146. Bölüm

[BU FASS KELİME-İ ÜZEYRİYYE'DE MÜNDEMİC OLAN "HİKMET-İ KADERİYYE" BEYÂNINDADIR]

Ve karîne-i hâl ile bilir ki, tahkîkan Nebi için velâyette, bu ihtisâs sâbit olması haysiyyetiyle, Allah Teâlâ'nın muhakkak ondan kerîh gördüğünü ve husûlü muhakkâk sûrette muhâl olduğunu bildiği şeye ikdâm etmesi muhâldir (46).

Ya'nî mertebe-i Nübüvvetin (Nebilik mertebesinin) iktizâ ettiği (gerektirdiği) bâlâda (yukarıda) beyân olunan (anlatılan) hâlet-i uhrâ, (sonraki hal) indinde (tarafına)  mukterin (yakın) olan kimse, Nebi için velâyette sâbit (mevcut) olan bu ihtisâs (uzmanlık) cihetinden (bakımından), Hak Teâlâ'nın kendisinden zuhûrunu (açığa çıkmasını) kerîh (çirkin) gördüğünü bildiği şeyi taleb etmeyeceği (istemeyeceği) gibi, husûlü  muhâl olduğunu (olması mümkün olmayacağını) bildiği şeyi de talebe (istemeye) ikdâm etmez (kalkışmaz). Zîrâ (çünkü) bu talebler (istekler), münâfi-i ma'rifettir (marifete, ilme terstir); halbuki veliyy-i hâs (seçkin, halis veli) olan Nebi ârifdir (Hakk’ı bilendir, irfan sahibidir) ;  ondan böyle şeyler sâdır olmaz (çıkmaz).

Ve bu ahvâl, onlara karîn olan kimsenin indinde mukterin ve sâbit oldu da, o kimse ............................ kavlinde vâki' olan bu hitâb-ı İlahiyi kendi indinde va'd makâmında ihrâc eder. Ve bu hitâb, mertebe-i bâkıyyeye delâlet eder bir haber olur. Ve o mertebe enbiyâ ve rusül üzere dâr-ı âhirette bâkıyye olan mertebedir. O dâr-ı âhiret öyle bir dâr-ı âhirettir ki, bir şer' için mahal değildir. Tâ ki cennet ve nâra dâhil olduktan sonra, halktan bir kimse cennette ve nârda o şer' üzerine olsun (47).

Yâ'nî mertebe-i Nübüvvetin (Nebilik mertebesinin) iktizâ ettiği (gerektirdiği) sâlifü'z-zikr (adı geçen, anılan) ahvâle (hallere) karîn (yakın) olan kimse bu hitâb-ı İlahiyi (Hakk’ın sözünü) kendi indinde (katında) va'd (mükafat için verilmiş söz) makâmında telakkî eder (kabul eder, değerlendirir).  Ve bu sûrette (şekilde) bu hitâb, Nübüvvetin irtifâ'ından (kaldırılmasından)  sonra mertebe-i bâkıyye (geri kalan mertebe) olan velâyetin kalacağına delâlet (işaret) eden bir haber olur ki, bu mertebe-i velâyet (velayet mertebesi, velilik),  âhirette dahî bâkî (daimi) olan bir mertebedir. Ve dâr-ı âhiret (ahiret yurdu) öyle bir yerdir ki, artık orada şeriat yoktur; ve cennete girecekler cennete ve nâra (ateşe) girecekler dahi nâra (ateşe) dâhil olduktan sonra, onların oralarda amel etmeleri (yapmaları) lâzım gelen hiçbir şeriat bulunmaz. Zîrâ (çünkü) dâr-ı âhiret (ahiret yurdu) dar-ı amel (iş, amel yapılacak yer) değil, dâr-ı cezâdır (amellerinin karşılığını alacağı yerdir).

Biz ancak şer'i dâreyn olan cennet ve nâra duhûl ile kayd ettik. Zîrâ yevm-i kıyâmette ashâb-ı feterât ve etfâl-ı sıgâr ve mecânîn için şer' olunur. İmdi bunlar, ikâme-i adl ve cerîme ile muâhaze ve ashâb-ı cennet hakkında, sevâb-ı amelî için, zemîn-i vâhidde haşr olurlar. Bunlar zemîn-i vâhidde nâsdan inkıtâ' ile haşr oldukları vakit, onların hakkında efdallerinden bir Nebi ba's olunur ve onlara bir nâr temsîl olunur. O günde onlara ba's olunan Nebi, o nâr mu'cizesiyle gelir. Onlara: “Ben size irsâl olunmuş Hakk'ın resûlüyüm” der. İmdi o kavmin indinde tasdîk vâki' olur ve ba'zıları indinde de tekzîb vâki' olur. Ve o Nebi onlara "Siz nefsinizi bu nâra idhâl edin; bana itâat eden necât bulup cennete dâhil olur ve bana isyân eden ve emrime muhâlefet eyleyen, helâk olup ehl-i nârdan olur" der. Kim ki onlardan o Nebinin emrine imtisâl edip, kendisini nâra idhâl ederse saîd olur ve sevâb-ı amelîye nâil olur ve o nârı berd ve selâm bulur. Ve kim ki o Nebiye âsî olursa ukûbete müstehak olup nâra dâhil olur ve amel-i muhâlifi ile nâra nüzûl eyler. Ve yevm-i ma'hûdda bu ba's, ibâdı hakkın­da Allah tarafından  adl ikâmesi içindir (48).

Ya'nî cenâb-ı Şeyh (r:a), âhiret mahall-i şer' (şeriat yeri) olmadığından ehl-i cennet ve cehennem (cennetlikler ve cehennemlikler) me'vâlarına (yerlerine, makamlarına) girdikten sonra, oralarda onların amel edeceği (yapacağı) şeriat kalmaz, demiş ve şer'in (şeriatın) olmamasını "cennet ve cehenneme duhûlden (girdikten) sonra" kaydıyla mukayyed  kılmış (kayıtlamış, sınırlamış) idi. Zîrâ (çünkü) ne cennete ve ne de cehenneme giremeyecek olan ba'zı kimseler vardır ki, onlar için âhirette dahi şer' (şeriat) olacaktır.

Bunlardan birisi ashâb-ı feterâttır (iki peygamber arasında geçen zamanda yaşamış kimseler).Çünkü bu tâife (grup) kendilerinden mukaddem (önce) gelen peygamberin şeriatı münderis (şeriatlerinden iz, eser kalmamış) olduğundan, onun ile amel edemediler ve bu peygamberlerden sonra gelecek peygamber de gelmedi ki, onun şeriatıyla amel etsinler. Binâenaleyh (nitekim) kendilerine teklîf-i İlahi (Hakk’ın teklifi) vâki' olmâksızın (gerçekleşmeksizin) âhirete gittiler.

İkincisi etfâl-i sıgârdır (küçük yaştaki çoçuklardır). Çünkü teklîf zamânı olan vakt-i bülûğlarından (buluğ çağlarından) evvel vefât ettiler.

Üçüncüsü, mecnûnlardır (çıldıranlar, deli olanlardır). Çünkü hayât-ı dünyâda (dünyada yaşar) iken bunlara vücûh-ı teklîfe münâfi (tekliflere  zıt olan) bir mizâc (tabiat, yaradılış) ârız olup (gelip) akılları mestûr (kapanmış, örtünmüş) oldu ve o halde vefat ettiler.

Eğer bunlar hakkında âhirette teklîf-i şer'î olmamış (şeriat hükümleri teklif edilmemiş) olsa, muvâfık-ı hikmet (hikmete uygunluk) ve ma'delet (adalet) olmaz. Zîra (çünkü) kabâhatleri olmadığı için cehenneme konamazlar ve sevâb-ı amelîleri olmadığı (sevap işlemedikleri) için cennete de giremezler. Kabâhatsız bir kimseyi, nâra (ateşe) ve sevâb-ı amelîsiz (sevap işlememiş) bir kimseyi de cennete idhâl etmek (sokmak) adâlet değildir. Binâenaleyh (nitekim) bunların sevâb ve ikâba (cezayı, azabı) istihkâkları (hakkettiklerini) tezâhür etmek (belirlemek, meydana çıkarmak) için, Allah Teâlâ yevm-i âhirette (ahiret gününde), şeriatten bu mikdârı ibkâ buyurdu. (daimi kıldı, bakileştirdi) Bu sûretle (şekille) cemî'-i vücûh (bütün yönleri)  ile adâlet-i İlahiyye (İlahi adalet) zâhir olur (açığa çıkar). Hz. Şeyh (r.a.) kıyâmette olan şer'-i mezkûru (adı geçen şeriati) âyet-i kerîme ile isbât edip (kanıtlayıp) buyururlar:

Ve kezâlik Allah Teâlâ'nın "Ol günde ki umûr-ı âhiretten emr-i azîm keşf olunur; halk secdeye da'vet olunurlar" (Kalem, 68/42) kavli dahî teklîf ve teşrî'dir. İmdi onlardan ba'zılarının secdeye tâkatları olur, ba'zılarının olmaz. Ve tâkatları olmayanlar, Allah Teâlâ'nın haklarında .............................. (Kalem, 68/42) buyurduğu kimselerdir. Nitekim dünyâda, Ebû Cehil ve sâire gibi, ibâdın ba'zısı Allah'ın emrine imtisâl etmeğe müstatî' olmadı (49).

Ya'nî sûre-i Kalem'de (kalem suresinde) mezkûr: (zikredilmiş) .............................................(Kalem, 68/42) âyet-i kerîmesi âhirette dahî teklîf ve teşrî' (şeriat koymak) olduğuna burhandır (delildir).  Çünkü dâr-ı teklîf (teklif yeri) dünyâ idi. Hak Teâlâ ehl-i dünyâya (dünyada yaşıyan kişilere) şer' (şeriat, dini hükümler) gönderdi; amel eden  etti,  etmeyen de etmedi. Artık bundan sonra ikâme-i adl (adeleti oturtmak, yerleştirmek) için muhâkeme ve cezâ îcâb eder. Fakat bâlâda (yukarıda) zikr olunan (anlatılan) sunûf-ı selâsenin (üçüncü sınıfın) dünyâda amel etmeleri mümkün değildi. Halbuki, ........................... (Şûrâ, 42/7) âyet-i kerîmesi mûcibince (gereğince) halk ikiye münkasim olmak (halkı iki kısma ayırmak) lâzımdır; ve ikiye inkısâm (ayırmak) ise ikâme-i adl (adalet ayakta, mevcut) olmadıkça mümkün değildir. Binâenaleyh (nitekim) sunûf-i mezkûre (adı geçen sınıf) için teklîf  ve teşrî' (şeriat koymak) lâzımdır. Tâ ki bunlardan hangilerinin hangi ferîka (topluluğa, cemaata) iltihak edeceği (katılacağı) sâbit (anlaşılmış) olsun ve ism-i Adl (adl esması) ile ism-i Hakem'in (hakem esmasının) eseri zuhûra gelsin (meydana çıksın)

İmdi âhirette, yevm-i kıyâmette, nâra ve cennete duhûlden evvel, şer'den bû mikdâr ibkâ olunur. İşte bundan dolayı biz şer'-i âhireti mukayyed kıldık. Allah'a hamd ü senâ olsun, (50).

Ya'nî cenâb-ı Şeyh (r.a.) âhiretin mahall-i şer' (şeriat yeri) olmamasını "cennet ve cehenneme duhûlden (girdikten, katıldıktan) sonra" kaydıy'la mukayyed kılmış (kayıtlamış, sınırlamış) ve bu kayd ile Allah Teâlâ'nın ikâme-i adl buyurmasıyla (adeleti ayakta tutmasıyla),  halkın bir fırkası (grubu) cennete ve bir fırkası (grubu) cehenneme girdikten sonra, buralarda artık amel edilmesi lâzım gelen bir şeriat olmadığını murâd etmiştir. Binâenaleyh (nitekim) bu kayd (kayıt, sınır),  halkın cennete ve cehenneme duhûlünden (girmesinden, katılmasından) evvel âhirette şer'den (şeriatten) bir mikdâr bâkî  (geri) kalacağı için, kayd-ı ihtirâzî (bazı hakları kullanabilme şansı) olur. .................. (Bakara, 21/105)

(İntihâ: 4 Kânûn-i sânî 331; 11 Rebîu'l-evvel 334, Pazartesi sabahı.

(Devam edecek)   

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-28.12.2004
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail