145. Bölüm

[ BU FASS KELİME-İ ÜZEYRİYYE'DE MÜNDEMİC OLAN "HİKMET-İ KADERİYYE" BEYÂNINDADIR]

İmdi sen bir Nebiyi teşrî'den hâriç bir kelâm ile tekellüm eder gördüğün vakitte, o, veliyy-i ârif olduğu haysiyyetten tekellüm eder. Bunun için, o Nebinin Nebiyy-i âlim ve velî olması haysiyyetiyle olan makâmı, resûl veyâ teşrî' ve şer' sâhibi olması haysiyyetiyle olan makâmından etemm ve ekmeldir. İmdi ehlullahdan birisinin "Velâyet, Nübüvvetten a'lâdır" dediğini veyâ ondan sana nakl olunduğunu işittiğin vakitte, bu kail ancak bizim zikrettiğimiz şeyi murâd eder (38).

Nebinin (Peygamberin) teşri'den hâriç (dini emir ve yasakları bildirmesinin dışında) kelâm ile tekellümü (konuşması) ilm-i vahdetten (vahdet ilminden) bahs etmesidir. Zîrâ (çünkü) ilm-i vahdet (vahdet ilmi) Hakk'a müteallıktır (aittir,  Hakk’la ilgilidir).  Halbuki şeriat halka (insanlara) tevcîh olunmuştur (yöneltilmiştir). Ve halk ise isneyniyyeti (ikiliği) iktizâ eder (gerektirir).  Ve Nübüvvet (Nebilik) teşri' (dini emir ve yasakları bildirme) dâhilinde tekellümü (konuşmayı) îcâb eyler (gerektirir).  Binâenaleyh (nitekim) bir Nebi: ............................... (En­f'âl, 8/17) ve ............................................ gibi vahdete (teklikle) müteallık (ilgili) kelâm söylediği vakit, veliyy-i ârif (arif, tam bilen bir veli) olması cihetinden (yönünden) söyler. Vahdet (tek) isneyniyyetten (ikilikten) etemm (daha tam, eksiksiz) ve ekmel (daha kâmil, mükemmel) olduğu için, o Nebinin (Peygamberin) makâm-ı velâyeti (velilik makamı) makâm-ı risâletinden (resullük makamından) etemm (daha tam, eksiksiz) ve ekmel (daha kâmil, mükemmel)  olur. Binâenaleyh (nitekim) eğer sen, ehlullahın (Allah ehlinin, velinin) birisinden "Velâyet, (velilik) Nübüvvetten (Nebilikten, Peygamberlikten) a'lâdır" (daha yücedir, yüksektir) sözünü işitirsen veyâhut ehlullahdan (Allah ehlinden, veliden) birisinin bu kelâmı söylediği sana nakl olunursa, ma'lûmun olsun ki (bilesin ki),  bunun ma'nâsı bâlâda (yukarıda) zikr olunun (anlatılan) şeyden ibarettir.

Veyâhut ehlullahdan birisinin: "Velî, Nebi ile resûl fevkındedir" dediğini işitsen o, bu kavl ile şahs-ı vâhidde mûrad eder. Nebi ve resûl olması haysiyyetiyle olan makâmından, onun "velî" olması haysiyyetiyle olan makâmı etemmdir. Yoksa Nebiye tâbi' olan velî, Nebiden a'lâ değildir. Zîrâi tâbi', tâbi' olduğu şeyde, ebeden metbû'u idrâk etmez. Çünkü eğer tâbi' metbû'u idrâk edeydi, tâbi' olmazdı; bunu iyi anla! (39).

Ya'ni velînin Nebi ile resûlün fevkınde (üstünde) olması şahs-ı vâhidde (tek şahısta) olan velâyet (velilik) ve Nübüvvet (Nebilik) ve risâlet (resüllük) i'tibâriyledir (bakımındandır) ve bu kavlden (deyişten) murâd ancak budur. Yoksa bir Nebinin şeriatına tebaiyyede (uymada) mertebe-i velâyeti (velilik mertebesini) ihrâz (kazanan, elde) eden kimsenin velâyeti (veliliği) aslâ, tâbi' (uyduğu, bağlı) olduğu Nebinin Nübüvyetinden (Nebiliğinden, Peygamberliğinden) yüksek olamaz. Çünkü kendisi tâbi'dir (bağlıdır, uymaktadır) ve kendisinde tâbiiyyet (uyma, tabi olma) sıfatı bulundukça metbû'unu (uyduğu, tabi olduğu şeyi) idrâk edemez. Eğer idrâk etseydi, kendisinde bu sıfat-ı tâbiiyyet (tâbi olma, uyma vasfı) bulunmazdı. Burasını dikkatle anla!

İmdi resûlün ve müşerri' olan Nebinin merci'i velâyete ve ilmedir. Görmez misin? Tahkîkan Allah Teâlâ; Resûl (a.s.)a,  ilimden ziyâdeyi taleb etmeğe emr etti. İlmin gayrisinden ziyâde taleb etmeği emr etmedi. Böyle olunca ona emr edici olduğu halde ................................ (Tâhâ, 20/ 114) buyurdu (40).

İzdiyâd-ı ilim (ilimde artış) talebiyle emrin (isteme hususunun) sebebi budur ki: Bâlâ-yı fasta (yukardaki bölümde) beyân olunduğu (anlatıldığı) üzere her bir resûlün indinde, (katında) ilm-i irsâlden (gönderilen ilimden) ancak ümmetlerinin bilâ-ziyâde (fazla olmaksızın) ve lâ-noksan (noksan olmaksızın) muhtac oldukları kadar ilim vardır. Binâenaleyh (nitekim) Nübüvvet ve risâlette tezâyüd, (artma, fazlalaşma) ümmetin isd'dâdı kadardır. Ümmetin isti'dâdı kendilerine mahsûs (ait) olan kemâl (mükemmellik, tamlık) üzre zâhir olduğu (açığa çıktığı) vakit, artık Nübüvvet ve risâlette ziyâdelik (artış) mutasavver değildir. (düşünülemez) Belki bu sûrette (şekilde) emr-i Nübüvvet ve risâlet (Nebilik ve resullük olayı) onların hakkında hatm olur; (biter, mühürlenir) ............................ (Mâide, 5/3) âyet-i kerimesi bu hakîkatın burhânıdır. (delilidir)

Ve kezâlik (böylece), Nübüvvet ve risâlet-i teşrî'iyye (şeriat getiren risalet) dâimî olmayıp, inkıtâ'a (bitmeye, kesilmeye) ma'rûzdur. Onun için Nübüvvet ve risâlette ziyâdelik (fazlalık, fazlasını) talebiyle (istemekle) emr olunmadı; belki ümmetin isti'dâdı ânen-fe-ânen (bir andan diğer ana, sürekli olarak) kader-i ma'lûm (bilinen kaderi) üzere tenzîl olunduğundan, (indirildiğinden) yine yevmen-fe-yevmen (günden güne) kader-i ma'lûm (bilinen kaderi) üzre, ümmetin isti'dâdına göre tenzîl edilecek (indirilecek) olan ilm-i irsâlin (gönderilen ilmin) ziyâdeliği talebi (artmasını istemek) emr olundu.

Ve kezâ (böylece) sıfât-ı İlahiyyenin (İlahi sıfatların) taleb-i tezâyüdü (çoğalmasını, artmasını istemek) dahî emr olunmadı. Çünkü Hak Teâlâ'nın tecelliyâtına (oluşmalarına, belirmelerine, ilhamlarına) nihâyet (son) olmadığı gibi, tecellîde de (meydana çıkmada, belirmede, oluşmada da) tekrar yoktur. Ve binâenaleyh (nitekim) emr-i İlahiye (İlahi işlere) dahî nihâyet (son) yoktur. Zîrâ (çünkü) her bir tecellînin (belirmenin, oluşumun) husûlü indinde (meydana geldiği sırada) bir ilmin husûlü (meydana çıkması, oluşması) lazımdır. İşte bu sebeble de izdiyâd-ı ilim talebi (ilimde artış,  çoğalmayı istemek) emr olundu.

Ve bu, onun içindir ki şer', a'mâl-i mahsûsa ile teklîf ve ef'âl-i mahsûsadan nehydir. Ve bu a'mâlin mahalli bu dâr-ı dünyâdır; o dâr dahî munkatı'dır. Velâyet ise böyle değildir. Zîrâ munkatı' olaydı, hakîkatı ile munkatı' olurdu. Nitekim risâlet, hakîkatı haysiyyetiyle munkatı' oldu. Ve eğer velâyet hakîkati haysiyyetiyle munkatı' olaydı, onun için "Velî" ismi bâkî kalmazdı. Halbuki "Velî" ismi Allah için bâkîdir (41).

Ya'nî şer', (şeriat) a'mâl-i mahsûsa (belli, aşıkar olan işler) ile emrdir; ve a'mâl-i mahsûsadan (belli amellerden) nehydir (yasaklama getiren emirdir).  Halbuki a'mâl, (işler, ameller) dâr-ı dünyânın (dünya yaşamının) inkıtâ'ıyla (bitmesiyle) munkatı' (son bulmuş) olur. Ve risâlet (resullük) munkatı olunca (bitip son bulunca) hakîkatiyle munkatı' (biter, son) olur. Fakat velâyet (velilik) böyle değildir. O dünyâda ve âhirette munkatı' olmaz (bitmez, son bulmaz).  Çünkü Allah için "Velî" ismi bâkîdir (daimidir, devamlılık üzeredir). Nitekim Yûsuf (a.s.)‘dan naklen Kur’ân-ı Mecîd'de:  ............................ (Yûsuf,12/101) buyrulmuştur. Binâenaleyh (nitekim) resûlden ve Nebiden risâlet (resullük) ve Nübüvvet (Nebilik) mertebesi kalkınca, onun merci'i (sığınacağı yer) velâyete (velilik mertebesine) ve ilm-i İlahiye (Allah’ın ilmine) olur.

İmdi "Veli" ismi tahallukan ve tahakkukan ve taallukan Hakk'ın abîdine mahsûstur. (42)

Ya'nî bu isim Hakk'ın abîdine (kullarına) ıtlâk olunur (denilir). Fakat bu ismin Hakk'a ıtlâkı (denilmesi) bi'l-asâledir (asaletendir, asıldır) ve bendeye (kula) ıtlâkı (denilmesi) ise tahalluk (ahlaklanma) ve tahakkuk (tahkik suretiyle elde etmek) ve taalluk (ilişikli olma) tavırlarıyla (halleriyle) olur. "Tahalluk", sıfât-ı abdin (kulun sıfatlarının) sıfât-ı İlahiyyede (Hakk’ın sıfatlarında) fenâsı (yok olması) hengâmında (zamanında) olur. Ve "tahakkuk" abdin (kulun) zât-ı Hak'ta (Hakk’ın zatında) fânî (yok) olması sûretindedir (şeklindedir). Ve "taalluk" hâlet-i bakâda (bakilik, devamlılık halinde) olur ki, bu makam, makâm-ı verâsettir (mirasta hak sahibi olma makamıdır). Binâenaleyh (nitekim) bu üç mertebenin her birinde müteayyin olan (beliren, görünen) kimseye "velî" ismi verilir. Hz. Şeyh (r.a.) cenâb-ı Üzeyr hakkında vârid olan (gelen) haberin tetmîmen (tamamlamak, bitirmek için)  tahkîkine (incelemelerine) rücu' edip (dönüp) buyurur ki:

İmdi Hak Teâla'nın Üzeyr (a.s.)‘a "Eğer mâhiyyet-i kaderden sual etmekten müntehî olmazsan, elbette ismini dîvân-ı Nübüvvetten silerim" demesi, emr, sana keşif ve tecellî üzere gelir ve senden Nebi ve resûl ismi zâil olur, demek olur. Ve bu sûrette onun velâyeti bâkî kalır. Ancak şu kadar var ki, vaktâki karîne-i hâl, tahkîkan bu hitâbın mecrâ-yı vaîdde cereyân ettiğine delâlet etti; indinde bu hâlet, hitâba mukârin olan kimse, muhakkak o hitâb, merâtib-i velâyetin ba'zı husûsunun bu dârda inkıtâ'ıyla vaîd olduğunu bildi. Zîrâ Nübüvvet ile risâlet, velâyette, merâtibden ve velâyetin muhtevî olduğu ba'zı merâtibi muhtevî olan bir rütbenin husûsudur (43).

Ya'nî Üzeyr (a.s.)‘ın  ................................ (Bakara, 2/259) kavlindeki (sözlerindeki) karîne-i hâl (anlaşılması zor olan hususun hakikatine dair verilen ipucu, cüz-i delil),  sırr-ı kaderden (kader sırrından)  suâle (soru sormağa) delâlet (işaret) ettiğinden, hitâb-ı Hak (Hakk’ın konuşması), itâb sûretinde (azarlama şeklinde) olarak vaîd mecrâsında (korkutma yoluyla) cereyân etti. Ve cenâb-ı Üzeyr Hakk'ın bu hitâbında, (sözlerinde) velâyetin (veliliğin) bir rütbe-i mahsûsu (hususi, özel bir rütbesi) olan Nübüvvet (Nebilik) ve risâletin (resulluğün) bu dâr-ı dünyâda (dünya yurdunda) inkıtâ'ıyla (bitmesi, kesilmesiyle) vaîd bulunduğunu (korkutulduğunu) bildi. Zîrâ Nübüvvet (Nebilik) ve risâlet (resulluk), velâyette (velilikte) bir mertebe-i mahsûsadır (hususi, özel mertebedir) ki, velâyetin mertebe-i ilimden (ilim mertebesinden) hâvî olduğu (kuşattığı, topladığı) mertebelerin ba'zısını muhtevîdir (kavrar, içinde bulundurur).

Bunun îzâhı (açıklaması) şu vech iledir (şekildedir) ki: Velâyet (velilik) sıfat-ı İlahiyye (Hakk’ın sıfatı) olup Hak Teâlâ ibâdı (kulları) üzerine ezelen (başlangıcı olmayan önceden) ve ebeden (sonsuza dek) bu sıfat ile mütevellîdir (birinin yerine geçendir, bir şeyin idaresi kendisine verilmiş kimsedir, velidir).  Nübüvvet (Nebilik) ve risâlet (resulluk) ise, neş'et-i dünyeviyyede (dünyaya gelen) enbiyâdan (Nebilerden) olan evliyâda (velilerde) bir sıfat-ı ârıza (gelip geçici sıfattır) ve velâyet dâiresinin içinde bir mertebe-i mahsûsadır (hususi, özel bir mertebedir).  Binâenaleyh (nitekim) velâyet (velilik) olmaksızın, Nübüvvet (Nebilik) mütehakkık olmaz (gerçekleşmez).  Fakat Nübüvvet (Nebilik) olmaksızın velâyet (velilik) mütehakkık olur (gerçekleşir).  Bu sûrette, (şekilde) Nübüvvet (Nebilik) ve risâlet (resullük), resûl olan zâtın velâyetine (veliliğine) nisbeten (göre) bir rütbe-i hâs (hususi, özel bir rütbe) olmuş olur. Ve bu rutbe-i hâs (özel rütbe) olan Nübüvvet (Nebilik) ve risâlet (resullük),  resûlün dâr-ı dünyâdan (dünya yurdundan) hurûcundan (çıkışından (ölümünden) sonra kalkar; fakat velâyeti (veliliği),  berâzih-ı uhreviyyeye (ahirette berzah âlemine) intikâlinden (geçmesinden) sonra da devam eder. İmdi cenâb-ı Üzeyr'e olan .................................. hitâbı (konuşması),  onun velâyetinin (veliliğinin) ba'zı mertebelerinden, rütbe-i hâs (özel, hususi rütbe) olan Nübüvvetin (Nebiliğin) ref-i (hükümsüz bırakmak, kaldırmak) için vaîd (korkutma) olur.

İmdi o, indinde Nübüvvet-i teşrî' ve risâlet-i teşrî' olmayan velîden a'lâ olduğunu bilir (44).

Ya'nî Üzeyr (a.s.), itâb sûretinde (azarlama şeklinde) vaîd mecrâsında (korkutma yoluyla) cereyan eden hitâb-ı Hak (hakk’ın sözleri) üzerine, Nübüvvet-i teşri' ile (şeriat getiren bir Nebi olarak) ve risâletle (resul olarak) gelmemiş olan velîden Nebinin a'lâ (yüksek, yüce) olduğunu bildi. Çünkü Nübüvvette (Nebilikte) husûsî (özel) bir ziyâdelik (fazlalık) vardır; ve risâlet (resulluk) dahî Nübüvvetten (Nebilikten) a'lâdır (yüksektir, yücedir). Zîrâ (çünkü) risâlette (resullukte) de Nübüvvet (Nebilik) üzerine bir başka husûsiyyet-i zâide (hususi, özel fazlalıklar) vardır. Ve velâyet, Nübûvvet ve risâletten eammdır (daha genel, daha umumidir). Çünkü her resûl Nebi olduğu gibi, her Nebi de velîdir. Fakat her velî, resûl de değildir, Nebi de değildir.  Binâenaleyh (nitekim) Nübüvvet (Nebilik görevi) ve risâlet (resulluk görevi), dâire-i velâyetin (velayet sınırları) içinde iki rutbe-i husûsîdir (iki özel rütbedir). Ve tecellî ile (Hak nurunun tesiriyle kalpte İlahi sırların açılmasıyla) sırr-ı kader (kader sırrı) münkeşif olduğu (meydana çıktığı, açıldığı) vakit, makâm-ı velâyet kavî (velayet makamı güçlü) ve Nübüvvet ve risâlet makamı onda muzmahil (çökmüş, yok olmuş) olur.

İndinde kezâlik mertebe-i Nübüvvetin iktizâ ettiği hâlet-i uhrâ mukterin olan kimsenin yanında, muhakkak bu hitâbın vaîd değil, va'd olduğu sâbit oldu. Böyle olunca, Üzeyr (a.s.)‘ın suâli, muhakkak makbûldür; zîrâ Nebi veliyy-i hâstır (45).

Mertebe-i Nübüvvetin (Nebilik mertebesinin) iktizâ ettiği (gerektirdiği) hâlet-i ûlâ (önceki, ilk hal), yukarıda zikredilmiş (anlatılmış) idi ki, hitab-ı Hak (Hakk’ın seslenişi),  hâl karînesiyle, (anlaşılması zor olan bir hususun hakikatine dair verdiği ipucuyla,cüz-i delille) vaîd meccrâsında (tehdit etme, korkutma şeklinde) cârî (geçer) olması hâli idi. Zîrâ (çünkü) bu halde, dâire-i velâyetin (velilik sınırları) içinde, rütbe-i husûsiyye (özel, hususi rutbe) olan Nübüvvet (Nebilik) kalkacak ve yalnız mertebe-i velâyet (velayet mertebesi) kalacaktı. Ve bir mertebenin ref’ini (kaldırılmasını) mutazammın olan (içine alan)  hitâb (konuşma, sesleniş) ise vaîddir (korkutmaktır, tehditdir).Hz. Şeyh (r.a.) mertebe-i Nübüvvetin (Nebilik mertebesinin) iktizâ ettiği (gerektirdiği) hâlet-i ûlâyı (önceki hali) beyan buyurduktan (anlattıktan) sonra, bu cümlede dahî yine mertebe-i Nübüvvetin (Nebilik mertebesinin) iktizâ ettiği (gerektirdiği) hâlet-i uhrâyı (diğer hali) îzâh ediyor (açıklıyor). O hâlet-i uhrâ (diğer hal) da budur ki:

Veliyy-i hâs (tam, halis, seçkin veli) olan Nebi, hakaik-ı İlahiyyeyi (İlahi hakikatleri) bildiğinden, Hak Teâlâ hazretlerinin kendisinden zuhûrunu (açığa çıkmasını) kerih (çirkin) gördüğü şeye ve husûlü muhal (olmayacak) olan şeyin talebine ikdâm etmez (gayret sarfetmez, kalkışmaz). Binâenaleyh (nitekim) taleb ettiği (istediği) vakit, husûlü (olması) mümkün  olan şeyi taleb eder (ister) ve bu talebi makbûl (kabul olunan, beğenilen) olduğundan bi'ttabi' (tabii olarak) is'âf olunur (kabul edilir, istek yerine getirilir).  Ve Nübüvvetin (Nebiliğin) iktizâ ettiği (gerektirdiği) bu hal (oluş); bir kimseye mukarin (ulaşmış, yakın) olunca .................................... hitâbının (konuşmanın) vaîd (korkutmak, cezalandırmak için verilmiş söz) değil, va'd (mükafatlandırmak için verilmiş söz) olduğunu bilir. Çünkü kendisi Nebidir; Nebi ise veliyy-i hâstır (tam, seçkin, halis velidir). Ve bu evsâfi câmi' (vasıfları kendinde toplamış) olan kimse ise aslâ abes (faydasız, boş) olan şeyi taleb etmez (istemez) ve suâli (isteği) makbûl olur (kabul edilir). İmdi Üzeyr (a.s.)‘ın ismi, Nübüvvet (Nebilik) defterinden silindikten sonra, mertebe-i velâyeti bâkî (daimi) kalır. Ve bu sûrette de, maksûduna (arzusuna, gayesine) keşif ve tecellî (ilham, feyz) tarîkıyla (yoluyla) nâil olur (erişir).

( Devam edecek)   

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-21.12.2004
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail