KELİME-İ
ÎSEVİYYE'DE MÜNDEMİC HİKMET-İ
NEBEVİYYE" BEYÂNINDANDIR
Ma'lûm olsun ki,
"hikmet-i nebeviyye'nin
(nebeviyye
ile ilgili hikmetin)
Kelime-î
Îseviyye'ye
(İsa
kelimesine)
tahsîsi
(mahsus kılınması, ayrılması)
hakkında şurrâh-ı
kirâm
(soylu, şerefli şerhçiler)
iki vecih
(şekil)
beyan buyururlar
(açıklarlar):
Birincisi:
"Nebî" kelimesinin hemze
(Arapça’da
elif, vav, ye, he harflerinin üzerine konan elif)
ile
olmasıdır. Bu sûrette “Nebî” kelimesi “ihbâr” ma'nâsına olan
...... den müştakk
(türemiş)
olur. Bu Fusûsu'l-Hikem'de beyân olunan
(açıklanan)
hikmetlerin
kâffesi
(hepsi)
her ne kadar “nebe'e”den
müştakk olan
(türeyen)
"nebeviyye" ise de, bunun Kelime-i Îseviyye'ye
(İseviyye kelimesine)
ihtisâsı
(ait
olması, mahsus kılınması),
Îsâ
(a.s.)’ın hâline
(oluşuna)
Nübüvvet-i fitrıyyenin
(fıtratında, yaradılışında olan Nübüvvetin, Peygamberliğin)
gâlib
(üstün)
olması sebebiyledir. Nitekim, Hak Teâlâ
hazretleri Kur'ân-ı Kerîm'de onun Nübüvvet-i fıtriyyesinden
(yaradılışında var olan Nübüvvetinden,
Peygamberliğinden)
ihbârân
(haber vererek)
vâlidesinin
karnında iken ................................ (Meryem, 19/24);
ve beşikte iken ........................ (Meryem; 19/30)
dediğini beyan buyurdu
(bildirdi).
İkincisi: “Nebî” kelimesinin ............... den
müştakk
(türemiş)
olup hemzesiz bulunmasıdır. Ve ........ “rif’at”
ma'nâsına gelir. Şu halde onun hikmeti, “hikmet-i ref’iyye”
(yüceltme, yukarı kaldırma ile ilgili hikmet)
olur. Zîrâ
(çünkü)
onun makâmında rıf'at
(yükseklik)
vardır. Nitekim Hak Teâlâ hazretleri Kur'ân-i
Kerîm'de ..................... (Nisâ; 4/ 158) buyurur. Ve âhir
zamanda
(son
zamanda)
da nüzul ederek
(inerek)
velâyet-i âmmeyi
(umuma mahsus olan velayeti)
hatm eyler
(sona erdirir, mühürler).
Cenâb-ı Şeyh-i
Ekber (r.a.) efendimizin terbiye-kerdesi
(terbiye ettiği)
ve evlâd-ı
ma'nevîsi
(manevi evladı olan)
Sadreddîn Konevî
(k.a.s.) hazretleri Fükûk'unda buyururlar ki:
......................................................................
Ya'nî "Bizim
şeyhimiz (r.a.)’in bu hikmeti “nebve”ye
mukârin
(bitişik, ilintili)
kılmasından
murâdı "ihbâr" ma'nâsına değildir. Zîrâ
(çünkü),
bu kitapta zikrolunan
(anlatılan)
Enbiyâdan
(Nebilerden, Peygamberlerden)
her birisi bunda
müşterektirler. Ve onun murâdı ancak “rif’attir”
(yüksekliktir, yüceliktir).
Hz. Sadreddîn Konevî (k.a.s.) Şeyh-i Ekber (r.a.)
Efendimiz’ den bu hakîkati sem'-i cism
(beden kulağı)
ile işitmiş
olduklarına
şübhe olunmayacağından, onların kelâmı
(sözleri)
sened-i kavîdir
(güvenilir, sağlam seneddir).
Binâenaleyh
(nitekim)
vech-i sânî
(ikinci şekil)
müreccahdır
(tercih edilendir).
Şu
halde evvelkisi "nûn" ile "bâ"ın fethleriyle
(açılımlarıyle)
............ ikincisi "nûn"un fethi ve "bâ"nın
sükûniyle
(hareketsizliğiyle)
..........
telaffuz olunmak lâzım gelir. V'Allâhü a'lem bi-murâdihi.
Şiir:
Birinci ma'nâ:
Rûh,ya mâ'-i Meryem'den veyâ Cibrîn'in nefhınden, tıynden mevcûd
olan beşer sûretinde, Siccîn tesmiye ettiğin tabîattan, zât-ı
muhtahharada mütekevvin oldu.
İkinci ma'nâ:
Rûh, ya mâ'-i Meryem'den veyâ tıynden mevcûd olan beşer
sûretinde zuhûr eden Cibrîn'in nefhınden, Allah Teâlâ'nın Siccîn
tesmiye buyurduğu tabîattan, zât-ı mutahharada mütekevvin oldu
(1).
"Mâ'-i
Meryem"den
(Meryem’in suyundan)
murâd
(anlatılmak istenilen),
hîn-i
inzâllerinde
(boşalma sırasında)
kadınların
ferclerinde
(edep yerinde)
mütehaddis olan
(ortaya çıkan)
su gibi, Cebrâîl
(a.s.)’ın güzel bir delikanlı sûretinde Hz. Meryem'e görünerek,
şekl-i ma'hûd-i cimâ'
(malum olan birleşme şekli)
olmaksızın, ona
nefh etmesiyle,
(üfürmesiyle)
Cenâb-ı
Meryem'de şehvet husûlü
(meydana gelmesi)
üzerine,
ihtilâma
müşâbih
(benzer)
bir hâl
(oluş)
içinde, vâkı' olan
(gerçekleşen)
inzâl
(boşalma)
esnâsında
seyelân eden
(akan)
sudur. "Cibrîn" Cebrâîl (a.s.) ma'nâsına lügattir
(sözdür).
"Tıynden
(çamurdan)
mevcûd olan
beşer
(insan)
sûretin"den murâd, Âdem (s.â.)dir. "Zât-ı
mutahhara"dan murâd, Hz. Meryem'dir. Zîrâ
(çünkü)
Hak Teâlâ hazretleri Kur'ân-ı Kerîm'de
............................. (Tâhrîm, 66/12) kavliyle
(sözleriyle)
onun levsiyyât-ı
nefsâniyyeden
(nefsten
ileri gelen kirliliklerden)
mutahhar
(temiz)
bulunduğuna
şehâdet
(işaret)
buyurdu.
"Tabiat"tan
murâd, Ulûhiyyetin zâhiri
(dış
görünüşü)
olan tabîat-ı külliyye
(tabiatın tamamı, bütünü, hepsi)
olmayıp cihet-i
süfliyyede
(alt
tarafta (maddede)
olan tabîat-i
cüz'iyyedir
(tabiattan bir kısım, parçadır).
"Siccîn"
(cehennem)
............................... (Mutaffıfîn, 83/7) âyet-i
kerîmesi mûcibince
(gereğince)
ehl-i fücûrun
(günahkârların)
mukîm olduğu
(ikamet ettiği, oturduğu)
mahallin
(yerin)
ismidir. Zîrâ
füccâr,
(günahkarlar)
hayvâniyyetten
ibâret olan tabîat-i cüz'iyyenin
(kısım, cüz olan tabiatlarının, nefislerinin)
hükmüne tebean
(uyarak)
amel ederler ki
zâhiri
(dışı),
ezvâk-ı
muhtelife-i nefsâniyye
(nefsin çeşitli zevkleri, hazları)
ve bâtını
(içi)
azâb-ı
gûnâgûndur
(çeşit çeşit azaplardır).
Onun için Hak Teâlâ hazretleri, kendilerini
tabîat-i cüz'iyyenin
(cüz, kısım olan tabiatlarının, nefislerinin)
ahkâmına
(hükümlerine)
teslîm etmiş
olan küffâr
(kâfirler)
hakkında ...................... (Tevbe,
9/49) buyurur ki, "Cehennem el-ân
(hâlâ, şu anda dahi)
küffârı
(kâfirleri)
ihâta etmiştir
(kuşatmış, içine almıştır)
"
demek olur.
Ma'lûm olsun ki:
Ulûhiyyetin zâhiri
(görünen yüzü, dışı)
olan "tabîat-i
külliyye(tabiatın
tamamına, bütününe, hepine)
"ye nazar eden
(bakan)
ve fikirleri bu
tabîatin kavâid
(kaideleri)
ve ahkâm-ı câriyesinde
(geçerli hükümlerinde)
müstağrak
(batmış)
olan hükemâ
(filozoflar),
âlem-i
cismâniyyette
(madde âleminde)
bu kavâid
(kaideler, kurallar)
ve ahkâmın
(hükümlerin)
tehallüfü
(uygunsuzluğu)
mümkin
olmadığını ve kânûn-i tabîat
(tabiat kanunları)
mûcibince
(gereğince)
nesl-i insânın
(insan neslinin)
ancak erkek ile
kadının ictimâından
(kavuşumundan)
teselsül
(devam)
edebileceğini
zannederler. Bu hüküm, onların emr-i hakâyıkta
(hakikatler hususunda)
sırf cehle
(tamamiyle bilgisizliklerine)
müstenid
(dayalı)
olan zann ve
vehimlerinden münbaistir
(doğmaktadır).
Hükemâ-yı fen,
(fen
âlimleri)
ne kadar tedkîkât
(araştırma, inceleme)
ile meşgûl
olurlarsa olsunlar, tabîat-i külliyye dâiresinden çıkamazlar.
Onların keşfiyyâtı
(buluşları),
ancak bu dâireye mahsûrdur
(daire ile sınırlıdır).
Binâenaleyh
(nitekim)
onlar
ulûhiyyetin zâhiriyle
(görünen yüzü ile)
iştigâl
ettikleri cihetle
(meşgul olduklarından dolayı)
kudret-i Hak'tan
(Hakk’ın kudretinden)
bî-haberdirler
(habersizdirler).
İmdi Hak Teâlâ
hazretleri, hükemânın,
(filozofların)
hükm-i
vehmîlerini
(vehimlerinden ileri gelen hükümleri)
istimâ' eden
(dinleyen)
zaîfü'l-akl
(aklı zayıf, kıt)
olanları bu
varta-i vehimden
(vehim çukurundan, tehlikelerinden)
tahlîs
(kurtarmak)
için ma'nâ-yı
insânın
(insanın yapısını oluşturan manaların),
kendi
zâhiri
(dış
yüzü)
olan vücûdunda
(bedeninde)
dilediği vech ile
(şekilde)
tasarruf ettiği
(idare ettiği, kullandığı)
gibi,
Ulûhiyyetin vücûd-i zâhirîsi
(görünen, dış görünüşü)
olan bu âlemde
(evrende)
onun bâtını
(iç yüzü, ruhu),
ma'nâsı
(manaları)
olan Hakk'ın, öylece dilediği vech ile
(şekilde)
tasarrufunu
ızhâr etmek
(açığa çıkarmak)
üzere, cism-i
insânîyi
(insanın bedenini)
kâide-i tabîat
hilâfında
(tabiat kaidelerine zıt)
olarak üç vecih
ile
(şekilde)
halk buyurdu
(yarattı):
1. Anasız
babasız olarak cism-i Âdem'i
(Âdem’in bedenini)
salsâlden
(çamurdan)
yarattı. "Sâd"
ve "lâm" maddesi lisân-ı Arabîde
(Arap dilinde),
kendisinde erbâb-ı fennin
(fenle uğraşanların)
"protoplazma"
(canlı hücrenin vücudunu oluşturan, yarı sıvı,
renksiz, saydam, stoplazma ve çekirdekten oluşan canlı hücre
maddesi)
ya'nî "madde-i ceniyye" (?)
(cenini meydana getiren madde)
ta'bîr ettikleri
(dedikleri)
şey hâsıl olan "tahammür etmiş
(mayalanmış, ekşimiş)
süt" ma’nâsına
geldiğine göre, Darwin meslekince
(sistemine, tuttuğu yola göre)
cism-i Âdem'in
(Âdem’in bedeni)
"protoplazma"dan yaratılmış olması lâzım gelir. Böyle de olsa
cism-i Âdem
(Âdem’in bedeni)
yine anasız ve
babasız yaratılmış olur.
2. Havvâ'nın
cism-i Âdem'den
(Âdem’in bedeninden)
inşiâbı
(çoğalması, bölük bölük olması)
sûretiyle
halkıdır
(yaratılmasıdır).
Darwin meslekini
(tuttuğu yolu (düşüncesini)
ta'kîb edenlerin
bunu da inkâr edememesi lâzım gelir. Çünkü cism-i Havvâ
(Havva’nın bedeni),
kokmuş çamurda tekevvün eden
(oluşan)
"protoplazma"dan mahlûk
(yaratık)
olan cins-i insanın
(insan cinsinin)
nev'-i ünsâsıdır
(dişisidir, dişi türüdür)
.
Ve
nevi' ise, cinsin bir şûbesidir.
3. Îsâ (a.s.)’ı
babasız olarak Hz. Meryem'in vücûdunda halk buyurdu
(yarattı).
Ulûhiyyet,
kendisinin vücûd-i zâhirîsi
(açığa çıkmış, görünen vücudu)
olan tabîat-i
külliyyede
(tabiatın tamamında),
Âdem'i
ve Havvâ'yı zikrolunan
(anlatılan)
hâl-i acîbde
(tuhaf, acaib halde)
halk buyurmak
(yaratmak)
sûretiyle
kudretini ızhâr edince,
(açığa çıkarınca)
o kudret-i
kâmileden
(tam, mükemmel kudretten)
bu tarz hilkatin
(bu şekilde bir yaradılışın)
nefyi
(inkarı)
için hiçbir
sebeb gösterilemez. Bunun teslîm edemeyen
(hakikat olduğunu kabul edemeyen)
ancak vehimdir.
Şu halde hilkat-i insâniyye
(insanın yaradılışı)
bu vücûh-i
selâse
(üç
görüş)
ile berâber dört tarzda
(şekilde)
vâkı' olmuş
(gerçekleşmiş)
olur ki:
Dördüncü vecih
(şekil),
ale'l-âde
(tabii olarak)
nutfe-i pederin
(babanın spermi)
rahm-i mâderde
(ana rahmine)
cereyânı
(geçmesi)
sûretiyle ecsâm-ı
insâniyyenin
(insan vücudunun)
halkıdır
(yaratılmasıdır).
İşte evvelki
hilkatler
(yaradılışlar),
kudretin
istisnâsı
(kural dışı olduğu)
ve bu tarz
(şekilde)
hilkat
(yaratma, yaradılış),
o kudretin kâidesi
(kuralı)
olduğundan, hükemâ
(filozoflar)
ve ukalâ
(akıl sahipleri)
ve sağîr
(küçük)
ve kebîr
(büyük)
bu kâideye
(kurala)
nâzırdırlar
(bakarlar).
Onun için Yahûdîlerin havsala-i akılları
(akıllarının kavrama derecesi),
bir bâkireden pedersiz
(babasız)
olarak veled
(çoçuk)
husûlünü
(meydana gelişini)
almadı. Hz.
Meryem gibi, kavmi arasında salâh-ı hâl
(halinin, durumunun düzgünlüğü)
ile şöhret-yâb
(meşhur)
olan bir afifeye
(namusluya, iffetliye)
zinâ isnâd
ettiler
(yaptı dediler).
İmdi âlemin
(evrenin)
hey'et-i
mecmûası
(bütün toplamının hepsi)
Kur'ân-ı
fiilîdir.
(Kur’an’ın
fiilleridir)
Hâtem-i Enbiyâ
(son
Nebi, Peygamber)
(s.a.v.)
Efendimiz'e münzel
(indirilmiş)
olan Kur'ân-ı kavlî
(Kuran sözleri),
............................
(Bakara, 2/26) âyet-i kerîmesi mûcibince
(gereğince),
nasıl
ki ba'zılarını ıdlâl eder
(delalete düşürür)
ve ba'zılarını
mühtedî kılarsa
(hidayete erdirirse),
âlemde
(dünyada)
zuhûr eden
(açığa çıkan)
efâl-i İlâhiyye
(Hakk’ın fiilleri)
dahî, öylece
ba'zı kimselerin sebeb-i dalâleti
(delalete düşme sebebi)
ve ba'zı
kimselerin de sebeb-i hidâyeti
(hidayete erme sebebi)
olur. İşte ef’âl-i
İlâhiyyeden
(Hakk’ın fiillerinden)
bir fiil olan
Îsâ (s.a.)’ın sûret-i tekevvünü de
(suretinin oluşması da)
efrâd-ı beşer
(insanlar)
üzerinde bu iki
mütekabil
(birbirine karşılıklı, zıt)
te'sîrâtı
(tesirleri)
icrâ eyledi
(yaptı).
(Devam edecek)
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-11.01.2005
http://sufizmveinsan.com
|