150. Bölüm

BU FASS KELİME-İ ÎSEVİYYE'DE MÜNDEMİC HİKMET-İ NEBEVİYYE" BEYÂNINDANDIR

Bu ecilden onda İkâmeti uzadı; ta'yîn ile bin üzerine ziyâde oldu. (2).

Ya'nî cenâb-ı Îsâ'nın terkîb ve sür'at-i inhilâli (çabuk çözülmesini, dağılmasını) iktizâ eden (gerektiren) hükm-i tabîatten (tabiat hükümlerinden) mutahhar (temiz) olarak tekevvünü (meydana gelmesi) eclinden, (sebebinden) rûh-i musavverden (suret verilmiş, şekillendirilmiş ruhtan) ibâret olan cisimde ikameti (bulunması) uzadı. Ve onun o cisimde ikâmeti ta'yîn (oturmasını, bulunmasını belirlemek) ve hisâb (hesap etmek) ile bin seneden ziyâde (fazla) oldu. Zîrâ (çünkü) mîlâd-ı Îsâ (İsa’nın doğumu) ile (S.a.v.) Efendimiz'in dünyâyı teşrifleri (dünyaya gelişlerinin) mâbeyni (arası) (555)* senedir. (Peygamber efendimizin doğum tarihi, umûmiyetle, milâdî 571 veyâ 570 senesinde kabul edilmektedir. Ahmet Avni Bey’in niçin 555 tarihini verdiğini tesbit edemedik “Neşredenler”)

Fusûsu'l Hikem'in târîhi ise (627) inci sene-i hicriyyedir (hicri yılıdır). Gerek bu târîhler ve gerek tevellüd (doğum) ve hicret-i Nebevî (Peygamberimizin Mekke’den Medine’ye göç etmesi) mâbeynindeki (arasındaki) mikdâr-ı sinîn (senelerin miktarı) yekdîğerine (birbirlerine) zamm olunursa (eklenirse),  bin iki yüz küsur sene tutar ki, cenâb-ı Şeyh (r.a.)’in bu beyt-i şerîfi (kıymetli beyti) hîn-i tahrîrlerinde (yazdığı sırada) mîlâd-ı Îsâ'dan (miladi yıldan, İsa’nın doğumundan) binden ziyâde (fazla),  seneler murûr etmiş (geçmiş) olur. Binâenaleyh (nitekim) Îsâ (a.s.)’ın rûh-i musavver (şekillenmiş, suretlenmiş ruh) olan bedeninde, Hz. Şeyh (r.a.) zamânına ve ondan sonra da âhir (gelecek son) zamanda zuhûr edecek (meydana çıkacak) olan Hz. Mehdî'nin asrında (zamanında) nüzûlü (inmesi) vaktine kadar ikâmeti (kalması) temâdî etti (sürdü).Bu temâdî (devam edegelme) bedeni sebebiyledir. Zîrâ (çünkü) onun bedeni, cism-i beşerde (insanın madde bedeninde) temmessül eden (cisimlenen) rûhdan ibârettir. Beşer sûretinde (yaratılmış insan suretinde) zuhûru (açığa çıkması) ve temessülü (cisimlenmesi), ancak sûret-i beşerde (insan suretinde) olan Hz. Meryem'e münâsebet (bağıntılı) ve ittisâli (bitişik olması) ve Hz.    Cibrîl'in (Cebrail a.s.’ın) cenâb-ı Meryem'e beşer (insan) sûretinde zâhir olarak (görünerek) nefh etmesi (üflemesi) sebebiyledir. Hz. Mehdî zamânında nüzûlünden (inmesinden) sonra, ber-mûcib-i hadîs-i şerîf (hadisi şerif gereğince),  yiyip içer ve tezevvüc eder (evlenir).  Ve ba'dehû (daha sonra) vefât edip (S.a.v.)    Efendimiz'in hücre-i mutahharasına (temiz hücresine, odacığına) defnolunur (gömülür).  Şu halde gerek Yahu      dîler tarafından katle tasaddî (öldürmeye teşebbüs) olunduğu vakitte ve gerek semâya (göğe) ref’ edildiği (kaldırıldığı) zamanda ve el-ân (şu anda dahi) hayât-ı nûrâniyye (nuri hayat) ile hayy (hayatta, yaşıyor) olan Îsâ (a.s.) ba'de'n nüzûl, (inişten sonra) sünnet-i seniyye-i Muhammediyye’ye (yüce Peygamberimiz Hz. Muhammed’in sünnetine) tebean (uyarak) hayât-ı tabîiyye (tabii yaşam) dâiresinde yaşayacak ve hayât-ı tabiiyye, (tabii yaşam) mevt-i tabîîyi (tabii ölümü) muktezî bulunduğundan (gerektirdiğinden) ................... (Ankebût, 29/57) hükmü tahtına dâhil olarak  (hükmü altına girerek) vefât eyleyecektir.

Ma'lûm olsun ki, Yahûdîler tarafından Îsâ (a.s.)’a vâkı' olan (gerçekleştirilen) sûikasd (öldürme) hakkında iki rivâyet (söylenti) vardır. Bu babdaki (bölümdeki) tahsîlât, (bilgiler) Hasan Sâhib ismindeki bir fâzıl-ı muhterem tarafından lisân-ı fârisî üzere (Farsça) yazılıp Hindistan'da tab' edilmiş (basılmış) olan et-Te'vîlü'l-muhkem fî müteşâbihi Fusûsi'l-Hikem nâmındaki (ismindeki) Şerh-i Fusûs'ta (Fusus’un şerhinde) beyân olunmuştur (anlatılmıştır). Tafsîlât-ı mezkûre (anlatılan açıklamalar) ondan bi'l-iktibâs (alınarak) icmâlen (özet olarak) beyân olunur (açıklanır). Şöyle ki:

Birinci rivâyete (söylentiye) göre Îsâ (a.s.), maslûben (çarmıha gerilmiş olarak) şehîd edilmedi, belki ref’ olundu. (yukarı kaldırıldı) Ve ona kasd eden (öldürmeye teşebbüs eden) Yahûdîlerden birisi min-tarafıllah (Allah tarafından) sûret-i Îsâ'ya (isa’ın suretine) temsîl olunup (benzetilip) Yahûdîler Hz. Îsâ zanniyle onu salb ettiler (astılar, çarmıha gerdiler). Ve bu' rivâyetin râvîleri (söylentileri anlatanlar), sûre-i Nisâ'dan vâk'i (Nisa suresinde olan).......................... (Nisâ, 4/I57-158) âyet-i kerîmesiyle ihticâc ederler (delil gösterirler).

İkinci rivâyetin râvîleri (söylentileri anlatanlar) derler ki: Îsâ (a.s.), vaktâki (ne vakit ki) Yahûdîler tarafından ahz olundu, (tutuklandı), o hazret ile berâber iki sârık (hırsız) dahî derdest edilmiş (ele geçirilmiş) idi. Her üçünü de çarmıha gerdiler. Ba'dehû (daha donra) oradan indirip o zamanda cârî (geçerli) olan âdet-i i'dâm (idam etme usulü) üzere, kemiklerini kırıp ihrâc etmek (çıkarmak) sûretiyle (yoluyla) katle (öldürmeye) mütesaddî oldular (kalkıştılar, teşebbüs ettiler)  ve sârıklar (hırsızlar) hakkında öyle yaptılar. Nöbet (sıra) Îsâ (a.s.)’a geldikde, o hazreti vefât etmiş buldular. Velâkin yan tarafına bir mızrak sapladılar; ve o mahalden (yerden) kan aktı. Binâenaleyh (nitekim) bu fıilin fâilleri (fiili işleyenler) "Biz onu maslûb kıldık" (asarak öldürdük) dediler. Zîrâ (çünkü) "salb" (asarak, çarmığa gererek öldürme) burada, feth-i "sâd" (“sad” ın açılımı) ile "ihrâc-ı üstühân" (kemik ihrac eden, kemik çıkaran kimseler) ma'nâsınadır. Zamm-ı "sâd" (“sad”ın eklenmesi) ile olunca "darağacı" ma'nâsına gelir. Feth-ı "sâd" ile, "ashâb-ı salb" "kemik ihrâc eden kimseler" ma'nâsınadır. Şu halde o hazreti (zatı),  Yahûdîler ................. (Nisâ, 4/157) buyurulduğu üzere, "Katletmediler"; (öldürmediler) belki o hazret (zat) kendi ken­dine teslîm-i rûh eyledi (ruhunu teslim etti).  ....................... (Nisâ, 4/157) buyurulduğu üzere dahi, feth-i "sâd" ile "salb etmediler, ya'nî kemiğini çıkarmadılar".

     .................. (Nisâ, 4/157) buyrulduğu üzere, “Velâkin maslûbâna (asılarak idam edilmiş), ya'nî kemiği ihrâc edilmiş (çıkarılmış) olanlara müşâbih (benzer) oldu”. Bu sebeble beye'n-Nasârâ (Hıristiyanlar arasında) Hz. Mesîh (İsa)  (a.s.) hakkında ihtilâf (ayrılık, anlaşmazlık) husûle geldi (oluştu) ki, bunlardan bir tâife (grup), Mesîh (İsa) (a.s.)’ın yerine, ona temsîl olunan (benzetilen) Yahuda'yı katl (öldürdüler) ve salb ettiler (çarmıha gerdiler) derler. Halbuki Kur'ân-ı Kerîm'in müfessirleri (tefsir edenleri) bu tafsîle (açıklamalara) pek az muttali' olmakla (bilmekle), Îsâ (a.s.) hakkında Nasârâ'dan (Hıristiyanlardan) bu kavl (sözler) ile kâil olan (konuşan) tâifenin (kimselerin) sözlerini ihtiyâr ettiler (seçtiler) ki, bu kavl, (sözler) Kur'ân-ı Kerîm'de merdûddur (reddedilmektedir).  Zîrâ (çünkü), Hak Teâlâ: ..................... (Enbiyâ, 21/34) Ya'nî "Yâ Habîbim, senden evvel gelen ricalden bir racül için huld ve bakâ kılmadık" buyurur. Bu âyet-i kerîmeye nazaran (göre) (s.a.v.) Efendimiz'den evvel gelen bilcümle (bütün) enbiyâ (aleyhimü's-selâm)’ın  (Nebilerin, Peygamberlerin) vefât etmiş olmaları lâzım gelir. Talha ibn Alî hazretleri cenâb-ı İbn Abbas'tan bu vechi (şekli) rivâyet eylediği (anlattığı) gibi, rivâyet-i Vehb (anlatılanlar) dahi bu merkezdedir. Sûre-i Nisâ'nın (nisa suresi’nin) nüzûlünden (inmesinden) sonra Hâtıb ibn Belte'a (r.a.) melik-i Mısır (Mısır hükümdarlarından) olan Mukavkıs'a mürsel (gönderilmiş), nâme-i risâlet-penâhîyi (Hz. Muhammed a.s. mektubunu) hâmilen gittiği (götürdüğü) vakit, Mukavkıs cenâb-ı Hâtıb'a hitâben (konuşarak): “Eğer sizin sâhibiniz Nebi (Peygamber) ise; Mekke'den Medîne'ye hicret etmemesini niçin Cenâb-ı Hak'tan niyâz etmedi (dilemedi)?” diye i'tirâz etmesi üzerine, Hz. Hâtıb dahî: "Îsâ (a.s.) Nebi (Peygamber) idi; niçin çarmıha gerilmemesini Hak'tan niyâz etmedi?" (dilemedi) buyurduğu meşhûrdur. O hazretin (zatın) bu kavli (sözleri) dahi rivâyet-i mezkûreyi (adı geçen rivayeti, söylentileri) te'yîd eder (destekler, doğrular).  İşte ikinci rivâyet (söylenen) de budur.

Evliyâ-i kirâmdan (büyük velilerden) Bedreddîn-i Simâvî (k.a.s.) Vâridât nâmındaki (isimli) risâle-i şerîfelerinde bu rivâyete, (söylenene) muvâfık (uygun) olarak buyururlar ki:

Ya'nî "Îsâ (a.s.) rûhiyle diri, cesed-i unsurîsiyle (madde bedeniyle) meyyittir (ölüdür). Velâkin rûhullah (Allah’ın ruhu) olup rûhâniyyet üzerine (ruh olarak) gâlib (üstün, güçlü) olduğu için, hükmen-li'l-gâlib, (üstün olana göre hükmederek (ruhu) ölmedi, dediler. Yoksa cesed-i unsurîsi (madde bedeninin) ölmemek muhâldir (ölmemesi düşünülemez, imkânsızdır). Cidden iyi anla! Sekiz yüz sekiz senesine müsâdif (rastlayan) bir cuma gününde iki adam hâzır oldular. Birisinin elinde Îsâ (a.s.)’ın cesedi var idi. Halbuki o meyyit (ölmüş) idi. Gûyâ Îsâ (a.s.)’ın bedeni vefât eylediğini bize tenbîh eylediler (uyardılar, hatırlattılar). Vallâhu a'lem (Allah daha iyi bilir)."

Her iki rivâyetin (söylenenlerin) tevfikı (uygunlaştırılması, uydurulması) ve âyet-i kerîmenin tefsîri (açıklaması):

Cenâb-ı Şeyh (r.a.)’in "Rûhullah (Allah’ın ruhu),  Siccîn (cehennem) tesmiye ettiğin (dediğin) tabîattan mutahhar (tathir edilmiş, temizlenmiş) olan zâtta tekevvün ettiği (oluştuğu) için, onda ikâmeti (kalma suresi) uzadı" kavli (sözleri)  her  iki rivâyeti (söylenileni) tevfîk (doğruluğu) ve âyet-i kerîmenin ma'nâ-yı münîfıni (yüce manasını) tavzîh eder (açıklar, aydınlatır). Şöyleki: Îsâ (a.s.)’ın bedeni hükm-i tabîattan (tabiat hükümlerinden) mutahhar (temiz) olarak tekevvün etti (oluştu).  Bu gibi ebdân (bedenler, vücutlar) rûh-i musavver (cisimlenmiş ruh) olmakla âlem-i histe, (dünyada) çeşm-i his (göz) ile müşâhede olunur (görülür) ve el ile tutulabilir Bunun misâli âlem-i rü'yâdır. (rüyalardır) Zîrâ (çünkü), râî  (rüyayı gören) rü’yâsında gördüğü bir sûreti hissen müşâhede eder (görür) ve eliyle tutar ve tekellüm eder (konuşur).  Şu kadar var ki, kendi vücûdu dahi, bu mevtın-i hayâle (hayalin bulunduğu yere mertebeye) göre tekevvün etmiş (oluşmuş) olan bir vücûddan ibârettir. Ve rü'yâdaki bu vücûduna bir bıçak saplansa, nev'an-mâ (bir bakıma) bir havf (korku) ve elem (acı) mahsüs olmakla (hissedilmekle) berâber, bu vücûd ondan müteessir olmaz. (etkilenmez) Ve gördüğü ve tuttuğu vücûd dahi kendi vücûdu gibidir.

(Devam edecek)   

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-25.01.2005
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail