'ûs olmaz (gönderilmez).
				Ve Nebiyy-i müşerre'un-leh, ya'nî şerîat sâhibi olan 
				bir Nebînin şerîatına tâbi' (uyan)
				ve fakat, Mûsâ (a.s.)‘ın şerîatına tâbi' 
				(uyan) Enbiyâ-yı Benî İsrâil
				(İsrailoğullarının Peygamberleri)
				gibi, Nübüvvet (Nebilik)
				ile zâhir (meydana çıkmış)
				bir Nebî yoktur 
				ve yeni şerîat ile müşerri' (şeriat 
				koyan) bir Resûl 
				dahi yoktur. Âhir (son) 
				zamanda Îsâ (a.s.)‘ın gelmesi Nübüvvet 
				(Nebilik) ve Risâlet 
				(Resüllük) cihetiyle 
				(yönüyle) değil, velâyet  
				(velilik) itibâriyle 
				(hususuyla) olacağından 
				Resûl-i müşerri' (şeriat getiren 
				Resul) sayılmaz. 
				
				Ve  bu hadîs, evliyâullahın zuhûrunu kesr etti; 
				zîrâ ubûdiyyet-i kâmile-i tâmme  zevkınin inkıtâ'ını 
				mutazammındır. İmdi ubûdiyyet-i tâmmeye mahsûs olan onun ism-i 
				Nübüvveti, ubûdiyyete ıtlâk olunmaz (33). 
				
				Ya'nî ................. hadîs-i şerîfi, 
				ubûdiyyet-i kâmile-i tâmme (noksansız 
				tam mükemmellikteki bir kulluk) zevkınin inkıtâ'ını
				(kesilmesini, bitmesini)
				mutazammın olduğundan, (muhtevi 
				olduğundan, içine aldığından) evliyâullahın 
				(Allah velilerinin) zuhûrunu
				(açığa çıkmasını) kırdı. 
				Çünkü ubûdiyyet-i  kâmile-i tâmmenin 
				(tam mükemmellikteki bir kulluğun) zevki, Nübüvvetle
				(Nebilikle) kâimdir 
				(mevcuttur, vardır).
				Halbuki Nübüvvetin (Nebiliğin)
				inkıtâ'ı (bitmiş olduğu)
				zikr olunan (anlatılan)
				hadîs-i şerîf  ile ihbâr buyrulmuştur 
				(haber verilmiştir). 
				 Binâenaleyh 
				(nitekim),
				ubûdiyyet-i tâmme  (noksansız, 
				tam bir kulluk) ile muttasıf olan 
				(vasıflanan) evliyâullah 
				(Allah velileri) için artık 
				Nübüvvete (Nebilikle) nâil 
				olmak (şereflenmek) ve "Nebî" 
				ismiyle mevsûm bulunmak (isimlendirilmek)
				kapısı kapanmış ve velâyetten 
				(velilikten) başka bir 
				mertebe kalmamıştır. 
				
				Zîrâ abd, Allah olan efendisine, isimde ortak 
				olmamak diler; o da isimde "Allah"dır (34). 
				
				Ya'nî abd (kul),
				ubûdiyyet-i tâmmesinden (tam, 
				mükemmel kulluğundan) dolayı, Allâh'ın ismi olan "Velî" 
				ismine müşârik (ortak) 
				olmak istemez. Zîrâ evliyâ-yı kümmel 
				(kâmil veliler), 
				esmâ-i İlahiyye (İlahi esma)
				ile ittisâf (vasıflanmak)
				kendilerinin zâtları muktezâsından 
				(zatlarının gerekleri) 
				olmadığını bilirler. Fânîfillah (Allah’ta 
				fani, yok) oldukları vakitte, esmâ-i İlahiyye 
				(İlahi esma) ile tahakkuk, 
				(gerçekleşmek) onlar için 
				emr-i ârizîdir (gelip geçici husustur).
				Meselâ demir ateşe vaz' olunursa 
				(konursa), 
				 kıpkırmızı olur ve temâs 
				ettiği şeyi ateş gibi yakar. Eğer demir lisâna 
				(dile) gelip "Ben ateşim" 
				derse, bu sözünde sâdık (doğru)
				olur. Fakat demir, ateş değildir; bu hal 
				(oluş) kendisinde bir emr-i 
				ârızîdir (gelip geçici bir oluştur).
				 Ancak, kendisinin 
				demirliği ateşte fenâ bulmuş (yok 
				olmuş) ve ateş ismiyle mütehakkık olmuştur 
				(meydana çıkmış, tahakkuk etmiştir).
				Yoksa demir demir ve ateş de ateşdir. İşte 
				evliyâullahın fenâ-fillah (Allah’ta 
				yok olma) mertebesindeki hâli dahî buna mümâsildir 
				(benzer). 
				 Binâenaleyh 
				(nitekim) onlar, emr-i ârızî
				(gelip geçici işlerden, hususlardan)
				olan esmâ-i İlahiyye (İlahi 
				esma) ile tahakkukları hâlinde 
				(gerçekleşmiş olduklarında),
				kendilerine muhtass (mahsus, 
				ait) olan şey, sıfât-ı ubûdiyyet 
				(kulluk sıfatıyla) ve onun 
				isimleri olduğu için, ubûdiyyete (kulluğa)
				mahsûs (ait) 
				olan isimle mütesemmî olmak (isimlenmek)
				isterler. Ve Resûl ile Nebî, havâss-ı ubûdiyyetin 
				(kulların seçkinlerinden) 
				eşref (şerefli, onurlu) ve 
				efdalinden (en alası, en üstünü)
				olduğu cihetle, (yönüyle)
				hasâis-ı ubûdiyyette (kulluk 
				vasıflarında) Resûlden etemm 
				(daha tam, kamil, eksiksiz) 
				ve ekmel (mükemmel) yoktur. 
				Zîrâ (çünkü) Rab, "Resûl" 
				ve "Nebî" ismi ile mütesemmî (isimlenmiş)
				değildir; fakat "Velî" ismiyle  mütesemmîdir 
				(isimlenmiştir).
				Binâenaleyh (nitekim)
				Hz. Şeyh (r.a.) buyurur ki: 
				
				Halbuki Allah, Teâlâ "Nebî" ve "Resûl" ismi 
				ile mütesemmî olmadı "Velî" ismi ile mütesemmî oldu ve bu isim 
				ile muttasıf oldu. Ve ........................... (Bakara, 
				2/257) ve ........................ (Şûrâ, 42/28) buyurdu (35). 
				
				Ya'nî "Nebî" ile "Resûl" ismi, esmâ-i halkıyyeden
				(yaratılmış esmadan) olup 
				ubûdiyyet-i tâmme (tam kulluk) 
				ile muttasıf olan (vasıflanan)
				kimsenin ismi olduğundan, Allah Teâlâ hazretleri bu 
				isimler ile tesmiye olunmaz (isimlendirilmez);
				fakat "Velî" ismiyle tevsîm olunduğu 
				(isimlendirildiği) gibi, bu ismin sıfatı olan "velâyet" 
				ile muttasıftır (vasıflanmıştır);
				nitekim, Kur'ân-ı Mecîd'de:/ ....................... 
				(Bakara, 2/257) ve .......................... (Şûrâ, 42/28) 
				buyurnıuştur. 
				
				Ve bu isim bâkî ve dünyâda ve âhirette 
				ibâdullah üzerine cârîdir. İmdi Nübüvvet ve risâletin inkıtâ'ı 
				sebebiyle, Hak'tan gayrı abdin muhtass olacağı bir isim bâkî 
				kalmadı. Ancak, bu kadar vardır ki, Allah Teâlâ ibâdına lutf 
				etti de, onlar için kendisinde teşrî' olmayan Nübüvvet-i âmmeyi 
				ibkâ eyledi. (36). 
				
				Ya'nî Nübüvvet (Nebilik)
				ve risâlet (Resullük)
				artık munkatı' (bitmiş)
				olduğundan, Hakk'ın ismin de mûşârik 
				(ortak) olmamak sûretiyle 
				abde (kula) verilecek bir 
				isim kalmadı. Bi'z-zarûre (zaruri 
				olarak), 
				fâni-fillah (Allah’ta fani, yok)
				olmaları cihetiyle (bakımından)
				abde (kula) "velî 
				" ismi verildi. Cenâb-ı Hak, ancak kullarına lutf edip, melek 
				vâsıtasıyla veyâ bilâ-vâsıta (vasıtasız)
				yeni bir şeriat ahkâmını (hükümlerini)
				Hak'tan telakki (alma)
				keyfiyyeti (hususu) 
				olmamak sûretiyle Nübüvvet-i âmmeyi 
				(umumi, herkese olan Nübüvveti) 
				ibkâ etti (baki, devamlı kıldı (kaldırmadı, 
				bıraktı). Ve bu 
				Nübüvvet-i âmme (umumi Nübüvvet),
				 ârifîn 
				(arifler, bilginler) için 
				kemâl-i isti'dâd-ı ahadî  ve 
				cem'î (kemal bulmuş, tamlığa ulaşmış  
				istidadının biri veya bütün hepsi) ile Hakk'ın sıfâtı 
				ve esmâsı ve ef’âliyle (fiilleriyle)
				Allah'dan ihbârdır (haber 
				vermektir) ve ulemâ (âlimler, 
				bilginler) için dahi ictihâdda teşrî'dir 
				(ayet ve hadislerden mana ve hüküm çıkararak kanun yapmak, karar 
				kılmaktır). 
				
				Ve Allah Teâlâ ibâdı için, sübût-i ahkâmda 
				olan ictihâdda teşrî'i ibkâ eyledi. Demek ki onlar, için 
				teşrî'de verâseti ibkâ etti.  Binâenaleyh 
				............................. dedi. Ve onlar için bunda, ancak 
				ahkâmdan ictihâd ettikleri ve onu teşrî' eyledikleri şeyde mîras 
				vardır (37). 
				
				Ya'nî hakkında nass vârid olmayan 
				(sarihlik, açıklık ulaşmamış) ahkâmı 
				(hükümleri),
				ulemâ (âlimler) 
				ictihâd ederler (şeriate göre 
				kıyaslayarak o şey hakkında mana ve hüküm çıkarırlar) 
				ve onu şer'a (şeriata) 
				 idhâl (dahil) edip 
				mûcibiyle (gereğiyle) amel 
				etmeyi emrederler. Onun için, ehl-i usûl, 
				(usul ehli, fıkıh âlimleri) 
				ictihâd "vahy-i hafî’dir (açık 
				olmayan gizli vahiydir),
				derler. Binâenaleyh (nitekim),
				ulemâ-i müctehidîn (ictihad 
				eden âlimler),  ictihâd 
				ile teşrî'de, (şeriata dayanarak, 
				mana ve hüküm çıkarma)
				zâhirde (görünüşte, dünyada)
				verese-i Enbiyâdır (Nebilerin 
				mirasçılarıdır).  Ulema-i 
				ârifin (hakikati bilen âlimler)
				ise, maârif-i İlahiyyeyi (İlahi 
				bilgileri, Hakk’tan aldıkları bilgileri) bilâ-vâsıta
				(vasıtasız) Hak'tan ahz 
				ettiklerinden (aldıklarından),
				bâtında (içte, ruhta)
				verese-i Enbiyâdır (Nebilerin 
				mirasçılarıdır). 
                ( Devam edecek)    
                Derleyen:Asliye Tavşanlı
 asliye@hotmail.com
 İstanbul-14.12.2004
 http://sufizmveinsan.com
  
               |