BU FASS
KELİME-İ ÎSEVİYYE'DE MÜNDEMİC HİKMET-İ NEBEVİYYE"
BEYÂNINDANDIR
Fass-ı
Yûsufi'de
(Yusuf bölümünde)
görüldüğü
üzere, bu âlem-i his
ve
şehâdet
(hissedilen ve görülen âlem, dünya)
dahî
hayalden başka bir şey değildir. Ancak hayâl-i rü'yâ
(rüyadaki hayal)
ile
hayâl-i şehâdet
(dünyadaki hayal)
arasında
letâfet
(incelik, şeffaflık)
ve
kesâfetten
(koyuluktan)
başka bir
fark yoktur. Ba'zan birisi kesîf
(koyu)
diğeri
latîf
(ince, şeffaf)
olarak iki
hayâl tekâbül eder
(karşılıklı olur).
Bu
tekâbül
(karşılıklık)
hazret-i
şehâdete
(içinde bulunduğumuz mertebeye (dünyaya)
mahsûstur
(özeldir).
Hayâl-i
kesîf
(koyu hayal, madde görünümü)
bu âlemin
îcâbı
(gereği)
olan hükm-i
tabîatın
(tabiat hükümlerinin)
te'sîri
tahtında
(etkisi altında)
olduğundan, o bu âlemin
(dünyanın)
ahkâmına
(hükümlerine)
tâbi' olur
(uyar).
Fakat
hayâl-i latîf
(ince, şeffaf hayal),
hükm-i
tabîatın
(tabiat hükümlerinin)
te'sîri
altında olmadığından, ondan bu âlemin
(dünyanın)
hükmüne
muhâlif
(zıt)
harekât
zuhûr eder
(açığa çıkar).
Bu
gibi tekâbülün
(karşıt olmanın)
menâkıb-ı
evliyâda
(velilerin övülen vasıflarını anlatan hikâyelerde)
emsile-i
kesîresi
(birçok örnekleriyle)
zikrolunmuştur
(anlatılmıştır).
Burada
îzâh
(anlatmak)
ve beyânı
mûcib-i tavîl
(gerekli açıklamaları yapmak uzun)
olur.
İşte Îsâ
(a.s.) ile Yahûdîlerin ebdânı
(bedeni)
arasındaki
münâsebet
(ilişki, bağıntı)
de böyle
idi. Ya'nî Îsâ (a.s.) bu âlemde
(dünyada)
hayât-ı
nûrâniyye
(nurani hayat)
ile; ve Yahûdîler ise hayât-ı tabîiyye
(tabii hayatı)
ile
yaşarlar idi. Binâenaleyh
(nitekim)
Yahûdîler,
beden-i İsevîyi
(İsa a.s.’ın bedenini)
kendi
bedenlerine kıyâs ettiler
(karşılaştırdılar).
Ve onu
katl
(öldürdüklerini)
ve salb
ettiklerini
(çarmıha gerdiklerini)
zannettiler. İmdi bu hakîkate nazar
(dikkât)
etmediklerinden, birinci rivâyetin
râvîleri
(sözleri söylemiş kişiler)
Îsâ (a.
s.)’ın yerine Yahûdîlerden birisinin ona teşbîh olunarak
(benzetilerek),
salb ve
katledilip
(çarmıha gerilerek öldürülüp)
Îsâ
(a.s.)’ın cismiyle
(bedeniyle)
berâber
merfû'
(yükseltilmiş)
olduğunu
ve ikinci rivâyetin Râvîleri
(sözleri söylemiş kişiler)
ise,
......................... (Enbiyâ, 21/34) âyet-i kerîmesinden
istidlâlen
(delil ile)
Îsâ
(a.s.)’ın sûretâ
(görünüşte)
çarmıha
gerilmekle berâber, bu fiilin te'sîri
(etkisi)
olmaksızın
kendi kendine teslîm-i rûh eylediğini
(ruhunu teslim ettiğini)
beyân
ederler
(bildirirler).
Halbuki bu âyet-i kerîme ancak hayât-ı tabîiyye
(tabii yaşam)
ile
yaşayan ricâl
(kimseler)
hakkındadır. Eğer hayât-ı nûraniyye ve rûhâniyye
(nurani ve ruhani yaşam)
ile
yaşayan zevâta
şâmil olsa
(zatları kaplasa, içine alsa)
idi,
Kur'ân-ı Kerîm'de Mûsâ (a.s.) ile olan kıssası
(hikâyeyi)
beyân
buyrulan
(anlatılan)
ve hâtem-i
enbiyâ
(son nebi, peygamber)
zamânında
ve ondan sonra da el-ân
(şimdi, hâlâ, şu anda)
berhayat
(sağ, diri)
bulunan,
cenâb-ı Ebu'l-Abbâs Hızır'ın dahî Sallallâhü aleyhi ve sellemden
(peygamberimizden)
evvel
vefât etmesi lâzım gelir idi. Binâenaleyh
(nitekim)
hükm-i
tabîattan
(tabiat hükümlerinden)
mutahhar
(temiz, temizlenmiş)
olarak
tekevvün eden
(oluşan)
cism-i Îsâ
(a.s.)’ın
(İsa a.s’ın bedeni)
vefât
ettiğine
(öldüğüne)
bu âyet-i
kerîme delîl olamaz. Ancak ikinci rivâyete
(anlatılmışa)
göre
Yahûdîlerin elleriyle tutabildikleri Rûhullâh'a,
(Allah’ın ruhuna (Hz.İsa’ya)
onların
iki sârık
(hırsız)
hakkında
tatbîk ettikleri işkence ve katl âlâtının
(öldürme aletinin)
te'sîri
olmadı; ve beden-i latîf-i İsevî
(latif, şeffaf olan İsa a.s. bedeni)
ref’
olundu
(yukarı kaldırıldı, yüceltildi)
cism-i
rûhânîsini
(ruhunun cismini, (bedenini)
bulamadılar. Kavânîn-i tabîiyye
(tabiat kanunları)
içinde
müstağrak
(batmış)
olan
ukûl-i
Yehûd
(Yahudilerin aklı)
bu işin
hakîkatine vâkıf olamadı
(hakikâtini bilemedi).
Velâkin
zâhirde
(görünüşte),
herkese karşı ale'l-usûl
(yol yordam gereğince)
katl
(öldürdük)
ve salb
ettik
(çarmıha gerdik)
dediler.
Maahâzâ
(bununla beraber)
kendi
bâtınlarında
(içlerinde)
ve
fıkirlerinde
(düşüncelerinde)
şekk
(şüphe)
ve
tereddüd içinde kaldılar.
Bu
îzâhâttan
(açıklamalardan)
sonra,
sûre-i Nisâ'da
(Nisâ suresinde)
vâkı'
(geçen)
âyet-i
kerîmenin tefsîrine
(açıklamasına)
şurû'
olunur
(başlanır)
................................ (Nisâ, 4/157). "Biz Resûlullah
(Allah Resul’u)
olan Mesîh
Îsâ İbn Meryem'in
(Meryem’in oğlu İsa a.s.’ı)
katl ettik
(öldürdük)
demeleri"
sebebiyle, Allah Teâlâ onların kalblerini ilm-i hakîkatten
(hakiât ilminden)
mahcûb
kıldı
(perdeledi).
Zîrâ
(çünkü)
Îsâ (a.s.)
rûh-ı musavver
(cisimlenmiş, suretlenmiş ruh)
idi. Rûh-ı
musavver
(suretlenmiş ruh)
ise,
kemâl-i letâfetinden
(letafetinin tamlığından)
ecsâd-ı
kesîfe
(madde bedenler)
gibi âlât-ı
katl
(öldürücü aletler)
ile
müteessir olmaz
(etkilenmez).
Nitekim
kesâfet-i eşbâhı
(yoğunlaşmış, maddeleşmiş vücudu)
ervâha
(ruhlara)
mübeddel
(dönüşmüş)
olan
Bâyezîd Bistâmî ve sâire
(diğerleri)
gibi
ekâbir-i evliyâullah
(büyük veliler)
(kaddesallâhu
esrârahum) hazarâtında
(hazretlerinde)
bu hal
(durum, oluş)
vâkı' oldu
(gerçekleşti).
................
(Nisâ, 4/157) "Yahûdîler bu ilimden mahcûb
(perdeli)
oldukları
için o hazreti çarmıha gerip mızrak saplamakla katl
(öldürdüklerini)
ve salb
ettiklerini
(çarmıha gerdiklerini)
zannettiler. Halbuki o, rûh-ı musavver
(şekillenmiş, cisimlenmiş ruh),
onların
fiiliyle maktûl
(ölmüş)
ve maslûb
(asılmış)
olmadı."
...................... (Nisâ, 4/157) "Belki bu fiile
(işe)
mücâseret
edenler
(cesaret etmiş olanlar)
için, o
hazretin
(zatın)
hâli,
kesâfet-i vücûdiyye
(madde beden)
sâhibi
olanların hâline teşbîh olundu
(benzetildi)."
............................................. (Nisâ, 4/157) /
"Bu teşbîh
(benzetiş)
sebebiyle
onun hakkında ihtilâfa
(çelişkiye)
düşenler,
katl
(ölmüş olmasından)
ve
salbinden
(asılmış olmasından)
şekk
(şüphe)
içindedirler. Rûh-i musavver
(şekillenmiş, suretlenmiş ruh)
olan cenâb-ı
Îsâ'nın hâli, ecsâm-ı kesîfe ashâbının
(madde beden sahibi kişilerin)
hâline
kıyâs olunamayacağından
(haliyle karşılaştırılamayacağından)
o kavlin
kâilleri
(sözleri söyleyenler)
için ilm-i
hakîkî
(gerçek, hakiki ilim)
yoktur. Bu
husûsta bildikleri şey, zâhir-i hâle
(dış görünüşe)
nazaran
(bakarak)
ancak
zanna ittibâ' iledir
(öyle sanmalarıdır).".................
(Nisâ, 4/157) "Halbuki onu yakînen
(kat’î kesin olarak),
yâ'nî
kendi fiilleriyle katl etmediler
(öldürmediler)."
Zîrâ
(çünkü)
rûh-ı
musavvere
(şekillenmiş, suretlenmiş ruha)
onların
fiillerinin te'sîri
(etkisi)
olamaz.
....................... (Nisâ, 4/158) "Belki Allâhü Zü'l-Celâl
hazretleri o rûh-ı musavveri
(surete girmiş, şekillenmiş ruhu),
onların
mütecâsir oldukları
(küstahça cüret ettikleri)
fiil-i
katlin
(öldürme işinin)
te'sîri
(etkisi)
olmaksızın, kendi mertebe-i şehâdetinden
(dünyasından)
mertebe-i
gaybına
(ahiretine)
ref’ etmek
(yüceltmek)
sûretiyle
müteveffâ
(ölü)
kıldı. "
Bu ref'
(yukarı kaldırılma, yüceltilme)
sebebiyle
cismini
(bedenini)
bulamadılar.
Allah'dan rûhtur, onun gayrinden değil. İşte bunun için emvâtı
ihyâ etti ve çamurdan kuş inşâ eyledi (3).
Ya'nî Îsâ
(a.s.) rûh-ı musavverdir
(cisimlenmiş ruhtur).
Öyle
bir rûh-ı musavverdir
(cisimlenmiş ruhtur)
ki, vücûd-i
mutlakın
(sınırsız, kayıtsız, mutlak vücudun)
"Allah"
tesmiye olunan
(denilen)
mertebesinin bâtınından
(ruhundan)
münbaisdir
(doğmuştur).
Ve
bu mertebe-i Ulûhiyyet
(Uluhiyet mertebesi)
kâffe-i
esmâ-i İlâhiyyeyi
(bütün İlahi isimleri)
câmi'dir
(kendinde toplamıştır).
Binâenaleyh
(nitekim),
Îsâ (a.s.)
esmâ-i tâliyeden
(ikinci derecede esmadan)
olan başka
isimlerin bâtınından
(ruhundan)
değil,
ancak "Allah" isminin bâtınından
(ruhundan)
müteayyin
olan
(meydana çıkan)
rûh-i
ilâhîdir
(ilahi ruhtur).
Bu
sebeble mertebe-i Ulûhiyyetin
(Uluhiyet mertebesinin)
bilcümle
(bütün)
esmâsının
ahkâm
(hükümleri)
ve
evsâfiyla
(vasıflarıyla)
zâhirdir
(açığa çıkmıştır, görünmüştür).
İşte
bunun için ....................................... (Âl-i İmrân,
3/49) âyet-i kerîmesinde ihbâr buyrulan
(bildirilen)
kavl ile
(sözleri)
kâil oldu
(söyledi).
Ya'nî
ölüyü diriltti ve çamurdan kuş inşâ edip
(yapıp)
ona nefh
(üfürmek)
ile hayât-bahş
oldu
(canlandı).
Ve o
hazretin halk ettiği
(yarattığı)
kuşun
yarasa kuşu olduğu rivâyet olunur
(söylenir).
Suâl:
Bilcümle enbiyâ
(bütün nebiler (peygamberler)
ve kümmel-i
evliyâ
(kâmil veliler),
insân-ı
kâmil olmak i'tibâriyle
(yönüyle)
"Allah"
isminin mazharı
(göründüğü mahal, birim)
olduklarından onlar dahî mertebe-i Ulûhiyyetin
(Uluhiyet mertebesinin)
cemî'-i
esmâsının
(bütün esmasının)
ahkâm
(hükümleri)
ve
evsâfiyla
(vasıflarıyla)
zâhirdirler
(açığa çıkmışlardır).
Şu halde,
bunlar ile Îsâ (a.s.) arasındaki fark nedir?
Cevap:
Enbiyâ
(nebiler, peygamberler)
ve kümmel-i
evliyânın
(kâmil velilerin)
vücûdât-ı
zâhiriyyeleri
(bedenleri)
tabîatta
mütekevvin
(mevcut)
oldu. Ve
tabîat ise Ulûhiyyetin zâhiriyyetidir
(açığa çıkmış, dış yönüdür).
Binâenaleyh
(nitekim)
bu zevât-ı
kirâm
(ulu zatlar)
ulûhiyyetin zâhirinden
(dış yönünden (tabiattan)
münbais
oldular.
(meydana geldiler, doğdular)
Îsâ (a.s.)
ise, bâlâdaki
(yukarıdaki)
ebyât-ı
şerîfenin
(beytin, manzum sözlerin)
şerhinde
(açıklamasında)
îzâh
olunduğu
(anlatıldığı)
üzere,
“Siccîn"
(cehennem)
tesmiye
olunan
(denilen)
"tabîat"tan mutahhar
(temizlenmiş)
olarak
tekevvün etti
(meydana geldi).
Ya'nî
ism-i Bâtın'ın
(batın isminin)
taht-ı
hîtasında
(hükmü altında, vasıflarıyle)
zâhir oldu
(açığa çıktı, göründü).
Bu
sebeble o zevât-ı kiram
(ulu zatlar)
gibi
hayât-ı tabîiyye
(tabii yaşam)
ile
yaşamadı ve mevt-i tabîî
(tabii ölüm)
ile de
vefât etmedi. Zîrâ
(çünkü)
Ulûhiyyetin
bâtınından
(ruhundan)
münbais
oldu.
(meydana geldi, doğdu)
îsâ (a.s.)
mertebe-i Ulûhiyyetin
(Uluhiyyet mertebesinin)
cemî'-i
esmâsının
(bütün esmasının)
ahkâm
(hükümleri)
ve
evsâfiyla
(vasıflarıyla)
zuhûrda
(açığa çıkmada)
bilcümle
enbiyâ
(bütün nebiler, peygamberler)
ve evliyâ
(veliler)
ile
müşterek
(ortak)
olmakla
berâber, emr-i zuhûru
(açığa çıkma, meydana gelme hususu)
onlara
muhâliftir
(zıttır).
Onun vücûd-i
zâhrîsi
(görünen vücudu),
hakîkat-i
Muhammediyye’den
(Muhammed’in hakikâtinden, ruhundan)
ibâret
olan mertebe-i vâhidiyyetin,
(vahidiyyet mertebesinin)
yanî
bilcümle
(bütün)
esmâyı
câmi' olan
(toplayan)
merteb-i
Ulûhiyyetin
(Uluhiyet mertebesinin)
bâtınından
(ruhundan)
inbiâs
eyledi
(doğdu).
Ve
nefes-i rahmânîden
(rahmanın nefesinden)
ibâret
olan cenâb-ı Îsâ'nın rûhâniyyeti
(İsa a.s.’ın ruhu)
ve
hakîkati
(zatı),
o
mertebenin rûhiyyeti
(ruhu)
gibidir.
Nitekim Âdem
(İnsan),
o
mertebenin cismiyyeti
(vücudu, bedeni)
gibidir.
İşte cenâb-ı Îsâ, hakîkat-i Muhammediyye’nin
(Muhammed’in hakikatinin)
rûhiyyeti
(ruhu)
mesâbesinde
(derecesinde)
olduğu
için, onun ahdi
(sözü, yemini)
(S.a.v.)
Efendimiz'in ahd-i âlîlerine
(yüce sözlerine)
muttasıl
(bitişik)
oldu.
Tâ ki
onun için Rabb'inden niseb sahîh ola; onunla âlîde ve dûnda
te'sîr eyleye (4).
Bu beyt-i
şerîf
(manzum söz)
bâlâdaki
(yukarıdaki)
beyt-i
şerîfe
(manzuma)
merbûttur
(bağlıdır, bitişiktir).
Ya'nî, "Vücûd-i
mutlakın
(sınırsız, kayıtsız vücudun)
"Allah"
tesmiye olunan
(denilen)
mertebesinin bâtınından
(ruhundan)
münbais
olduğu
(doğduğu)
cihetle,
Rûhullâh'ın
(Allah ruhu olan Hz. İsa a.s.’ın)
Rabb-i
hâssı
(öz Rabbi)
olan
"Allah" ismine nisbetleri
(ilişkileri, bağıntıları)
sahîh
(gerçek, kusursuz)
olmak ve
âlîde
(yüksekte)
ve dûnda
(aşağıda)
te'sîr
(etki)
etmek için
emvâtı
(ölüleri)
îhyâ
(diriltti)
ve
çamurdan kuş inşâ eyledi"
(yaptı)
demek
olur.!
Ma'lûm
olsun ki Fass-ı Hûdî'de
(Hudi bahsinde)
beyân
(anlatıldığı)
ve sırası
geldikçe diğer fasslarda
(bölümlerde)
dahi îzâh
olunduğu
(açıklandığı)
üzere,
âlemde
(dünyada)
zâhir olan
(açığa çıkan, görünen)
her bir
sûret bir ism-i ilâhînin
(İlahi ismin, Uluhiyet mertebesindeki bir ismin)
o sûretle
taayyûnünden
(şekillenmesinden, meydana çıkmasından)
ibârettir.
Esmâ-i İlâhiyye
(Uluhiyet mertebesinde bulunan esma)
ise küllî
(bütün, tam)
ve cüz'î
(kısım, parçaçık)
olmak
üzere iki kısımdır. Esmâ küllî
(bütün)
olsun,
cüz'î
(kısım)
olsun
vüs'at
(genişlik)
ve ihâta
(kavrama, kuşatma)
hasebiyle
yekdîğerinden
(biri diğerinden)
mütefâzıldır
(üstünlükleri vardır, (bilgi ve fazilet bakımından).
Meselâ
esmâ-i külliyyeden
(küll olan esmadan)
"Hayy"
ismi Alîm, Semî', Basîr, Mürîd, Kadîr, Mütekellim, Mükevvin
isimlerine nisbeten
(göre)
daha
vâsi'dir
(geniştir).
Zîrâ
(çünkü)
sıfat-ı
hayât,
(hayat sıfatı)
ilim,
sem', basar ihl... sıfatlarını muhîttir
(ihata eder, kuşatır).
Zâtta
sıfat-ı hayât
(hayat sıfatı)
olmadıkça
bu sıfatların hiçbirisiyle mevsûf
(vasıflanmış)
olamaz.
Sâirleri
(diğerleri)
de buna
makıystir
(benzetilebilir).
Ve
kezâ
(böylece)
"Musavvir"
ism-i küllîsinin
(bütünlük, tamlık isminin)
tahtında
(altında)
lâ-yuad
(sayısız)
ve
lâ-yuhsâ
(hesapsız)
esmâ-i
cüz'iyye
(kısım, parça durumunda olan esma)
mündemicdir
(bulunur, yerleşmiştir).
Meselâ
murabbi'
(dörtleyen, dörtgen yapan),
müsellis
(üçleyen, üçgen yapan)
ilh...
gibi ne kadar eşkâl-i hendesiyye
(geometrik şekiller)
ve
muhaddib
(dışbükey yapan)
ve muka"ır
(içbükey yapan)
ve müka"ib
(küp yapan)
gibi ne
kadar suver-i muhtelife-i mücesseme
(çeşitli suretlerde üç boyutlu cisim)
var ise,
onlar "Musavvir" isminin taht-ı hîtasındandır
(hükmü altındadır).
İmdi
“müka’ib” bir ism-i cüz'îdir
(isimden bir kısımdır);
"murabbi"'
dahi bir ism-i cüz'îdir
(isimden bir kısımdır).
Bir kimse
müka’ib
(küp)
ismiyle
müsemmâ olabilmek
(isimlenebilmek)
için,
evvelen murabbi
(dörtgen, kare)
olması
lâzım gelir: Zîrâ
(çünkü)
şekl-i
mik’abın
(küpün)
altı
sathından
(yüzeyinden)
her birisi
murabba’dır
(dört köşedir, karedir).
Binâenaleyh
(nitekim)
"murabbi"'
(kare)
ismi "müka"ib"
(küp)
isminin
taht-ı hîtasındadır. Ve bu iki ism-i cüz'î
(kısım, bölüm olan isimler)
arasından
tefâzul
(fark, fazlalık)
sâbittir
(mevcuttur).
Ve
"Allah" ismi, küllî
(tamı)
ve cüz'î
(kısmı)
bütün
esmâ-i İlâhiyye’yi
(İlahi isimleri)
muhît
(kuşatan, ihata eden)
bir ism-i
câmi'dir
(isimleri toplamış, cem etmiştir)
ki, bu ism-i
şerîf enbiyâ
(nebiler, peygamberler)
ve
evliyâ-i kümmelin
(kamil velilerin)
Rabb-i
hâssıdır
(has Rabbidir).
Bu
ismin iktizâât-ı
(gerektirdikleri)
bu zevât-ı
kirâmdan
(büyük zatlardan)
fıilen
zâhir olur
(açığa çıkar görünür).
Bunların
gayri
(başka)
olan efrâd-ı
insâniyye
(kişiler)
dahi, bu
isme mazhariyyet isdidâdıyla
(ismin göründüğü mahal (birim) olma istidadı ile)
halk
olunmuş
(yaratılmış)
ise de,
levsiyyât-ı tabîiyyeye
(tabiatın kirliliğine)
dalıp
sıfât-ı nefsâniyelerini
(nefsi sıfatlarını)
izâlede
(gidermede, yok etmede)
tekâsüllerinden
(tembel davranmaları, ilgisiz olmalarından)
dolayı,
onların bu isti'dâdları kuvvede
(batınlarında (potansiyel güç olarak))
kalır,
fiilen
(fiil olarak)
zâhir
olamaz
(açığa çıkamaz).
Ve bu
halde terk-i hayât ettiklerinde
(bu dünyadan göçtüklerinde)
kendilerinin kıymetlerini anlarlar ise de, iş işten geçmiş
bulunur.
İşte
rûhullah
(Allah ruhu)
olan Îsâ
(a.s.) dahi, mahzâ
(sadece, yalnız)
Ulûhiyyetin bâtınından
(ruhundan)
müteayyin
olmakla
(meydana gelmekle)
Rabb-i
hâssı
(öz Rabbi)
"Allah"
ism-i câmî'inin mazharı
(bütün isimleri kendinde toplamış Allah isminin göründüğü mahal,
birim)
idi.
Binâenaleyh
(nitekim),
bu Rabb-i
hassının
(öz Rabbinin)
îcâbı
(gereği)
olarak
cemî' -i sıfât-ı İlâhiyye
(bütün İlahi isim ve sıfatlar)
ile zâhir
oldu
(açığa çıktı, göründü).
Ve
a'lâda
(yüksekte)
ve esfelde
(aşağıda)
te'sîrine
(etkisine)
ve "Allah"
ismine nisbetlerinin
(sıfatlarının)
sahîh
(kusursuz)
olduğuna
alâmet
(işaret)
olmak
üzere, ölüyü diriltti ve kuş halk etti
(yarattı).
Nitekim
"Allah" ism-i câmi'inin mazharı
(isimleri kendinde toplamış olan Allah isminin göründüğü mahal)
olan sâir enbiyâ
(diğer nebiler, peygamberler)
ve kümmel-i
evliyâdan
(kamil velilerden)
emsâli
(benzeri)
mu'cizât
(mucizeler)
ve kerâmet
zâhir olmuştur
(görülmüştür).
(Devam edecek)
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-01.02.2005
http://sufizmveinsan.com
|