151. Bölüm

BU FASS KELİME-İ ÎSEVİYYE'DE MÜNDEMİC    HİKMET-İ NEBEVİYYE" BEYÂNINDANDIR

Fass-ı Yûsufi'de (Yusuf bölümünde) görüldüğü üzere, bu âlem-i his  ve şehâdet (hissedilen ve görülen âlem, dünya) dahî hayalden başka bir şey değildir. Ancak hayâl-i rü'yâ (rüyadaki hayal) ile hayâl-i şehâdet (dünyadaki hayal) arasında letâfet (incelik, şeffaflık) ve kesâfetten (koyuluktan) başka bir fark yoktur. Ba'zan birisi kesîf (koyu) diğeri latîf (ince, şeffaf) olarak iki hayâl tekâbül eder (karşılıklı olur).  Bu tekâbül (karşılıklık) hazret-i şehâdete (içinde bulunduğumuz mertebeye (dünyaya) mahsûstur (özeldir). Hayâl-i kesîf (koyu hayal, madde görünümü) bu âlemin îcâbı (gereği) olan hükm-i tabîatın (tabiat hükümlerinin) te'sîri tahtında (etkisi altında) olduğundan, o bu âlemin (dünyanın) ahkâmına (hükümlerine) tâbi' olur (uyar). Fakat hayâl-i latîf (ince, şeffaf hayal), hükm-i tabîatın (tabiat hükümlerinin) te'sîri altında olmadığından, ondan bu âlemin (dünyanın) hükmüne muhâlif (zıt) harekât zuhûr eder (açığa çıkar).  Bu gibi tekâbülün (karşıt olmanın) menâkıb-ı evliyâda  (velilerin övülen vasıflarını anlatan hikâyelerde) emsile-i kesîresi (birçok örnekleriyle) zikrolunmuştur (anlatılmıştır). Burada îzâh (anlatmak) ve beyânı mûcib-i tavîl (gerekli açıklamaları yapmak uzun) olur.

İşte Îsâ (a.s.) ile Yahûdîlerin ebdânı (bedeni) arasındaki münâsebet (ilişki, bağıntı) de böyle idi. Ya'nî Îsâ (a.s.) bu âlemde (dünyada) hayât-ı nûrâniyye (nurani hayat) ile; ve Yahûdîler ise hayât-ı tabîiyye (tabii hayatı) ile yaşarlar idi. Binâenaleyh (nitekim) Yahûdîler, beden-i İsevîyi (İsa a.s.’ın bedenini)  kendi bedenlerine kıyâs ettiler (karşılaştırdılar). Ve onu katl (öldürdüklerini) ve salb ettiklerini (çarmıha gerdiklerini) zannettiler. İmdi bu hakîkate nazar (dikkât) etmediklerinden, birinci rivâyetin  râvîleri  (sözleri söylemiş kişiler) Îsâ (a. s.)’ın yerine Yahûdîlerden birisinin ona teşbîh olunarak (benzetilerek),  salb ve katledilip (çarmıha gerilerek öldürülüp) Îsâ (a.s.)’ın cismiyle (bedeniyle) berâber merfû' (yükseltilmiş) olduğunu ve ikinci rivâyetin Râvîleri (sözleri söylemiş kişiler) ise, ......................... (Enbiyâ, 21/34) âyet-i kerîmesinden istidlâlen (delil ile) Îsâ (a.s.)’ın sûretâ (görünüşte) çarmıha gerilmekle berâber, bu fiilin te'sîri (etkisi) olmaksızın kendi kendine teslîm-i rûh eylediğini (ruhunu teslim ettiğini) beyân ederler (bildirirler). Halbuki bu âyet-i kerîme ancak hayât-ı tabîiyye (tabii yaşam) ile yaşayan ricâl (kimseler) hakkındadır. Eğer hayât-ı nûraniyye ve rûhâniyye (nurani ve ruhani yaşam) ile yaşayan zevâta şâmil olsa (zatları kaplasa, içine alsa) idi, Kur'ân-ı Kerîm'de Mûsâ (a.s.) ile olan kıssası (hikâyeyi) beyân buyrulan (anlatılan) ve hâtem-i enbiyâ (son nebi, peygamber) zamânında ve ondan sonra da el-ân (şimdi, hâlâ, şu anda) berhayat (sağ, diri) bulunan, cenâb-ı Ebu'l-Abbâs Hızır'ın dahî Sallallâhü aleyhi ve sellemden (peygamberimizden) evvel vefât etmesi lâzım gelir idi. Binâenaleyh (nitekim) hükm-i tabîattan (tabiat hükümlerinden) mutahhar (temiz, temizlenmiş) olarak tekevvün eden (oluşan) cism-i Îsâ (a.s.)’ın (İsa a.s’ın bedeni) vefât ettiğine (öldüğüne) bu âyet-i kerîme delîl olamaz. Ancak ikinci rivâyete (anlatılmışa) göre Yahûdîlerin elleriyle tutabildikleri Rûhullâh'a, (Allah’ın ruhuna (Hz.İsa’ya) onların iki sârık (hırsız) hakkında tatbîk ettikleri işkence ve katl âlâtının (öldürme aletinin) te'sîri olmadı; ve beden-i latîf-i İsevî (latif, şeffaf olan İsa a.s. bedeni) ref’ olundu (yukarı kaldırıldı, yüceltildi) cism-i rûhânîsini (ruhunun cismini, (bedenini) bulamadılar. Kavânîn-i tabîiyye (tabiat kanunları) içinde müstağrak (batmış) olan  ukûl-i Yehûd (Yahudilerin aklı) bu işin hakîkatine vâkıf olamadı (hakikâtini bilemedi).  Velâkin zâhirde (görünüşte), herkese karşı ale'l-usûl (yol yordam gereğince) katl (öldürdük) ve salb ettik (çarmıha gerdik) dediler. Maahâzâ (bununla beraber) kendi bâtınlarında (içlerinde) ve fıkirlerinde (düşüncelerinde) şekk (şüphe) ve tereddüd içinde kaldılar.

Bu îzâhâttan (açıklamalardan) sonra, sûre-i Nisâ'da (Nisâ suresinde) vâkı' (geçen) âyet-i kerîmenin tefsîrine (açıklamasına) şurû' olunur (başlanır) ................................ (Nisâ, 4/157). "Biz Resûlullah (Allah Resul’u) olan Mesîh Îsâ İbn Meryem'in (Meryem’in oğlu İsa a.s.’ı) katl ettik (öldürdük) demeleri" sebebiyle, Allah Teâlâ onların kalblerini ilm-i hakîkatten (hakiât ilminden) mahcûb kıldı (perdeledi). Zîrâ (çünkü) Îsâ (a.s.) rûh-ı musavver (cisimlenmiş, suretlenmiş ruh) idi. Rûh-ı musavver (suretlenmiş ruh) ise, kemâl-i letâfetinden (letafetinin tamlığından) ecsâd-ı kesîfe (madde bedenler) gibi âlât-ı katl (öldürücü aletler) ile müteessir olmaz (etkilenmez). Nitekim kesâfet-i eşbâhı (yoğunlaşmış, maddeleşmiş vücudu) ervâha (ruhlara) mübeddel (dönüşmüş) olan Bâyezîd Bistâmî ve sâire (diğerleri) gibi ekâbir-i evliyâullah (büyük veliler) (kaddesallâhu esrârahum) hazarâtında (hazretlerinde) bu hal (durum, oluş) vâkı' oldu (gerçekleşti).  ................ (Nisâ, 4/157) "Yahûdîler bu ilimden mahcûb (perdeli) oldukları için o hazreti çarmıha gerip mızrak saplamakla katl (öldürdüklerini) ve salb ettiklerini (çarmıha gerdiklerini) zannettiler. Halbuki o, rûh-ı musavver (şekillenmiş, cisimlenmiş ruh),  onların fiiliyle maktûl (ölmüş) ve maslûb (asılmış) olmadı." ...................... (Nisâ, 4/157) "Belki bu fiile (işe) mücâseret edenler (cesaret etmiş olanlar) için, o hazretin (zatın) hâli, kesâfet-i vücûdiyye (madde beden) sâhibi olanların hâline teşbîh olundu (benzetildi)." ............................................. (Nisâ, 4/157) / "Bu teşbîh (benzetiş) sebebiyle onun hakkında ihtilâfa (çelişkiye) düşenler, katl (ölmüş olmasından) ve salbinden (asılmış olmasından) şekk (şüphe) içindedirler. Rûh-i musavver (şekillenmiş, suretlenmiş ruh) olan cenâb-ı Îsâ'nın hâli, ecsâm-ı kesîfe ashâbının (madde beden sahibi kişilerin) hâline kıyâs olunamayacağından (haliyle karşılaştırılamayacağından) o kavlin kâilleri (sözleri söyleyenler) için ilm-i hakîkî (gerçek, hakiki ilim) yoktur. Bu husûsta bildikleri şey, zâhir-i hâle (dış görünüşe) nazaran (bakarak) ancak zanna ittibâ' iledir (öyle sanmalarıdır)."................. (Nisâ, 4/157) "Halbuki onu yakînen (kat’î kesin olarak), yâ'nî kendi fiilleriyle katl etmediler (öldürmediler)." Zîrâ (çünkü) rûh-ı musavvere (şekillenmiş, suretlenmiş ruha) onların fiillerinin te'sîri (etkisi) olamaz. ....................... (Nisâ, 4/158) "Belki Allâhü Zü'l-Celâl hazretleri o rûh-ı musavveri (surete girmiş, şekillenmiş ruhu),  onların mütecâsir oldukları (küstahça cüret ettikleri) fiil-i katlin (öldürme işinin) te'sîri (etkisi) olmaksızın, kendi mertebe-i şehâdetinden (dünyasından) mertebe-i gaybına (ahiretine) ref’ etmek (yüceltmek) sûretiyle müteveffâ (ölü) kıldı. " Bu ref' (yukarı kaldırılma, yüceltilme) sebebiyle cismini (bedenini) bulamadılar.

Allah'dan rûhtur, onun gayrinden değil. İşte bunun için emvâtı ihyâ etti ve çamurdan kuş inşâ eyledi (3).

Ya'nî Îsâ (a.s.) rûh-ı musavverdir (cisimlenmiş ruhtur).  Öyle bir rûh-ı musavverdir (cisimlenmiş ruhtur) ki, vücûd-i mutlakın (sınırsız, kayıtsız, mutlak vücudun) "Allah" tesmiye olunan (denilen) mertebesinin bâtınından (ruhundan) münbaisdir (doğmuştur).  Ve bu mertebe-i Ulûhiyyet (Uluhiyet mertebesi) kâffe-i esmâ-i İlâhiyyeyi (bütün İlahi isimleri) câmi'dir (kendinde toplamıştır). Binâenaleyh (nitekim), Îsâ (a.s.) esmâ-i tâliyeden (ikinci derecede esmadan) olan başka isimlerin bâtınından (ruhundan) değil, ancak "Allah" isminin bâtınından (ruhundan) müteayyin olan (meydana çıkan) rûh-i ilâhîdir (ilahi ruhtur).  Bu sebeble mertebe-i Ulûhiyyetin (Uluhiyet mertebesinin) bilcümle (bütün) esmâsının ahkâm (hükümleri) ve evsâfiyla (vasıflarıyla) zâhirdir (açığa çıkmıştır, görünmüştür).  İşte bunun için ....................................... (Âl-i İmrân, 3/49) âyet-i kerîmesinde ihbâr buyrulan (bildirilen) kavl ile (sözleri) kâil oldu (söyledi). Ya'nî ölüyü diriltti ve çamurdan kuş inşâ edip (yapıp) ona nefh (üfürmek) ile hayât-bahş oldu (canlandı). Ve o hazretin halk ettiği (yarattığı) kuşun yarasa kuşu olduğu rivâyet olunur (söylenir).

Suâl: Bilcümle enbiyâ (bütün nebiler (peygamberler) ve kümmel-i evliyâ (kâmil veliler), insân-ı kâmil olmak i'tibâriyle (yönüyle) "Allah" isminin mazharı (göründüğü mahal, birim) olduklarından  onlar dahî mertebe-i Ulûhiyyetin (Uluhiyet mertebesinin) cemî'-i esmâsının (bütün esmasının) ahkâm (hükümleri) ve evsâfiyla (vasıflarıyla) zâhirdirler (açığa çıkmışlardır). Şu halde, bunlar ile Îsâ (a.s.) arasındaki fark nedir?

Cevap: Enbiyâ (nebiler, peygamberler) ve kümmel-i evliyânın (kâmil velilerin) vücûdât-ı zâhiriyyeleri (bedenleri) tabîatta mütekevvin (mevcut)  oldu. Ve tabîat ise Ulûhiyyetin zâhiriyyetidir (açığa çıkmış, dış yönüdür). Binâenaleyh (nitekim) bu zevât-ı kirâm (ulu zatlar) ulûhiyyetin zâhirinden (dış yönünden (tabiattan) münbais oldular. (meydana geldiler, doğdular) Îsâ (a.s.) ise, bâlâdaki (yukarıdaki) ebyât-ı şerîfenin (beytin, manzum sözlerin) şerhinde (açıklamasında) îzâh olunduğu (anlatıldığı) üzere, “Siccîn" (cehennem) tesmiye olunan (denilen) "tabîat"tan mutahhar (temizlenmiş) olarak tekevvün etti (meydana geldi).  Ya'nî ism-i Bâtın'ın (batın isminin) taht-ı hîtasında (hükmü altında, vasıflarıyle) zâhir oldu (açığa çıktı, göründü).  Bu sebeble o zevât-ı kiram (ulu zatlar) gibi hayât-ı tabîiyye (tabii yaşam) ile yaşamadı ve mevt-i tabîî (tabii ölüm) ile de vefât etmedi. Zîrâ (çünkü) Ulûhiyyetin bâtınından (ruhundan) münbais oldu. (meydana geldi, doğdu) îsâ (a.s.) mertebe-i Ulûhiyyetin (Uluhiyyet mertebesinin) cemî'-i esmâsının (bütün esmasının) ahkâm (hükümleri) ve evsâfiyla (vasıflarıyla) zuhûrda (açığa çıkmada) bilcümle enbiyâ (bütün nebiler, peygamberler) ve evliyâ (veliler) ile müşterek (ortak) olmakla berâber, emr-i zuhûru (açığa çıkma, meydana gelme hususu) onlara muhâliftir (zıttır). Onun vücûd-i zâhrîsi (görünen vücudu),  hakîkat-i Muhammediyye’den (Muhammed’in hakikâtinden, ruhundan) ibâret olan mertebe-i vâhidiyyetin, (vahidiyyet mertebesinin) yanî bilcümle (bütün) esmâyı câmi' olan (toplayan) merteb-i Ulûhiyyetin (Uluhiyet mertebesinin) bâtınından (ruhundan) inbiâs eyledi (doğdu).  Ve nefes-i rahmânîden (rahmanın nefesinden) ibâret olan cenâb-ı Îsâ'nın rûhâniyyeti (İsa a.s.’ın ruhu) ve hakîkati (zatı),  o mertebenin rûhiyyeti (ruhu) gibidir. Nitekim Âdem (İnsan), o mertebenin cismiyyeti (vücudu, bedeni) gibidir. İşte cenâb-ı Îsâ, hakîkat-i Muhammediyye’nin (Muhammed’in hakikatinin) rûhiyyeti (ruhu) mesâbesinde (derecesinde) olduğu için, onun ahdi (sözü, yemini) (S.a.v.) Efendimiz'in ahd-i âlîlerine (yüce sözlerine) muttasıl (bitişik) oldu.

Tâ ki onun için Rabb'inden niseb sahîh ola; onunla âlîde ve dûnda te'sîr eyleye (4).

Bu beyt-i şerîf (manzum söz) bâlâdaki (yukarıdaki) beyt-i şerîfe (manzuma) merbûttur (bağlıdır, bitişiktir). Ya'nî, "Vücûd-i mutlakın (sınırsız, kayıtsız vücudun) "Allah" tesmiye olunan (denilen) mertebesinin bâtınından (ruhundan) münbais olduğu (doğduğu) cihetle, Rûhullâh'ın (Allah ruhu olan Hz. İsa a.s.’ın) Rabb-i hâssı (öz Rabbi) olan "Allah" ismine nisbetleri (ilişkileri, bağıntıları) sahîh (gerçek, kusursuz) olmak ve âlîde (yüksekte) ve dûnda (aşağıda) te'sîr (etki) etmek için emvâtı (ölüleri) îhyâ (diriltti) ve çamurdan kuş inşâ eyledi" (yaptı) demek olur.!

Ma'lûm olsun ki Fass-ı Hûdî'de (Hudi bahsinde) beyân (anlatıldığı) ve sırası geldikçe diğer fasslarda (bölümlerde) dahi îzâh olunduğu (açıklandığı) üzere, âlemde (dünyada) zâhir olan (açığa çıkan, görünen) her bir sûret bir ism-i ilâhînin (İlahi ismin, Uluhiyet mertebesindeki bir ismin) o sûretle taayyûnünden (şekillenmesinden, meydana çıkmasından) ibârettir. Esmâ-i İlâhiyye (Uluhiyet mertebesinde bulunan esma) ise küllî (bütün, tam) ve cüz'î (kısım, parçaçık) olmak üzere iki kısımdır. Esmâ küllî (bütün) olsun, cüz'î (kısım) olsun vüs'at (genişlik) ve ihâta (kavrama, kuşatma) hasebiyle yekdîğerinden (biri diğerinden) mütefâzıldır (üstünlükleri vardır, (bilgi ve fazilet bakımından). Meselâ esmâ-i külliyyeden (küll olan esmadan) "Hayy" ismi Alîm, Semî', Basîr, Mürîd, Kadîr, Mütekellim, Mükevvin isimlerine nisbeten (göre) daha vâsi'dir (geniştir). Zîrâ (çünkü) sıfat-ı hayât, (hayat sıfatı) ilim, sem', basar ihl... sıfatlarını muhîttir (ihata eder, kuşatır). Zâtta sıfat-ı hayât (hayat sıfatı) olmadıkça bu sıfatların hiçbirisiyle mevsûf (vasıflanmış) olamaz. Sâirleri (diğerleri) de buna makıystir (benzetilebilir).  Ve kezâ (böylece) "Musavvir" ism-i küllîsinin (bütünlük, tamlık isminin) tahtında (altında) lâ-yuad (sayısız) ve lâ-yuhsâ (hesapsız) esmâ-i cüz'iyye (kısım, parça durumunda olan esma) mündemicdir (bulunur, yerleşmiştir).  Meselâ murabbi' (dörtleyen, dörtgen yapan), müsellis (üçleyen, üçgen yapan) ilh... gibi ne kadar eşkâl-i hendesiyye (geometrik şekiller) ve muhaddib (dışbükey yapan) ve muka"ır (içbükey yapan) ve müka"ib (küp yapan) gibi ne kadar suver-i muhtelife-i mücesseme (çeşitli suretlerde üç boyutlu cisim) var ise, onlar "Musavvir" isminin taht-ı hîtasındandır (hükmü altındadır).  İmdi “müka’ib” bir ism-i cüz'îdir (isimden bir kısımdır); "murabbi"' dahi bir ism-i cüz'îdir (isimden bir kısımdır). Bir kimse müka’ib (küp) ismiyle müsemmâ olabilmek (isimlenebilmek) için, evvelen murabbi (dörtgen, kare) olması lâzım gelir: Zîrâ (çünkü) şekl-i mik’abın (küpün) altı sathından (yüzeyinden) her birisi murabba’dır (dört köşedir, karedir).  Binâenaleyh (nitekim) "murabbi"' (kare) ismi "müka"ib" (küp) isminin taht-ı hîtasındadır. Ve bu iki ism-i cüz'î (kısım, bölüm olan isimler) arasından tefâzul (fark, fazlalık) sâbittir (mevcuttur).  Ve "Allah" ismi, küllî (tamı) ve cüz'î (kısmı) bütün esmâ-i İlâhiyye’yi (İlahi isimleri) muhît (kuşatan, ihata eden) bir ism-i câmi'dir (isimleri toplamış, cem etmiştir) ki, bu ism-i şerîf enbiyâ (nebiler, peygamberler) ve evliyâ-i kümmelin (kamil velilerin) Rabb-i hâssıdır (has Rabbidir).  Bu ismin iktizâât-ı (gerektirdikleri) bu zevât-ı kirâmdan (büyük zatlardan) fıilen zâhir olur (açığa çıkar görünür). Bunların gayri  (başka) olan efrâd-ı insâniyye (kişiler) dahi, bu isme mazhariyyet isdidâdıyla (ismin göründüğü mahal (birim)  olma istidadı ile) halk olunmuş (yaratılmış) ise de, levsiyyât-ı tabîiyyeye (tabiatın kirliliğine) dalıp sıfât-ı nefsâniyelerini (nefsi sıfatlarını) izâlede (gidermede, yok etmede) tekâsüllerinden (tembel davranmaları, ilgisiz olmalarından) dolayı, onların bu isti'dâdları kuvvede (batınlarında (potansiyel güç olarak)) kalır, fiilen (fiil olarak) zâhir olamaz (açığa çıkamaz). Ve bu halde terk-i hayât ettiklerinde (bu dünyadan göçtüklerinde) kendilerinin kıymetlerini an­larlar ise de, iş işten geçmiş bulunur.

İşte rûhullah (Allah ruhu) olan Îsâ (a.s.) dahi, mahzâ (sadece, yalnız) Ulûhiyyetin bâtınından (ruhundan) müteayyin olmakla (meydana gelmekle) Rabb-i hâssı (öz Rabbi) "Allah" ism-i câmî'inin mazharı (bütün isimleri kendinde toplamış Allah isminin göründüğü mahal, birim) idi. Binâenaleyh (nitekim), bu Rabb-i hassının (öz Rabbinin) îcâbı (gereği) olarak cemî' -i sıfât-ı İlâhiyye (bütün İlahi isim ve sıfatlar) ile zâhir oldu (açığa çıktı, göründü).  Ve a'lâda (yüksekte) ve esfelde (aşağıda) te'sîrine (etkisine) ve "Allah" ismine nisbetlerinin (sıfatlarının) sahîh (kusursuz) olduğuna alâmet (işaret) olmak üzere, ölüyü diriltti ve kuş halk etti (yarattı). Nitekim "Allah" ism-i câmi'inin mazharı (isimleri kendinde toplamış olan Allah isminin göründüğü mahal) olan sâir enbiyâ (diğer nebiler, peygamberler) ve kümmel-i evliyâdan (kamil velilerden) emsâli (benzeri) mu'cizât (mucizeler) ve kerâmet zâhir olmuştur (görülmüştür).

(Devam edecek)   

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-01.02.2005
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail