149. Bölüm

KELİME-İ ÎSEVİYYE'DE MÜNDEMİC HİKMET-İ NEBEVİYYE" BEYÂNINDANDIR

Ma'lûm olsun ki, "hikmet-i nebeviyye'nin (nebeviyye ile ilgili hikmetin) Kelime-î Îseviyye'ye (İsa kelimesine) tahsîsi (mahsus kılınması, ayrılması) hakkında şurrâh-ı kirâm (soylu, şerefli şerhçiler) iki vecih (şekil) beyan buyururlar (açıklarlar):  Birincisi:  "Nebî" kelimesinin hemze (Arapça’da elif, vav, ye, he harflerinin üzerine konan elif) ile olmasıdır. Bu sûrette “Nebî” kelimesi “ihbâr” ma'nâsına olan ...... den müştakk (türemiş) olur. Bu Fusûsu'l-Hikem'de beyân olunan (açıklanan) hikmetlerin kâffesi (hepsi) her ne kadar “nebe'e”den müştakk olan (türeyen) "nebeviyye" ise de, bunun Kelime-i Îseviyye'ye (İseviyye kelimesine) ihtisâsı (ait olması, mahsus kılınması),  Îsâ (a.s.)’ın hâline (oluşuna) Nübüvvet-i fitrıyyenin (fıtratında, yaradılışında olan Nübüvvetin, Peygamberliğin) gâlib (üstün) olması sebebiyledir. Nitekim, Hak Teâlâ hazretleri Kur'ân-ı Kerîm'de onun Nübüvvet-i fıtriyyesinden (yaradılışında var olan Nübüvvetinden, Peygamberliğinden) ihbârân (haber vererek) vâlidesinin karnında iken ................................ (Meryem, 19/24); ve beşikte iken ........................ (Meryem; 19/30) dediğini beyan buyurdu (bildirdi).

    İkincisi: “Nebî” kelimesinin ............... den müştakk (türemiş) olup hemzesiz bulunmasıdır. Ve ........ “rif’at” ma'nâsına gelir. Şu halde onun hikmeti, “hikmet-i ref’iyye” (yüceltme, yukarı kaldırma ile ilgili hikmet) olur. Zîrâ (çünkü) onun makâmında rıf'at (yükseklik) vardır. Nitekim  Hak Teâlâ hazretleri Kur'ân-i Kerîm'de ..................... (Nisâ; 4/ 158) buyurur. Ve âhir zamanda (son zamanda) da nüzul ederek (inerek) velâyet-i âmmeyi (umuma mahsus olan velayeti) hatm eyler (sona erdirir, mühürler).  

Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a.) efendimizin terbiye-kerdesi (terbiye ettiği) ve evlâd-ı ma'nevîsi (manevi evladı olan) Sadreddîn Konevî (k.a.s.)  hazretleri Fükûk'unda buyururlar ki: ......................................................................

Ya'nî "Bizim şeyhimiz (r.a.)’in bu hikmeti “nebve”ye mukârin (bitişik, ilintili) kılmasından murâdı "ihbâr" ma'nâsına değildir. Zîrâ (çünkü), bu kitapta zikrolunan (anlatılan) Enbiyâdan (Nebilerden, Peygamberlerden) her birisi bunda müşterektirler. Ve onun murâdı ancak “rif’attir” (yüksekliktir, yüceliktir). Hz. Sadreddîn Konevî (k.a.s.) Şeyh-i Ekber (r.a.) Efendimiz’ den bu hakîkati sem'-i cism (beden kulağı) ile işitmiş  olduklarına şübhe olunmayacağından, onların kelâmı (sözleri) sened-i kavîdir (güvenilir, sağlam seneddir).  Binâenaleyh (nitekim) vech-i sânî (ikinci şekil) müreccahdır (tercih edilendir).  Şu halde evvelkisi "nûn" ile "bâ"ın fethleriyle (açılımlarıyle) ............ ikincisi "nûn"un fethi ve "bâ"nın sükûniyle (hareketsizliğiyle) .......... telaffuz olunmak lâzım gelir. V'Allâhü a'lem bi-murâdihi.

Şiir:

Birinci ma'nâ: Rûh,ya mâ'-i Meryem'den veyâ Cibrîn'in nefhınden, tıynden mevcûd olan beşer sûretinde, Siccîn tesmiye ettiğin tabîattan, zât-ı muhtahharada mütekevvin oldu.

İkinci ma'nâ: Rûh, ya mâ'-i Meryem'den veyâ tıynden mevcûd olan beşer sûretinde zuhûr eden Cibrîn'in nefhınden, Allah Teâlâ'nın Siccîn tesmiye buyurduğu tabîattan, zât-ı mutahharada mütekevvin oldu (1).

"Mâ'-i Meryem"den (Meryem’in suyundan) murâd (anlatılmak istenilen),  hîn-i inzâllerinde (boşalma sırasında) kadınların ferclerinde (edep yerinde) mütehaddis olan (ortaya çıkan) su gibi, Cebrâîl (a.s.)’ın güzel bir delikanlı sûretinde Hz. Meryem'e görünerek, şekl-i ma'hûd-i cimâ' (malum olan birleşme şekli) olmaksızın, ona nefh etmesiyle, (üfürmesiyle) Cenâb-ı Meryem'de şehvet husûlü (meydana gelmesi) üzerine, ihtilâma müşâbih (benzer) bir hâl (oluş) içinde, vâkı' olan (gerçekleşen) inzâl (boşalma) esnâsında seyelân eden (akan) sudur. "Cibrîn" Cebrâîl (a.s.) ma'nâsına lügattir (sözdür).

"Tıynden (çamurdan) mevcûd olan beşer (insan) sûretin"den murâd, Âdem (s.â.)dir. "Zât-ı mutahhara"dan murâd, Hz. Meryem'dir. Zîrâ (çünkü) Hak Teâlâ hazretleri Kur'ân-ı Kerîm'de ............................. (Tâhrîm, 66/12) kavliyle (sözleriyle) onun levsiyyât-ı nefsâniyyeden (nefsten ileri gelen kirliliklerden) mutahhar (temiz) bulunduğuna şehâdet (işaret) buyurdu.

"Tabiat"tan murâd, Ulûhiyyetin zâhiri (dış görünüşü) olan tabîat-ı külliyye (tabiatın tamamı, bütünü, hepsi) olmayıp cihet-i süfliyyede (alt tarafta (maddede) olan tabîat-i cüz'iyyedir (tabiattan bir kısım, parçadır).

"Siccîn" (cehennem) ............................... (Mutaffıfîn, 83/7) âyet-i kerîmesi mûcibince (gereğince) ehl-i fücûrun (günahkârların) mukîm olduğu (ikamet ettiği, oturduğu) mahallin (yerin) ismidir. Zîrâ füccâr, (günahkarlar) hayvâniyyetten ibâret olan tabîat-i cüz'iyyenin (kısım, cüz olan tabiatlarının, nefislerinin) hükmüne tebean (uyarak) amel ederler ki zâhiri (dışı),  ezvâk-ı muhtelife-i nefsâniyye (nefsin çeşitli zevkleri, hazları) ve bâtını (içi) azâb-ı gûnâgûndur (çeşit çeşit azaplardır). Onun için Hak Teâlâ hazretleri, kendilerini tabîat-i cüz'iyyenin (cüz, kısım olan tabiatlarının, nefislerinin) ahkâmına (hükümlerine) teslîm etmiş olan küffâr (kâfirler) hakkında ...................... (Tevbe, 9/49) buyurur ki, "Cehennem el-ân (hâlâ, şu anda dahi) küffârı (kâfirleri) ihâta etmiştir (kuşatmış, içine almıştır) " demek olur.

Ma'lûm olsun ki: Ulûhiyyetin zâhiri (görünen yüzü, dışı) olan "tabîat-i külliyye(tabiatın tamamına, bütününe, hepine) "ye nazar eden (bakan) ve fikirleri bu tabîatin kavâid (kaideleri) ve ahkâm-ı câriyesinde (geçerli hükümlerinde) müstağrak (batmış) olan hükemâ (filozoflar),  âlem-i cismâniyyette (madde âleminde) bu kavâid (kaideler, kurallar) ve ahkâmın (hükümlerin) tehallüfü (uygunsuzluğu) mümkin olmadığını ve kânûn-i tabîat (tabiat kanunları) mûcibince (gereğince) nesl-i insânın (insan neslinin) ancak erkek ile kadının ictimâından (kavuşumundan) teselsül (devam) edebileceğini zannederler. Bu hüküm, onların emr-i hakâyıkta (hakikatler hususunda) sırf cehle (tamamiyle bilgisizliklerine) müstenid (dayalı) olan zann ve vehimlerinden münbaistir (doğmaktadır). Hükemâ-yı fen, (fen âlimleri) ne kadar tedkîkât (araştırma, inceleme) ile meşgûl olurlarsa olsunlar, tabîat-i külliyye dâiresinden çıkamazlar. Onların keşfiyyâtı (buluşları), ancak bu dâireye mahsûrdur (daire ile sınırlıdır).  Binâenaleyh (nitekim) onlar ulûhiyyetin zâhiriyle (görünen yüzü ile) iştigâl ettikleri cihetle (meşgul olduklarından dolayı) kudret-i Hak'tan (Hakk’ın kudretinden) bî-haberdirler (habersizdirler).

İmdi Hak Teâlâ hazretleri, hükemânın, (filozofların) hükm-i vehmîlerini (vehimlerinden ileri gelen hükümleri) istimâ' eden (dinleyen) zaîfü'l-akl (aklı zayıf, kıt) olanları bu varta-i vehimden (vehim çukurundan, tehlikelerinden) tahlîs (kurtarmak) için ma'nâ-yı insânın (insanın yapısını oluşturan manaların),  kendi zâhiri (dış yüzü) olan vücûdunda (bedeninde) dilediği vech ile (şekilde) tasarruf ettiği (idare ettiği, kullandığı) gibi, Ulûhiyyetin vücûd-i zâhirîsi (görünen, dış görünüşü) olan bu âlemde (evrende) onun bâtını (iç yüzü, ruhu), ma'nâsı (manaları) olan Hakk'ın, öylece dilediği vech ile (şekilde) tasarrufunu ızhâr etmek (açığa çıkarmak) üzere, cism-i insânîyi (insanın bedenini) kâide-i tabîat hilâfında (tabiat kaidelerine zıt) olarak üç vecih ile (şekilde) halk buyurdu (yarattı):

1. Anasız babasız olarak cism-i Âdem'i (Âdem’in bedenini) salsâlden (çamurdan) yarattı. "Sâd" ve "lâm" maddesi lisân-ı Arabîde (Arap dilinde), kendisinde erbâb-ı fennin (fenle uğraşanların) "protoplazma" (canlı hücrenin vücudunu oluşturan, yarı sıvı, renksiz, saydam, stoplazma ve çekirdekten oluşan canlı hücre maddesi) ya'nî "madde-i ceniyye" (?) (cenini meydana getiren madde) ta'bîr ettikleri (dedikleri) şey hâsıl olan "tahammür etmiş (mayalanmış, ekşimiş) süt" ma’nâsına geldiğine göre, Darwin meslekince (sistemine, tuttuğu yola göre) cism-i Âdem'in (Âdem’in bedeni) "protoplazma"dan  yaratılmış olması lâzım gelir. Böyle de olsa cism-i Âdem (Âdem’in bedeni) yine anasız ve babasız yaratılmış olur.

2. Havvâ'nın cism-i Âdem'den (Âdem’in bedeninden) inşiâbı (çoğalması, bölük bölük olması) sûretiyle halkıdır (yaratılmasıdır). Darwin meslekini (tuttuğu yolu (düşüncesini) ta'kîb edenlerin bunu da inkâr edememesi lâzım gelir. Çünkü cism-i Havvâ (Havva’nın bedeni), kokmuş çamurda tekevvün eden (oluşan) "protoplazma"dan mahlûk (yaratık) olan cins-i insanın (insan cinsinin) nev'-i ünsâsıdır (dişisidir, dişi türüdür) .  Ve nevi' ise, cinsin bir şûbesidir.

3. Îsâ (a.s.)’ı babasız olarak Hz. Meryem'in vücûdunda halk buyurdu (yarattı).  Ulûhiyyet, kendisinin vücûd-i zâhirîsi (açığa çıkmış, görünen vücudu) olan tabîat-i külliyyede (tabiatın tamamında),  Âdem'i ve Havvâ'yı zikrolunan (anlatılan) hâl-i acîbde (tuhaf, acaib halde) halk buyurmak (yaratmak) sûretiyle kudretini ızhâr edince, (açığa çıkarınca) o kudret-i kâmileden (tam, mükemmel kudretten) bu tarz hilkatin (bu şekilde bir yaradılışın) nefyi (inkarı) için hiçbir sebeb gösterilemez. Bunun teslîm edemeyen  (hakikat olduğunu kabul edemeyen) ancak vehimdir. Şu halde hilkat-i insâniyye (insanın yaradılışı) bu vücûh-i selâse (üç görüş) ile berâber dört tarzda (şekilde) vâkı' olmuş (gerçekleşmiş) olur ki:

Dördüncü vecih (şekil), ale'l-âde (tabii olarak) nutfe-i pederin (babanın spermi) rahm-i mâderde (ana rahmine) cereyânı (geçmesi) sûretiyle ecsâm-ı insâniyyenin (insan vücudunun) halkıdır (yaratılmasıdır).

İşte evvelki hilkatler (yaradılışlar),  kudretin istisnâsı (kural dışı olduğu) ve bu tarz (şekilde) hilkat (yaratma, yaradılış), o kudretin kâidesi (kuralı) olduğundan, hükemâ (filozoflar) ve ukalâ (akıl sahipleri) ve sağîr (küçük) ve kebîr (büyük) bu kâideye (kurala) nâzırdırlar (bakarlar). Onun için Yahûdîlerin havsala-i akılları (akıllarının kavrama derecesi), bir bâkireden pedersiz  (babasız) olarak veled (çoçuk) husûlünü (meydana gelişini) almadı. Hz. Meryem gibi, kavmi arasında salâh-ı hâl (halinin, durumunun düzgünlüğü) ile şöhret-yâb (meşhur) olan bir afifeye (namusluya, iffetliye) zinâ isnâd ettiler (yaptı dediler).

İmdi âlemin (evrenin) hey'et-i mecmûası (bütün toplamının hepsi) Kur'ân-ı fiilîdir. (Kur’an’ın fiilleridir) Hâtem-i Enbiyâ (son Nebi, Peygamber) (s.a.v.) Efendimiz'e münzel (indirilmiş) olan Kur'ân-ı kavlî (Kuran sözleri),  ............................ (Baka­ra, 2/26) âyet-i kerîmesi mûcibince (gereğince),  nasıl ki ba'zılarını ıdlâl eder (delalete düşürür) ve ba'zılarını mühtedî kılarsa (hidayete erdirirse), âlemde (dünyada) zuhûr eden (açığa çıkan) efâl-i İlâhiyye (Hakk’ın fiilleri) dahî, öylece ba'zı kimselerin sebeb-i dalâleti (delalete düşme sebebi) ve ba'zı kimselerin de sebeb-i hidâyeti (hidayete erme sebebi) olur. İşte ef’âl-i İlâhiyyeden (Hakk’ın fiillerinden) bir fiil olan Îsâ (s.a.)’ın sûret-i tekevvünü de (suretinin oluşması da) efrâd-ı beşer (insanlar) üzerinde bu iki mütekabil (birbirine karşılıklı, zıt) te'sîrâtı (tesirleri) icrâ eyledi (yaptı).

(Devam edecek)   

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-11.01.2005
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail