[BU FASS KELİME-İ ÜZEYRİYYE'DE MÜNDEMİC OLAN
"HİKMET-İ KADERİYYE" BEYÂNINDADIR]
Ve karîne-i hâl ile bilir ki, tahkîkan Nebi için
velâyette, bu ihtisâs sâbit olması haysiyyetiyle, Allah
Teâlâ'nın muhakkak ondan kerîh gördüğünü ve husûlü muhakkâk
sûrette muhâl olduğunu bildiği şeye ikdâm etmesi muhâldir (46).
Ya'nî mertebe-i Nübüvvetin
(Nebilik mertebesinin) iktizâ
ettiği (gerektirdiği)
bâlâda (yukarıda) beyân
olunan (anlatılan) hâlet-i
uhrâ, (sonraki hal)
indinde (tarafına)
mukterin (yakın) olan
kimse, Nebi için velâyette sâbit (mevcut)
olan bu ihtisâs (uzmanlık)
cihetinden (bakımından),
Hak Teâlâ'nın kendisinden zuhûrunu
(açığa çıkmasını) kerîh
(çirkin) gördüğünü bildiği
şeyi taleb etmeyeceği (istemeyeceği)
gibi, husûlü muhâl olduğunu
(olması mümkün olmayacağını)
bildiği şeyi de talebe (istemeye)
ikdâm etmez (kalkışmaz).
Zîrâ (çünkü) bu
talebler (istekler),
münâfi-i ma'rifettir (marifete,
ilme terstir);
halbuki veliyy-i hâs (seçkin, halis
veli) olan Nebi ârifdir (Hakk’ı
bilendir, irfan sahibidir) ;
ondan böyle şeyler sâdır
olmaz (çıkmaz).
Ve bu ahvâl, onlara karîn olan kimsenin
indinde mukterin ve sâbit oldu da, o kimse
............................ kavlinde vâki' olan bu hitâb-ı
İlahiyi kendi indinde va'd makâmında ihrâc eder. Ve bu hitâb,
mertebe-i bâkıyyeye delâlet eder bir haber olur. Ve o mertebe
enbiyâ ve rusül üzere dâr-ı âhirette bâkıyye olan mertebedir. O
dâr-ı âhiret öyle bir dâr-ı âhirettir ki, bir şer' için mahal
değildir. Tâ ki cennet ve nâra dâhil olduktan sonra, halktan bir
kimse cennette ve nârda o şer' üzerine olsun (47).
Yâ'nî mertebe-i Nübüvvetin
(Nebilik mertebesinin) iktizâ
ettiği (gerektirdiği)
sâlifü'z-zikr (adı geçen, anılan)
ahvâle (hallere)
karîn (yakın) olan
kimse bu hitâb-ı İlahiyi (Hakk’ın
sözünü) kendi indinde (katında)
va'd (mükafat için
verilmiş söz) makâmında telakkî eder
(kabul eder, değerlendirir).
Ve bu sûrette
(şekilde) bu hitâb,
Nübüvvetin irtifâ'ından (kaldırılmasından)
sonra mertebe-i bâkıyye (geri
kalan mertebe) olan velâyetin kalacağına delâlet
(işaret) eden bir haber olur
ki, bu mertebe-i velâyet (velayet mertebesi, velilik), âhirette
dahî bâkî (daimi) olan bir
mertebedir. Ve dâr-ı âhiret (ahiret
yurdu) öyle bir yerdir ki, artık orada şeriat yoktur;
ve cennete girecekler cennete ve nâra
(ateşe) girecekler dahi nâra
(ateşe) dâhil olduktan
sonra, onların oralarda amel etmeleri
(yapmaları) lâzım gelen
hiçbir şeriat bulunmaz. Zîrâ (çünkü)
dâr-ı âhiret (ahiret yurdu)
dar-ı amel (iş, amel
yapılacak yer) değil, dâr-ı cezâdır
(amellerinin karşılığını alacağı yerdir).
Biz ancak şer'i dâreyn olan cennet ve nâra
duhûl ile kayd ettik. Zîrâ yevm-i kıyâmette ashâb-ı feterât ve
etfâl-ı sıgâr ve mecânîn için şer' olunur. İmdi bunlar, ikâme-i
adl ve cerîme ile muâhaze ve ashâb-ı cennet hakkında, sevâb-ı
amelî için, zemîn-i vâhidde haşr olurlar. Bunlar zemîn-i vâhidde
nâsdan inkıtâ' ile haşr oldukları vakit, onların hakkında
efdallerinden bir Nebi ba's olunur ve onlara bir nâr temsîl
olunur. O günde onlara ba's olunan Nebi, o nâr mu'cizesiyle
gelir. Onlara: “Ben size irsâl olunmuş Hakk'ın resûlüyüm” der.
İmdi o kavmin indinde tasdîk vâki' olur ve ba'zıları indinde de
tekzîb vâki' olur. Ve o Nebi onlara "Siz nefsinizi bu nâra idhâl
edin; bana itâat eden necât bulup cennete dâhil olur ve bana
isyân eden ve emrime muhâlefet eyleyen, helâk olup ehl-i nârdan
olur" der. Kim ki onlardan o Nebinin emrine imtisâl edip,
kendisini nâra idhâl ederse saîd olur ve sevâb-ı amelîye nâil
olur ve o nârı berd ve selâm bulur. Ve kim ki o Nebiye âsî
olursa ukûbete müstehak olup nâra dâhil olur ve amel-i muhâlifi
ile nâra nüzûl eyler. Ve yevm-i ma'hûdda bu ba's, ibâdı
hakkında Allah tarafından adl ikâmesi içindir (48).
Ya'nî cenâb-ı Şeyh (r:a), âhiret mahall-i şer'
(şeriat yeri) olmadığından
ehl-i cennet ve cehennem (cennetlikler
ve cehennemlikler) me'vâlarına
(yerlerine, makamlarına)
girdikten sonra, oralarda onların amel edeceği
(yapacağı) şeriat kalmaz,
demiş ve şer'in (şeriatın)
olmamasını "cennet ve cehenneme duhûlden
(girdikten) sonra" kaydıyla
mukayyed kılmış (kayıtlamış,
sınırlamış) idi. Zîrâ (çünkü)
ne cennete ve ne de cehenneme giremeyecek olan ba'zı
kimseler vardır ki, onlar için âhirette dahi şer'
(şeriat) olacaktır.
Bunlardan birisi ashâb-ı feterâttır
(iki peygamber arasında geçen zamanda
yaşamış kimseler).Çünkü bu tâife
(grup) kendilerinden mukaddem
(önce) gelen peygamberin
şeriatı münderis (şeriatlerinden iz,
eser kalmamış) olduğundan, onun ile amel edemediler
ve bu peygamberlerden sonra gelecek peygamber de gelmedi ki,
onun şeriatıyla amel etsinler. Binâenaleyh
(nitekim) kendilerine
teklîf-i İlahi (Hakk’ın teklifi)
vâki' olmâksızın (gerçekleşmeksizin)
âhirete gittiler.
İkincisi etfâl-i sıgârdır
(küçük yaştaki çoçuklardır).
Çünkü teklîf zamânı olan vakt-i bülûğlarından
(buluğ çağlarından) evvel
vefât ettiler.
Üçüncüsü, mecnûnlardır
(çıldıranlar, deli olanlardır).
Çünkü hayât-ı dünyâda (dünyada
yaşar) iken bunlara vücûh-ı teklîfe münâfi
(tekliflere zıt olan) bir mizâc
(tabiat, yaradılış) ârız olup
(gelip) akılları mestûr
(kapanmış, örtünmüş) oldu ve
o halde vefat ettiler.
Eğer bunlar hakkında âhirette teklîf-i şer'î
olmamış (şeriat hükümleri teklif
edilmemiş) olsa, muvâfık-ı hikmet
(hikmete uygunluk)
ve ma'delet (adalet)
olmaz. Zîra (çünkü)
kabâhatleri olmadığı için cehenneme konamazlar ve sevâb-ı
amelîleri olmadığı (sevap
işlemedikleri) için cennete de giremezler. Kabâhatsız
bir kimseyi, nâra (ateşe)
ve sevâb-ı amelîsiz (sevap işlememiş)
bir kimseyi de cennete idhâl etmek
(sokmak) adâlet değildir.
Binâenaleyh (nitekim)
bunların sevâb ve ikâba (cezayı,
azabı) istihkâkları (hakkettiklerini)
tezâhür etmek (belirlemek,
meydana çıkarmak) için, Allah Teâlâ yevm-i âhirette
(ahiret gününde),
şeriatten bu mikdârı ibkâ buyurdu.
(daimi kıldı, bakileştirdi) Bu sûretle
(şekille) cemî'-i vücûh
(bütün yönleri)
ile adâlet-i İlahiyye
(İlahi adalet) zâhir olur
(açığa çıkar). Hz. Şeyh (r.a.) kıyâmette olan şer'-i mezkûru
(adı geçen şeriati) âyet-i
kerîme ile isbât edip (kanıtlayıp)
buyururlar:
Ve kezâlik Allah Teâlâ'nın "Ol günde ki umûr-ı
âhiretten emr-i azîm keşf olunur; halk secdeye da'vet olunurlar"
(Kalem, 68/42) kavli dahî teklîf ve teşrî'dir. İmdi onlardan
ba'zılarının secdeye tâkatları olur, ba'zılarının olmaz. Ve
tâkatları olmayanlar, Allah Teâlâ'nın haklarında
.............................. (Kalem, 68/42) buyurduğu
kimselerdir. Nitekim dünyâda, Ebû Cehil ve sâire gibi, ibâdın
ba'zısı Allah'ın emrine imtisâl etmeğe müstatî' olmadı (49).
Ya'nî sûre-i Kalem'de
(kalem suresinde) mezkûr:
(zikredilmiş)
.............................................(Kalem, 68/42)
âyet-i kerîmesi âhirette dahî teklîf ve teşrî'
(şeriat koymak) olduğuna
burhandır (delildir).
Çünkü dâr-ı teklîf
(teklif yeri) dünyâ idi. Hak
Teâlâ ehl-i dünyâya (dünyada yaşıyan
kişilere) şer' (şeriat,
dini hükümler) gönderdi; amel eden
etti,
etmeyen de etmedi. Artık
bundan sonra ikâme-i adl (adeleti oturtmak, yerleştirmek) için muhâkeme ve cezâ îcâb eder.
Fakat bâlâda (yukarıda)
zikr olunan (anlatılan)
sunûf-ı selâsenin (üçüncü sınıfın)
dünyâda amel etmeleri mümkün değildi. Halbuki,
........................... (Şûrâ, 42/7) âyet-i kerîmesi
mûcibince (gereğince) halk
ikiye münkasim olmak (halkı iki kısma
ayırmak) lâzımdır; ve ikiye inkısâm
(ayırmak) ise ikâme-i adl
(adalet ayakta, mevcut)
olmadıkça mümkün değildir. Binâenaleyh
(nitekim) sunûf-i mezkûre
(adı geçen sınıf) için teklîf
ve teşrî' (şeriat koymak)
lâzımdır. Tâ ki bunlardan hangilerinin hangi ferîka
(topluluğa, cemaata) iltihak
edeceği (katılacağı) sâbit
(anlaşılmış) olsun ve
ism-i Adl (adl esması) ile
ism-i Hakem'in (hakem esmasının)
eseri zuhûra gelsin
(meydana çıksın)
İmdi âhirette, yevm-i kıyâmette, nâra ve
cennete duhûlden evvel, şer'den bû mikdâr ibkâ olunur. İşte
bundan dolayı biz şer'-i âhireti mukayyed kıldık. Allah'a hamd ü
senâ olsun, (50).
Ya'nî cenâb-ı Şeyh (r.a.) âhiretin mahall-i şer'
(şeriat yeri) olmamasını "cennet
ve cehenneme duhûlden (girdikten,
katıldıktan) sonra" kaydıy'la mukayyed kılmış
(kayıtlamış, sınırlamış) ve
bu kayd ile Allah Teâlâ'nın ikâme-i adl buyurmasıyla
(adeleti ayakta tutmasıyla),
halkın bir fırkası
(grubu) cennete ve bir
fırkası (grubu) cehenneme
girdikten sonra, buralarda artık amel edilmesi lâzım gelen bir
şeriat olmadığını murâd etmiştir. Binâenaleyh
(nitekim) bu kayd
(kayıt, sınır),
halkın cennete ve cehenneme
duhûlünden (girmesinden,
katılmasından) evvel âhirette şer'den
(şeriatten) bir mikdâr bâkî
(geri) kalacağı için,
kayd-ı ihtirâzî (bazı hakları
kullanabilme şansı) olur. .................. (Bakara,
21/105)
(İntihâ: 4 Kânûn-i sânî 331; 11 Rebîu'l-evvel
334, Pazartesi sabahı.
(Devam edecek)
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-28.12.2004
http://sufizmveinsan.com
|