147. Bölüm

BU FASS KELİME-İ ÜZEYRİYYE'DE MÜNDEMİC OLAN  "HİKMET-İ KADERİYYE" BEYÂNINDADIR]

M e s n e v î

Bu fass-ı latifde münderic kazâ bahsine taalluku hasebiyle Mesnevî-i Ma'nevî'nin üçüncü cildinde vâki' âtîdeki sürh-i şerîfin şerhiyle berâber buraya derci münâsib görülmüştür.

Sürh-i Mesnevî:

Ya'nî "Küfre râzı olmak, küfürdür" ma'nâsındaki hadis-i şerîf ile, “Her kim benim kâzâma râzı olmaz ve belâma sabr etmez ise, benden başka bir Rab arasın!” ma'nâsındaki hadîs-i kudsî arasındaki tezâdın tevfîkı beyânındadır.

Mesnevî:

Tercüme: "Dün, sâil (sorusu olan biri) bana bir suâl (soru) sordu; çünkü o macerayâ, bahis (iddialaşmaya) ve cidâle (savaşa, kavgaya) âşık idi; dedi ki: "Küfre rızâ, küfürdür" nüktesini, bu hadîs-i şerifi Peygamber (a.s.) buyurdu, halbuki onun kelâmı mihr (güneş‚ sevgi, muhabbet) ve hüccettir (delildir). Yine o Peygamber (a.s.) buyurdu ki: "Her kazâya muhakkak Müslüman için rızâ lâzımdır, rızâ!.." Küfr ve nifâk (münafıklık, iki yüzlülük) kazâ-yı Hak (Hakk’ın kazası) değil midir? Halbuki, eğer buna râzı olursam şikak (ayuşmazlık, ihtilaf) olur; ve eğer olmazsam o dahi ziyandır (kayıptır, zarardır).  O halde arada çâre ne olur?"

Îzâh (Açıklaması):  Bu iki hadîs hakkında vârid olan (gelen) suâl budur ki: Akâid-i kelâmiyye (kelam ilmindeki akideler, inanç konuları) mûcibince (gereğince) cemî'-i ef'âl-i ibâdiyye (kulların işlediği fiillerin bütün hepsi) Hakk'ın meş'iyyet (dilemesi, iradesi) ve kazâsıdır. Binâenaleyh (nitekim) küfür dahi O'nun kazâsı olur. Halbuki hadîs-i kudsînin (kudsi hadisin) mazmûnuna (manasına) göre, kazâya rızâ vâcibdir (şeriate göre yapılması gereklidir). Hadîs-i nebevîye (hadisi şerifine) göre dahî küfre rızâ küfürdür. Bu iki hal arasında bendenin (kulun) çâresi nedir? Eğer kazâ-yı Hak (Hakk’ın kazası) olan küfür ve nifâka (münafıklığa) râzı olursa, kâfir olur ve eğer râzı olmazsa, vâcibi (şeriate göre yapılması gerekli olanı) terk etmiş olur. Cenâb-ı Mevlâna (r.a.) efendimiz bu suâle (soruya) cevâben buyururlar ki:

Mesnevî:

Tercüme: "O sâile (soru sorana) dedim: "Bu küfür makzîdir (kaza olunan şeydir),  kazâ (kazanın kendi) değildir; bu küfrün âsâr-ı kazâ (kazanın  eserleri), olması  doğrudur."

Şerh: "Küfre rızâ küfürdür" hadîs-i şerîfindeki küfür, ism-i mef'ûl (failin fiili) sîgasıyla (çekimiyle),  makzîdir (kaza olunmuş, hükm olunmuştur) ve âsâr-ı kazâdır (kazanın eserleridir); yoksa ayn-ı kazâ (kazanın kendisi) değildir. Zîrâ (çünkü) "kazâ" başka, "makzî" (kaza olunmuş şey) başkadır. Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a.) bu fassın ibtidâsında (bölümün başında) buyurmuş idi ki: "Kazâ, Allah'ın eşyâda (varlıklarda, ilmi suretler üzerindeki) hükmüdür ve Allah'ın eşyâda (ilmi suretler üzerindeki) hükmü, Allâh'ın eşyâya (ilmi suretlere) ve eşyâda  (ilmi suretlerde) olan ilminin haddi (sınırı) üzerinedir. Ve Allâh'ın eşyâda  ilmi dahi, ma'lûmât (bilgiler) nefislerinde ne hâl (oluş) ûzere sâbit (mevcut) idiyseler, o ma'lûmâtın (bilgilerin) Hakk'a i'tâ ettikleri (verdikleri) şeyin haddi (sınırı) üzerinedir." Ve yine Hz: Şeyh (k.s.) Fütûhât-ı Mekkiyye'lerinde buyururlar ki: "Kazâ, makzînin gayrıdır (kaza olunmuş şeyden başkadır) ve kazâ a'yân-ı sâbitenin (ilmi suretlerin) isti'dâdına racî' (ait, dönük) olan kadere muvâfık, (uygun) îcâd (yaratılma) ve ahkâmdan (hükümlerden) ibârettir. Binâenaleyh (nitekim) kazâ, sıfât-ı fiiliyye-i Hak'tandır (Hakkın sıfatlarının fiil olarak açığa çıkmasındandır) ve ona rızâ farzdır; ve niçin şöyle, böyle kazâ etti diye Hak'tan şikâyet etmek haramdır. Velâkin makzîye (kaza olunmuşa) râzı olmak, mutlakâ farz değildir. Belki küfür ve sâir (diğer) maâsî (günahlar) gibi, âsâr-ı kazânın (kazanın eserleri) kendisinden sudûrundan (çıkışından) dolayı, mükellefin (yükümlünün) râzı olmayıp şikâyet etmesi zarûrî (zorunlu)  ve vâcibdir (gereklidir, lazımdır).  "İmdi mâdemki kazâ, Hakk'ın eşyâda (ilmi suretler üzerindeki) hükmüdür ve Hakk'ın bu hükmü dahî, a'yân-ı sâbitenin (ilmi suretlerin) kendi haklarında, Allah Teâlâ hazretlerinden taleb ettikleri (istedikleri) hükümdür ve mâdemki kazâ-yı İlahi (Hakk’ın kazası) eşyâ (ilmi suretler) üzerine, ancak eşyâ (ilmi suretler) ile hükmeder; bu halde abdin (kulun) kazâ-yı İlahiye (Hakk’ın kazasına) râzı olmaktan başka çaresi kalmaz.

Meselâ, iki kimse bir pâdişâhın huzûruna çıkıp, ondan birisi bir altın, diğeri de bin altın ihsân (bağışlamasını) istese ve pâdişah da onlara i'tâ etse (bağışlasa). Bir altın alan; “pâdişah arkadaşıma bin altın verdiği halde bana bir altın verdi!” diye şikâyet edemez. Çünkü pâdişah onlara istediklerini vermiştir. Buna rızâdan başkâ çâre yoktur. Fakat kendisinin bir altına nâiliyyeti (kavuşması, eline geçirmekliği),  ki makzîdîr (kaza olunandır),  eser-i kazâdır (kazanın eseridir) ;  bundan  râzı olmamak tabîîdir (doğaldır). Belki bundan dolayı bende (köle, kul) kendisini levm (kendisine kızması) ve takbîh etmek (beğenmemesi) îcâb eder (gerekir). Çünkû taleb (istek) kendisindendir.

Mesnevî:

Tercüme: "İmdi, ey efendi! Kazâyı makzîden (kaza olunmuştan) bil, tâ ki işkâlin (müşkülün) derhal ref' olsun (kalksın)!"

Şerh: "Makzî", ism-i mef’ûl sîgasıyla, "mahkûm" ma'nâsınadır. Kazânın makzîden bilinmesi budur ki: Hakk'ın kazâsı ilmine ve ilmi de, a'yânın (hakikatlerin) ma'lûm olan (bilinen) isti'dâdâdına tâbi'dir (bağlıdır). Binâenaleyh (nitekim) a'yân (hakikatler) hakkında sâdır olan (çıkan) hükm-i İlahi, (Hakk’ın hükmü) onların Hak'tan taleb ettikleri (istedikleri) hükümdür. Bu a'yân (hakikatler, ilmi suretler) evvelen (ilk önce) Hak üzerine bu talebleriyle (istekleriyle) hükm ederler; ba'dehû  (daha sonra) Hakk'ın kazâsı ve hükmü onlar üzerine vâki' olur (gerçekleşir). Nitekim, Hz. Şeyh-i Ekber (r.a.) bu Fass-ı Üzeyrî'nin (Üzeyr bölümünün) ibtidâsında: (başında) "Hâkim, kim olursa olsun, hükm ettiği şeyle ve hükm eylediği şeyde mahkûmün-aleyhdir (hakkında hüküm verilendir, mahkumdur) " buyurmuştur. Hâkim, hükm ettiği şeyle mahkûmün-aleyh (mahkum) olunca, onun bu hükmü bi't-tabi' (tabi olarak) mahkûmdan münbais olur (ileri gelir, doğar).  Ve bu sûrette dahî kazâyı makzîden (kaza olunandan) bilmek îcâb eder. Ve bu hakîkat tebeyyün ettiği (belli olduğu, anlaşıldığı) vakit, derhal müşkilât (zorluklar (sıkıntılar) mündefi' (giderilmiş) olup artık "Bu niçin böyle oluyor ve o niçin şöyle oluyor?" diye suâllere (sorulara) hâcet (lüzum) kalmaz ve sâika-i cehl ile (cahilliğin sebep olduğu) teselsül (birbirini takip) edip giden i'tirâzât (itirazlar),  nûr-ı ma'rifet (marifet nuru) karşısında muzmahil (çökmüş, yok olmuş) ve lisân lâl ü ekbem (dilsiz (suskun) kalır.

Mesnevî:

Tercüme: "Kazâ olması cihetinden küfre râzıyım; bu rızâ bizim nizâ'ımız (kavgamız) ve hubsümüz (fenalığımızın) olması cihetinden değildir."

Şerh (açıklama):  Küfürde iki cihet (yön) vardır: Birisi küfrün zâtı (kendisi),  diğeri kazâya taallukudur (ilişkisidir). Küfür, zâtiyyeti ve küfür olması i'tibâriyle (bakımından),  aslâ marzî (beğenilmiş) değildir. Fakat kazâya taalluku (ilişkisi) hasebiyle marzîdir (beğenilmiştir).  Çünkü kazâ-yı İlahi‘de (Hakk’ın kazasında) habâset-i nefsâniyye (nefisten gelen kötülük) ve kabâhat-ı tab'âniyye (tabiattan, huylardan ileri gelen çirkinlik) yoktur. Binâenâleyh (nitekim) sûret-i kazâ hasendir (güzeldir);  fakat, küfür bizim habâset-i nefsâniyyemizden (nefsimizin kötülüklerinden) münbais olduğundan (ileri geldiğinden) makzî (kaza olunan şey) olması i'tibâriyle (bakımından) kabîhdir (çirkindir).  Zîrâ (çünkü) sıfat-ı abddir (kulun sıfatıdır).  Meselâ gâyet mâhir (hünerli) bir ressam, pek çirkin bir şahsın resmini, aslına mutâbık (uygun) bir sûrette (şekilde) tersîm etse, (çizse) bu tasvîre (figüre) ,  san'at i'tibâriyle gâyet güzeldir, denir; fakat sûrete pek çirkin deneceği de şüphesizdir. Binâenaleyh (nitekim) tasvîr (resim) hasen (güzel) ve sûret kabîhdir (çirkindir).  İşte bunun gibi kazâ hasen (güzel) olduğu için marzîdir; (beğenilendir) ve makzî (kaza olunmuş) çirkin olduğu için nâ-marzîdir (beğenilmeyendir).

Mesnevi:

Tercüme: “Küfür, kazâ cihetinden (bakımından) muhakkak küfür değildir. Hakk'a kâfir deme, burada durma!”

 Şerh: Bu beyt-i şerîf bâlâdaki (yukarıdaki) beyt-i şerîfin mısra'-ı evveline (ilk mısrasına) illet (neden, gaye) olarak vâki' olmuştur (gerçekleşmiştir). Ya'nî "Kazâ olması cihetinden (yönünden) küfre râzıyım; çünkü küfür kazâ cihetinden (bakımından) küfür değildir", demek sûretiyle yekdîğerine (biri diğerine) rabt olunur (bağlanır). Küfre, irâde-i İlahiyyeye (Hakk’ın iradesine) nisbetle, (bağlayarak) "küfür" demek câiz (doğru, uygun) değildir. Zîrâ (çünkü) o küfür, ber-muktezâ-yı irâde (irade gereğince) vâki' olmuştur (gerçekleşmiştir).  İrâde dahi ilme ve ilim ise abd-i me'mûrun (vazifelendirilmiş kulun) ayn-ı sâbitesinin (ilmi suretinin) hâline (oluşuna) ve isti'dâdına tâbi'dir (bağlıdır).  Binâenaleyh (nitekim) kazâ-yı küfür (küfrü kaza olarak irade ve takdir etmek), Hakk'a nisbetle (göre) küfür değil, ayn-ı hikmettir. (hikmetin kendisidir) Eğer kazâ-yı küfre (küfre kaza olarak takdir edilmesi bakımından) , küfür dense, Hakk'a kâfir demek lâzım gelir. .............................  Sakın Hakk'a kâfir deme ve bu makâm-ı mühlikte (helak eden, öldürücü makamda) durma ve sâika-i cehil (bilgisizlik sebebi) ile kendini varta-i küfre (küfür çukuruna) ilkâ et­me (bırakma)!

Mesnevî:

Tercüme: "Küfür  cehildir; (bilgisizliktir) ve kazâ-yı küfr, ilimdir. Nihâyet “hılm” ve “hilim” kelimelerinin her ikisi ne vakit bir olur?"

Şerh: Hind şarihlerinden (şerh edenlerden olan) Velî Muhammed Ekber Âbâdî ve Bahru'l Ulûm Abdü'l-Aliyy (kuddise sırruhümâ) "hılm" kelimesinin, kesr-i hı ile, "hışım ve gazab" ma’nâsına olduğunu beyan buyurmuşlardır. (açıklamışlardır) Ve "hilim" kelimesinin ise, kesr-i hâ ile "yavaşlık" ma'nâsına olduğu ma'rûftur (bilinmektedir). "Küfrün cehil (ilimsizlik) ve kazâ-yı küfrün (küfrü kaza olarak irade ve takdir etmek, değerlendirmek) ilim" olmasının sûret (şekil) ve ma'nâ i'tibâriyle (bakımından) "hılm" ve "hilim'' kelimeleri arasındaki sûret (şekil) ve ma'nâya müşâbehetleri (benzerlikleri) hakkında, gerek Ankaravî'de ve gerek Hind şârihlerinin (şerh edenlerin) şerhinde (açıklamalarında) îzâhata (açıklamalara) tesâdüf olunmadı (rastlanmadı). Halbuki Mevlânâ (r.a.) efendimiz, Hazret-i Mesnevî'de:

...............beytinde olduğu gibi, kıyâsât (karşılaştırmalar, örneksemeler) ve teşbîhâtta (benzetmelerde) makıys (kıyaslanabilir) ile makıysün-aleyhin (kendisine kıyas edilenin) ve mûşebbeh (benzetilen) ile müşebbehün-bihin (kendisine benzetilenin) sûreten (şekil olarak) ve ma'nen mutâbakatlarına (uygunluklarına) mürâât buyurmuş olduklarına (saygı gösterdiklerine) nazaran (göre), bu beyt-i şerîfte dahi aynı nükte (ince mana) bulunmak lâzım geleceğinden, bu babda (konuda) hâtır-ı fakîre lâyih olan (fakirin gönlüne  doğan) ma'nânın beyânına (açıklanmasına) cür'et olundu (cesaret edildi); şöyle ki:

"Hılm" ve "hilim" kelimeleri, telaffuzu sem'a (kulağa) bir gelir ise de, ma'nâ i'tibâriyle (bakımından) yekdîğerinin (birbirinin) zıddıdır. Makzî (kaza olunmuş) olan küfür dahî, bir nevi' (çeşit) ilimden mûnbaisdir (ileri gelmiş, doğmuştur) ki, bu ilim, onları küfür ve dalâlete (Hak yolundan ayrılmaya) sevk eder. (sürükler) Zîrâ (çünkü), Hak Teâlâ ibâdını  (kullarını) da'vet için Peygamber irsâl buyurdu (gönderdi).  Fakat münkirîn (inkar edenler) Peygamberin cisimde ve yemek ve içmekte ve uykuda ve nikâhda (evlilikte) kendilerine mümâsil (benzer) olduğunu görüp: .......................................... (Furkân; 25/7) dediler. Ve hamâkatları (ahmaklıkları, beyinsizlikleri) sebebiyle yürüttükleri muhâkeme-i sakîme (yanlış muhakeme) neticesinde, böyle bir kimsenin Peygamber olamayacağına, kendilerinde bir ilm-i gayr-ı nâfi' (faydasız başka bir ilim) peydâ oldu ve onun Hak tarafindan meb'ûs (gönderilmiş) olduğuna kanâat getiremediler (tahmin edemediler) ve hayât-ı dünyeviyyenin zevâhirinden (görünüşünten, dış yüzünden) iktibâs ettikleri (edindikleri) bu ilm-i gayr-ı nâfi' (faydasız ilim) inkârlarına bâdî (sebep) oldu ve ........................................... (Câsiye, 45/24) dediler. Ve Hak Teâlâ onlardaki bu inkârın bir nevi' (çeşit) ilimden münbais (ileri gelmiş) olduğuna Kur'ân-ı Kerîm'de işâret eyledi. Nitekim buyurur: .............................. (Rûm, 30/7) ve ............................ (Necm, 53/29-30). Fakat bu ilim, zâhirde (görünüşte) ilim ise de, hakîkatte cehildir (cahilliktir).  Binâenaleyh (nitekim) bu ilme müstenid olan (dayanan) küfürleri dahi cehildir (bilgisizliktir).  Kazâ-yı küfür (küfrü kaza olarak irade ve takdir etmek (değerlendirmek)  ise, ilm-i mahzdan  (sadece ilimden) ibârettir. Zîrâ (çünkü) bâlâdaki (yukarıdaki) .......................... beytinin şerhinde (açıklamasında) îzâh olunduğu (anlatıldığı) üzere, kaza-yı küfür, abdin (kulun) ayn-ı sâbitesinin (ilmi suretinin) hakîkatinin, (kendisinin) Hakk'a i'tâ ettiği (verdiği) ilim üzerinedir. Bu ilimde aslâ cehil olmak (cahillik) mutasavver değildir (düşünülemez) . Binâenaleyh (nitekim), cenâb-ı Mevlânâ (r.a.): Küfür ki, hakîkatte cehl (ilimden mahrumluk, ilimsizlik) olan bir ilme müsteniddir (dayanır) ve kazâ-yı küfür (küfrü kaza olarak irade ve takdir etmek, değerlendirmek) ki hakîkatte ilm-i mahzdır (sadece ilimdir); bu iki ilim telaffuzda ve sûrette (görünüşte),  "hılm" ve "hilim'' kelimeleri gibi, birbirine müşâbih (benzer) ise de, ma'nâ i'tibâriyle (bakımından) aslâ yekdîğerine (biri diğerine) benzemez. Zîrâ (çünkü) biri cehil (ilimsizlik) ve diğeri ilimdir. Ve "hılm" nasıl nokta-i siyâh (kara nokta) ile mukayyed (kayıtlı) ise, onların ilimleri de öylece nokta-i siyâh-ı cehil (kara nokta olan ilimsizlik) ile mukayyeddir (kayıtlanmıştır) .  Ve "hilim" nasıl ki gayr-ı mukayyed (kayıtlı değil) ise, Hakk'ın ilmi de öylece gayr-ı mukayyeddir (kayıtlı değildir) ve ilm-i mutlaktır (kayıtsız,  gerçek ilimdir) ,  buyururlar.

(Devam edecek)   

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-04.01.2005
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail