152. Bölüm

BU FASS KELİME-İ ÎSEVİYYE'DE MÜNDEMİC HİKMET-İ NEBEVİYYE" BEYÂNINDANDIR

Allah Teâlâ onu cismen tathîr ve rûhen tenzîh eyledi ve tekvîn sebebiyle onu misl kıldı (5).

Ya'nî Allah Teâlâ, Îsâ (a.s.)’ın. cismini, (bedenini) küdûrât-ı beşeriyyeden (beşere ait kaygı, tasa ve bulanıklardan) ve ednâs-ı tabîiyyeden (tabii kirliliklerden) tathîr eyledi (temizledi). Binâenaleyh (nitekim) onun sûret-i cesedi (madde bedeni) rûh-i musavverden (şekillenmiş, surete girmiş ruhtan) ibâret oldu. Ve cevher-i nûrânîden (nurun özünden) ibâret olan rûhu, enzâr-ı hissiyyede (bakıldığında) cesed (ten, Beden) sûretinde (şeklinde) manzûr olmakla (görülmekle) berâber, iktizâât-ı tabîiyyeden (tabiatın gereklerinden) ve sıfât-ı unsuriyyeden (unsuri sıfatlardan) tenzîh (beri kıldı) ve takdîs etti (mukaddes, kutsal tuttu) . Zîrâ (çünkü) bilcümle ervâh (bütün ruhlar) cevher-i nûrânî (nurun özü) olduğu halde, ahkâm-ı tabîiyyenin (tabiat hükümlerinin) te'sîri (etkisi) tahtında (altında) bulunan ecsâd-ı unsuriyyeye (madde bedene) taalluklarında (ilişkili olduklarında) sıfât-ı unsuriyyenin (unsuri sıfatların, maddenin) iktizââtına (gereklerine) tâbi' olurlar (uyarlar) . Zîrâ (çünkü) bu ecsâd, (cesetler, bedenler) rûh-i musavver (suretlenmiş ruh) değildir. İşte bunun için bâlâda (yukarıda) îzâh olunduğu (anlatıldığı) vech ile (şekilde) Yahûdîlerin sûikasdi (öldürmeleri) cism-i İseviye (İsa a.s.’ın bedenine) te'sîr etmedi. Ve çamurdan kuş halk etmek (yaratmak) ve mevtâda (ölüye) hayât ve hastalarda sıhhat tekvîn etmekle (var etmek, yaratmakla),  onun Hak Teâlâ kendisine mümâsil eyledi (benzetti). Çünkü ......................... buyurulduğu üzere, Îsâ (a.s.) insân-ı kâmildir ve insân-ı kâmil sûret-i İlâhiyye, (Allah’ın sureti) ya'nî sıfât-ı İlâhiyye, (Allah’ın sıfatları) üzerine mahlûktur (yaratıktır) ve mazhar-ı ism-i Zât'tır (Zat isminin göründüğü mahaldir). Binâenaleyh (nitekim), ondan  “Allah” ism-i câmi'inin (isimleri kendinde toplayan Allah isminin) ahkâm (hükümleri) ve âsârı (eserleri) zâhir olur (açığa çıkar, görünür). Ve bu hadîs-i şerîfte beyan buyurulan (bildirilen) "âdem"den murâd, insân-ı kâmildir. İnsân-ı nâkısın (noksan insanın, beşerin) hâli ise, bundan evvelki beyt-i şerîfin şerhinde (açıklamasında) îzâh olundu (anlatıldı).  İşte tekvîn (var etme, vücuda getirme) cihetinden (yönünden) insân-ı kâmilin Hakk'a mümâseletinin (benzeşiminin) sırrı budur. Velâkin bu mümâselet (benzerlik), misliyyet-i mutlaka (sınırsızlık, kayıtsızlık üzere bir benzerlik) değil, belki misliyyet-i mukayyededir (kayıtlılık üzere bir benzeyiştir). Zîrâ (çünkü) mutlakıyyet (mutlaklık, kayıtsızlık, sınırsızlık) zât-ı ulûhiyyete (Allah’a) mahsûstur. Zât-ı ulûhiyyet (Allah) insân-ı kâmilin sûretinde müteayyin oldukta (meydana çıktığında), bu sûret hasebiyle mukayyed (kayıtlanmış) olur. Ve zât-ı Ulûhiyyetin (Allah’ın) hasâisından (sıfatlarından, özelliklerinden) olan tekvîn (var etme) ve halk (yaratma) ve îcâd (vücuda getirme) ve i'dâm (yok etme, öldürme) dahi, bu sûret-i müteayyineden (meydana çıkmış, oluşmuş olan bu suretten) zâhir olunca (açığa çıkınca), bi-hasebi'l-mahal (çıkma yeri, görünme yeri (birim olması bakımından) mukayyed (kayıtlı) olur.

Ma'lûm olsun ki, muhakkak ervâhın hasâisındandır ki, onlar bir şeye taalluk ve mess etmezler, illâ o şey zinde olur ve hayât ondan sirâyet eder. Ve li-hâzâ Sâmirî, isr-i resûlden, ki o Cibrîldir, o da rûhdur, bir kabza kabz eyledi. Halbuki Sâmirî bu emri  bilir idi. İmdi onun Cibrîl olduğunu bildiği vakit, üzerine mess ettiği şeyde muhakkak hayât sirâyet ettiğini ârif oldu. Böyle olunca "dâd" ile yâhut "sâd" ile, ya'ni avuç dolusuyla ve yâhut parmaklarının uçlarıyla, isr-i resûlden bir kabza kabz eyledi. İmdi onu buzağıya koydu. Buzağı huvâr etti. Çünkü savt-ı bakar, ancak huvârdır. Ve eğer onu başka bir sûrette ikâme ede idi, bu surete mahsûs olan savtın ismi ona nisbet olunur idi. Deve için ....... ve koçlar için .........  ve ko­yunlar için .......... ve insan için "savt" veyâ "nutk" veyâhut "kelâm" gibi (6).

Ya'nî ervâh (ruhlar) bir şeye temâs ettikde o şeyin diri olması ve onda eser-i hayât zuhûru, (hayat eserinin açığa çıkması) ervâhın (ruhların) hasâisındandır (özelliklerindendir). Zîrâ (çünkü), rûh nefes-i rahmânîdir (rahmanın nefesidir).  Ve hayât, rûhun sıfat-ı Zâtiyyesidir. (Zat’ının sıfatıdır) Velâkin (fakat) rûhun temâs ettiği (dokunduğu, değdiği) şeyde eser-i hayâtın (hayat eserinin) derece-i zuhûru (açığa çıkma miktarı, derecesi), o şeyin sûretine (görünüşüne, şekline) muallaktır (bağlıdır).  Meselâ taştan veyâ sâir (diğer) maddeden ma'mûl (yapılmış) bir insan heykeline rûhun temâsı (değmesi, dokunması) hâlinde, ondan his ve hareket ve tekellüm (konuşma) zâhir olur (görülür). Fass-ı Hârûnî'de (Harun bölümünde) îzâh olunacağı (açıklanacağı) üzere, Mûsâ (a.s.)’ın efrâd-ı ümmetinden (inanan kişilerden) olan Sâmirî, at üzerinde sûret-i beşerde (beşer suretinde) mütemessil olan (bedenlenen, cisimlenen) Cebrâîl (a.s.)’ın atının bastığı mahalden (yerden) bir kabza (avuç dolusu) toprak aldı. Çünkü Sâmirî Mûsâ (a.s.)dan istifâza ettiği (feyizlendiği, öğrendiği) ma'rifet (ilim) sâyesinde, cenâb-ı Cibrîl'in (Cebrail a.s’ın) rûh olduğunu ve rûhun temâs ettiği şeyde hayâtın sereyânını (dağıldığını, yayıldığını) bilir idi. Binâenaleyh (nitekim), at üzerinde beşer sûretinde (insan şeklinde) mûtemessil olan (bedenlenen) şahsın cenâb-ı Cibrîl (Cebrail a.s) olduğunu  bildiği vakit, atının bastığı topraklarda eser-i hayât (hayat eseri) olduğunu ve o izlerde hayâtın sereyânını (dağıldığını, yayıldığını) ârif oldu (bildi).  Böyle olunca, isr-i resûlden, (resulun izinden) ya'nî Hz. Cibrîl’in (Cebrail a.s.’ın) izinden bir kabza (avuç dolusu) toprak aldı. "Kabza""dâd" ile olursa "avuç dolusu" ve "sâd" ile "kabsa" olursa "parmaklarının uçlarıyla" ma'nâsına gelir. Her iki sûret dahi (şekilde de)  câizdir (olabilir).  Sâmirî Benî İsrâîl'in (İsrail oğullarının) hilyât (zinetlerini) ve tezyînâtını (takılarını) toplayıp eriterek, onları bir buzağı şeklinde döktü. Ve bunu Mûsâ (a.s.) Tûr'a (Sina Dağına) gittiği vakit yaptı. Ve buzağıyı Benî İsrâîl'in (İsrail oğullarının) taabbüd etmesi (tapınmaları) için bir sanem (put) olmak üzere i'mal etti (yaptı).  Tafsîli (geniş açıklaması) Fass-ı Hârûnî’de (Harun bölümünde) gelecektir. Buzağının hîn-i i'mâlinde (yapıldığı sırada), aldığı bir kabza (avuç dolusu) türâbı (toprağı) karıştırdı. Bu sebeble buzağı huvâr etti (böğürdü),  ya'nî buzağılara mahsûs olan sadâ (ses) ile bağırmağa başladı. Zîrâ (çünkü) lisân-ı Arabda (Arap dilinde) savt-ı bakara (sığır sesine) "huvâr" derler. Nitekim âyet-i kerîmede buyurulur: ................ (A'râf, 7/148) Ve eğer Sâmirî o hilyâtı (zinetleri, takıları) başka bir sûrette (şekilde) i'mâl ede idi (yapsaydı), bu sûret kendi cinsine mahsûs (ait) olan sadâyı (sesi) verir idi. Ve bu sadânın (sesin) ismi dahi o sûrete nisbet olunur (bağıntılı olur) idi. Deveye mahsûs olan ............. ve koçlara mahsûs olan ....... ve koyunlara mahsûs olan ......... ve insana mahsûs olan "savt" (ses) veyâ "nutk" (konuşma) veyâhut "tekellüm" (söyleme) gibi. Zîrâ (çünkü), rûh-ı vâhid, (tek olan ruh), mahallin (yerin (birimin) iktizââtına (gereklerine) göre zâhir olur (açığa çıkar, görünür).

İmdi eşyâda sâri olan hayâttan bu mikdâr "lâhût" ile tesmiye olunur. Ve "nâsût",  ancak kendisiyle bu rûhun kâim olduğu mahaldir. Binâenaleyh onunla kâim olması sebebiyle nâsût, "rûh" tesmiye olunur (7.)

Ya'nî suver-i eşyâya (varlıkların suretlerine (ilmi suretlere) sirâyet eden (yayılan, dağılan) hayâtın bu mikdârına  “lâhût” (Uluhiyyet âlemi) denildi. Çünkû rûh nefes-i rahmânîdir (rahmanın nefesidir) ve hayât rûhun sıfat-ı zâtiyyesidir. (zati sıfatıdır) Binâenaleyh (nitekim) hayât, sıfât-ı İlâhiyyeden (Allah’ın sıfatlarından) bir sıfattır. Ve sıfât ise zâtın aynıdır. İşte hayâta bunun için "lâhût" tesmiye olunur (denilir).  Ve bu rûhun kâim (mevcut) bulunduğu ve taalluk eylediği (ilişkili olduğu, ait olduğu) mahalle (yere, birime) dahi "nâsût" (insanlık âlemi) ta'bîr olundu (denildi).  Velâkin (fakat) rûh aslında bî-sûret (suretsiz) bir cevher-i nûrânî (nurun özü) olduğu halde, enzâr-ı hissiyyede (gözle bakıldığında), cism-i İsevî sûretinde (İsa a.s.’ın bedeni şeklinde) mer'î olmakla (görülmekle), onun mahall-i rûhu (ruhunun mahalli, bedeni) olup "nâsût" (insan âlemi) tesmiyesi (denilmesi) lâzım gelen bu cism-i mer'îye, (görülen cisme, surete) mecâzen (benzetme yoluyla) "rûh" denildi. Bunun için cenâb-ı Îsâ'ya (isa a.s’a) rûhen (ruh olarak) ve cismen (cisim olarak) "rûhullah" (Allah  ruhu) ta'bîr olunur (denir).

İmdi vaktâki Cebrâîl (a.s.)dan ibâret olan rûhu'l-emîn, beşer-i seviyy olarak  temessül etti, tahayyül etti ki o beşerdir, ken­disine cimâ’ı murâd eder. Böyle olunca Allah Teâlâ'nın kendi­sini ondan halâs etmesi için, kendinden istiâze-i cem'iyyet ile, ondan Allah Teâlâ'ya istiâze etti. Zîrâ muhakkak bunun câiz olmayan şeylerden olduğunu bilir idi. Binâenaleyh, ona Allah ile huzûr-ı tâm hâsıl oldu ki, o da rûh-i ma'nevîdir. Eğer ona bu vakitte bu hâl üzere nefh ede idi, vâlidesinin hâlinden do­layı, Îsâ, şenâat-i hilkatinden nâşi, hiçbir kimsenin ona tâkat getiremeyeceği bir vasıfta çıkar idi. İmdi ona "Ben ancak se­nin Rabb'inin resûlüyüm; sana bir gulâm-ı zekî bahş etmek için geldim" (Meryem, 19/ 19) dediği vakit bu kabzdan münba­sıt oldu ve sadrı münşerih oldu. Binâenaleyh İsâ (a.s.)ı ona bu hînde nefh etti. Şu halde Cebrâîl kelimetullâhı Meryem'e nâkıl oldu. Nasıl kî resûl, kelâmullâhı ümmetine nakl eyledi, o da Allah Teâlâ'nın ............................ (Nisâ, 4/171) kav­lidir (8):

Ya'nî Rûhu'l-emîn olan Cibrîl (Cebrail) (a.s.), ırmakta gusl etmek (boy aptesti almak) üzere üryân (çıplak) olan Hz. Meryem'e güzel bir delikanlı sûretinde temessül edip (cisimlenip) zâhir olduğu (göründüğü) vakit, cenâb-ı Meryem, cesed-i unsurî (madde beden) sâhibi bir delikanlı olup kendisine cimâ' etmek (çiftleşmek) murâdıyla geldiğini tahayyül etti (düşündü).  Zîrâ (çünkü), bir mahall-i mahfîde (gizli yerde) üryan (çıplak) bir genç kadının ahvâlini (hallerini) gören bir delikanlının bî-muhâbâ (çekinmeksizin, pervazsızca) o kadına teveccühüne (yönelmesine) âlem-i tabîatta (tabiat âleminde) başka bir ma'nâ vermek mümkin değildir. Bu vaziyet mahall-i şâibedir (şüphe duyulacak haldir).  Böyle olunca bir veliyye-i afîfe (iffetli bir veli) olan Hz. Meryem, nikâh-ı şer'î (şeriate uygun nikah) olmaksızın vâkı' olacak (gerçekleşecek) mücâmaatin (cinsi münasebetin) aklen (akla göre) ve şer' an (şeriat hükümlerine göre) câiz (doğru) olmayan umûrdan (işlerden, hususlardan) olduğunu bildiği cihetle (bilmesi bakımından),  Allah Teâlâ'nın kendisini bu delikanlının elinden kurtarması için, kuvâ-yı zâhire ve bâtınesini (iç ve dış güçlerini) toplayarâk istiâze etmek (sığınmak) sûretiyle, o delikanlıdan Allah Teâlâ'ya sığındı. Ve âyet-i kerîmede beyan buyrulduğu (bildirildiği) üzere ............................ (Meryem, 19/18) dedi. Binâenaleyh (nitekim) onun böyle kuvâ-yı zâhire ve bâtınesini (iç ve dış güçlerini) toplayarak istiâze etmesinden (sığınmasından) dolayı, kendisine Allah ile huzûr-ı tâm (tam bir huzur, rahatlık) hâsıl oldu ki, bu huzûr-ı tâm (huzurun tamlığı) dahi rûh-i ma'nevîdir. Zîrâ (çünkü) bir kimse kendisine bir belâ teveccüh ettiği (yöneldiği, ulaştığı) vakit, cemî'-i kuvâsını, (bütün meleki güçlerini) toplayıp .......................... (Zâriyât, 51/50) âyet-i kerîmesi mucibince (gereğince),  Hakk'a tevcîh eylese (yönelse),  muhakkak kendisinde Allah ile huzûr-ı tâm (tam bir huzur) hâsıl olur. Ve bu istiâzenin (sığınmanın) eseri serîan (çok çabuk, suratle) zâhir olur (görülür). Fakat bu sırada kuvâsından (meleki güçlerinden) ba'zıları, gayre müteveccih (başka şeye yönelmiş) olsa, meselâ kuvve-i vâhime (vehim gücüne, zannına) ve müfekkiresi (düşünme gücü, düşüncelerine) veyâ kuvve-i sâmia (işitme gücü, işittiklerine) ve bâsırası (görme gücü, gördükleri),  mâsivâ (dünya ile ilgili olan her şey, Hakk’ın gayrı) ta'bîr olunan (denilen) keserât-ı eşyâya (çokluk varlıklarına) müteveccih (yönelmiş) bulunsa ve bu hâl (durum) ile de Hak'tan istiâze eylese, (Hakk’a sığınsa) o kimsenin Allah ile olan huzûru nâkıs (noksan) olur. Ve te'sîr-i istiâze (sığınma tesiri) de o nisbette (ölçüde) bulunur. İşte Hz. Meryem'in istiâzesi (sığınması),  huzûr-ı tâm (huzurun tam olarak) husûlüyle (meydana çıkmasıyla) vakı' oldu (gerçekleşti). Hz. Meryem bu esnâda zinâ vukûundan (olmasından) pek ziyâde (çok fazla) havf üzerine idi (korkuyordu).  Eğer Cebrâîl (a.s.), ona bu vakitte, bu hâl-i havf (korku içinde bulunduğu haldeyken) ve inkıbâzda (sıkıntı, gerginlik içinde) iken nefh ede (nefesini üflese) idi, vâlidesinin (annesinin) bu hâl-i havf (korku hali) ve inkıbâzından (gerginliğinden) dolayı, Îsâ (a.s.) öyle bir şenîu'l-hilkat ve vasf ile (kötü, çirkin  vasıflar ile yaratılmış) çıkardı ki, hiçbir kimse onunla sohbet ve müvânesete (birlikte yaşamaya) tâkat getiremez (gücü yetmez) idi. Belki sûretinin çirkinliğinden dolayı, herkes kendisinden kaçar idi.

(Devam edecek)   

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-08.02.2005
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail