BU FASS
KELİME-İ ÎSEVİYYE'DE MÜNDEMİC HİKMET-İ NEBEVİYYE" BEYÂNINDANDIR
Allah Teâlâ
onu cismen tathîr ve rûhen tenzîh eyledi ve tekvîn sebebiyle onu
misl kıldı (5).
Ya'nî
Allah Teâlâ, Îsâ (a.s.)’ın. cismini,
(bedenini)
küdûrât-ı
beşeriyyeden
(beşere ait kaygı, tasa ve bulanıklardan)
ve ednâs-ı
tabîiyyeden
(tabii kirliliklerden)
tathîr
eyledi
(temizledi).
Binâenaleyh
(nitekim)
onun
sûret-i cesedi
(madde bedeni)
rûh-i
musavverden
(şekillenmiş, surete girmiş ruhtan)
ibâret
oldu. Ve cevher-i nûrânîden
(nurun özünden)
ibâret
olan rûhu, enzâr-ı hissiyyede
(bakıldığında)
cesed
(ten, Beden)
sûretinde
(şeklinde)
manzûr
olmakla
(görülmekle)
berâber,
iktizâât-ı tabîiyyeden
(tabiatın gereklerinden)
ve sıfât-ı
unsuriyyeden
(unsuri sıfatlardan)
tenzîh
(beri kıldı)
ve takdîs
etti
(mukaddes, kutsal tuttu)
.
Zîrâ
(çünkü)
bilcümle
ervâh
(bütün ruhlar)
cevher-i
nûrânî
(nurun özü)
olduğu
halde, ahkâm-ı tabîiyyenin
(tabiat hükümlerinin)
te'sîri
(etkisi)
tahtında
(altında)
bulunan
ecsâd-ı unsuriyyeye
(madde bedene)
taalluklarında
(ilişkili olduklarında)
sıfât-ı
unsuriyyenin
(unsuri sıfatların, maddenin)
iktizââtına
(gereklerine)
tâbi'
olurlar
(uyarlar)
.
Zîrâ
(çünkü)
bu ecsâd,
(cesetler, bedenler)
rûh-i
musavver
(suretlenmiş ruh)
değildir.
İşte bunun için bâlâda
(yukarıda)
îzâh
olunduğu
(anlatıldığı)
vech ile
(şekilde)
Yahûdîlerin sûikasdi
(öldürmeleri)
cism-i
İseviye
(İsa a.s.’ın bedenine)
te'sîr
etmedi. Ve çamurdan kuş halk etmek
(yaratmak)
ve mevtâda
(ölüye)
hayât ve
hastalarda sıhhat tekvîn etmekle
(var etmek, yaratmakla),
onun
Hak Teâlâ kendisine mümâsil eyledi
(benzetti).
Çünkü
......................... buyurulduğu üzere, Îsâ (a.s.) insân-ı
kâmildir ve insân-ı kâmil sûret-i İlâhiyye,
(Allah’ın sureti)
ya'nî
sıfât-ı İlâhiyye,
(Allah’ın sıfatları)
üzerine
mahlûktur
(yaratıktır)
ve
mazhar-ı ism-i Zât'tır
(Zat isminin göründüğü mahaldir).
Binâenaleyh
(nitekim),
ondan
“Allah” ism-i câmi'inin
(isimleri kendinde toplayan Allah isminin)
ahkâm
(hükümleri)
ve âsârı
(eserleri)
zâhir olur
(açığa çıkar, görünür).
Ve bu
hadîs-i şerîfte beyan buyurulan
(bildirilen)
"âdem"den
murâd, insân-ı kâmildir. İnsân-ı nâkısın
(noksan insanın, beşerin)
hâli ise,
bundan evvelki beyt-i şerîfin şerhinde
(açıklamasında)
îzâh
olundu
(anlatıldı).
İşte
tekvîn
(var etme, vücuda getirme)
cihetinden
(yönünden)
insân-ı
kâmilin Hakk'a mümâseletinin
(benzeşiminin)
sırrı
budur. Velâkin bu mümâselet
(benzerlik),
misliyyet-i
mutlaka
(sınırsızlık, kayıtsızlık üzere bir benzerlik)
değil,
belki misliyyet-i mukayyededir
(kayıtlılık üzere bir benzeyiştir).
Zîrâ
(çünkü)
mutlakıyyet
(mutlaklık, kayıtsızlık, sınırsızlık)
zât-ı
ulûhiyyete
(Allah’a)
mahsûstur.
Zât-ı ulûhiyyet
(Allah)
insân-ı
kâmilin sûretinde müteayyin oldukta
(meydana çıktığında),
bu sûret
hasebiyle mukayyed
(kayıtlanmış)
olur. Ve
zât-ı Ulûhiyyetin
(Allah’ın)
hasâisından
(sıfatlarından, özelliklerinden)
olan
tekvîn
(var etme)
ve halk
(yaratma)
ve îcâd
(vücuda getirme)
ve i'dâm
(yok etme, öldürme)
dahi, bu
sûret-i müteayyineden
(meydana çıkmış, oluşmuş olan bu suretten)
zâhir
olunca
(açığa çıkınca),
bi-hasebi'l-mahal
(çıkma yeri, görünme yeri (birim olması bakımından)
mukayyed
(kayıtlı)
olur.
Ma'lûm
olsun ki, muhakkak ervâhın hasâisındandır ki, onlar bir şeye
taalluk ve mess etmezler, illâ o şey zinde olur ve hayât ondan
sirâyet eder. Ve li-hâzâ Sâmirî, isr-i resûlden, ki o Cibrîldir,
o da rûhdur, bir kabza kabz eyledi. Halbuki Sâmirî bu emri
bilir idi. İmdi onun Cibrîl olduğunu bildiği vakit, üzerine
mess ettiği şeyde muhakkak hayât sirâyet ettiğini ârif oldu.
Böyle olunca "dâd" ile yâhut "sâd" ile, ya'ni avuç dolusuyla ve
yâhut parmaklarının uçlarıyla, isr-i resûlden bir kabza kabz
eyledi. İmdi onu buzağıya koydu. Buzağı huvâr etti. Çünkü savt-ı
bakar, ancak huvârdır. Ve eğer onu başka bir sûrette ikâme ede
idi, bu surete mahsûs olan savtın ismi ona nisbet olunur idi.
Deve için ....... ve koçlar için ......... ve koyunlar için
.......... ve insan için "savt" veyâ "nutk" veyâhut "kelâm" gibi
(6).
Ya'nî
ervâh
(ruhlar)
bir şeye
temâs ettikde o şeyin diri olması ve onda eser-i hayât zuhûru,
(hayat eserinin açığa çıkması)
ervâhın
(ruhların)
hasâisındandır
(özelliklerindendir).
Zîrâ
(çünkü),
rûh
nefes-i rahmânîdir
(rahmanın nefesidir).
Ve
hayât, rûhun sıfat-ı Zâtiyyesidir.
(Zat’ının sıfatıdır)
Velâkin
(fakat)
rûhun
temâs ettiği
(dokunduğu, değdiği)
şeyde
eser-i hayâtın
(hayat eserinin)
derece-i
zuhûru
(açığa çıkma miktarı, derecesi),
o şeyin
sûretine
(görünüşüne, şekline)
muallaktır
(bağlıdır).
Meselâ
taştan veyâ sâir
(diğer)
maddeden
ma'mûl
(yapılmış)
bir insan
heykeline rûhun temâsı
(değmesi, dokunması)
hâlinde,
ondan his ve hareket ve tekellüm
(konuşma)
zâhir olur
(görülür).
Fass-ı
Hârûnî'de
(Harun bölümünde)
îzâh
olunacağı
(açıklanacağı)
üzere,
Mûsâ (a.s.)’ın efrâd-ı ümmetinden
(inanan kişilerden)
olan
Sâmirî, at üzerinde sûret-i beşerde
(beşer suretinde)
mütemessil
olan
(bedenlenen, cisimlenen)
Cebrâîl
(a.s.)’ın atının bastığı mahalden
(yerden)
bir kabza
(avuç dolusu)
toprak
aldı. Çünkü Sâmirî Mûsâ (a.s.)dan istifâza ettiği
(feyizlendiği, öğrendiği)
ma'rifet
(ilim)
sâyesinde,
cenâb-ı Cibrîl'in
(Cebrail a.s’ın)
rûh
olduğunu ve rûhun temâs ettiği şeyde hayâtın sereyânını
(dağıldığını, yayıldığını)
bilir idi.
Binâenaleyh
(nitekim),
at
üzerinde beşer sûretinde
(insan şeklinde)
mûtemessil
olan
(bedenlenen)
şahsın
cenâb-ı Cibrîl
(Cebrail a.s)
olduğunu
bildiği vakit, atının bastığı topraklarda eser-i hayât
(hayat eseri)
olduğunu
ve o izlerde hayâtın sereyânını
(dağıldığını, yayıldığını)
ârif oldu
(bildi).
Böyle
olunca, isr-i resûlden,
(resulun izinden)
ya'nî Hz.
Cibrîl’in
(Cebrail a.s.’ın)
izinden
bir kabza
(avuç dolusu)
toprak
aldı. "Kabza""dâd" ile olursa "avuç dolusu" ve "sâd" ile "kabsa"
olursa "parmaklarının uçlarıyla" ma'nâsına gelir. Her iki sûret
dahi
(şekilde de)
câizdir
(olabilir).
Sâmirî
Benî İsrâîl'in
(İsrail oğullarının)
hilyât
(zinetlerini)
ve
tezyînâtını
(takılarını)
toplayıp
eriterek, onları bir buzağı şeklinde döktü. Ve bunu Mûsâ (a.s.)
Tûr'a
(Sina Dağına)
gittiği
vakit yaptı. Ve buzağıyı Benî İsrâîl'in
(İsrail oğullarının)
taabbüd
etmesi
(tapınmaları)
için bir
sanem
(put)
olmak
üzere i'mal etti
(yaptı).
Tafsîli
(geniş açıklaması)
Fass-ı
Hârûnî’de
(Harun bölümünde)
gelecektir. Buzağının hîn-i i'mâlinde
(yapıldığı sırada),
aldığı bir
kabza
(avuç dolusu)
türâbı
(toprağı)
karıştırdı. Bu sebeble buzağı huvâr etti
(böğürdü),
ya'nî
buzağılara mahsûs olan sadâ
(ses)
ile
bağırmağa başladı. Zîrâ
(çünkü)
lisân-ı
Arabda
(Arap dilinde)
savt-ı
bakara
(sığır sesine)
"huvâr"
derler. Nitekim âyet-i kerîmede buyurulur: ................ (A'râf,
7/148) Ve eğer Sâmirî o hilyâtı
(zinetleri, takıları)
başka bir
sûrette
(şekilde)
i'mâl ede
idi
(yapsaydı),
bu sûret
kendi cinsine mahsûs
(ait)
olan
sadâyı
(sesi)
verir idi.
Ve bu sadânın
(sesin)
ismi dahi
o sûrete nisbet olunur
(bağıntılı olur)
idi.
Deveye mahsûs olan ............. ve koçlara mahsûs olan .......
ve koyunlara mahsûs olan ......... ve insana mahsûs olan "savt"
(ses)
veyâ "nutk"
(konuşma)
veyâhut
"tekellüm"
(söyleme)
gibi. Zîrâ
(çünkü),
rûh-ı
vâhid,
(tek olan ruh),
mahallin
(yerin (birimin)
iktizââtına
(gereklerine)
göre zâhir
olur
(açığa çıkar, görünür).
İmdi
eşyâda sâri olan hayâttan bu mikdâr "lâhût" ile tesmiye olunur.
Ve "nâsût", ancak kendisiyle bu rûhun kâim olduğu mahaldir.
Binâenaleyh onunla kâim olması sebebiyle nâsût, "rûh" tesmiye
olunur (7.)
Ya'nî
suver-i eşyâya
(varlıkların suretlerine (ilmi suretlere)
sirâyet
eden
(yayılan, dağılan)
hayâtın bu
mikdârına “lâhût”
(Uluhiyyet âlemi)
denildi.
Çünkû rûh nefes-i rahmânîdir
(rahmanın nefesidir)
ve hayât
rûhun sıfat-ı zâtiyyesidir.
(zati sıfatıdır)
Binâenaleyh
(nitekim)
hayât,
sıfât-ı İlâhiyyeden
(Allah’ın sıfatlarından)
bir
sıfattır. Ve sıfât ise zâtın aynıdır. İşte hayâta bunun için
"lâhût" tesmiye olunur
(denilir).
Ve
bu rûhun kâim
(mevcut)
bulunduğu
ve taalluk eylediği
(ilişkili olduğu, ait olduğu)
mahalle
(yere, birime)
dahi "nâsût"
(insanlık âlemi)
ta'bîr
olundu
(denildi).
Velâkin
(fakat)
rûh
aslında bî-sûret
(suretsiz)
bir
cevher-i nûrânî
(nurun özü)
olduğu
halde, enzâr-ı hissiyyede
(gözle bakıldığında),
cism-i
İsevî sûretinde
(İsa a.s.’ın bedeni şeklinde)
mer'î
olmakla
(görülmekle),
onun
mahall-i rûhu
(ruhunun mahalli, bedeni)
olup "nâsût"
(insan âlemi)
tesmiyesi
(denilmesi)
lâzım
gelen bu cism-i mer'îye,
(görülen cisme, surete)
mecâzen
(benzetme yoluyla)
"rûh"
denildi. Bunun için cenâb-ı Îsâ'ya
(isa a.s’a)
rûhen
(ruh olarak)
ve cismen
(cisim olarak)
"rûhullah"
(Allah ruhu)
ta'bîr
olunur
(denir).
İmdi
vaktâki Cebrâîl (a.s.)dan ibâret olan rûhu'l-emîn, beşer-i
seviyy olarak temessül etti, tahayyül etti ki o beşerdir,
kendisine cimâ’ı murâd eder. Böyle olunca Allah Teâlâ'nın
kendisini ondan halâs etmesi için, kendinden istiâze-i
cem'iyyet ile, ondan Allah Teâlâ'ya istiâze etti. Zîrâ muhakkak
bunun câiz olmayan şeylerden olduğunu bilir idi. Binâenaleyh,
ona Allah ile huzûr-ı tâm hâsıl oldu ki, o da rûh-i ma'nevîdir.
Eğer ona bu vakitte bu hâl üzere nefh ede idi, vâlidesinin
hâlinden dolayı, Îsâ, şenâat-i hilkatinden nâşi, hiçbir
kimsenin ona tâkat getiremeyeceği bir vasıfta çıkar idi. İmdi
ona "Ben ancak senin Rabb'inin resûlüyüm; sana bir gulâm-ı zekî
bahş etmek için geldim" (Meryem, 19/ 19) dediği vakit bu kabzdan
münbasıt oldu ve sadrı münşerih oldu. Binâenaleyh İsâ (a.s.)ı
ona bu hînde nefh etti. Şu halde Cebrâîl kelimetullâhı Meryem'e
nâkıl oldu. Nasıl kî resûl, kelâmullâhı ümmetine nakl eyledi, o
da Allah Teâlâ'nın ............................ (Nisâ, 4/171)
kavlidir (8):
Ya'nî
Rûhu'l-emîn olan Cibrîl
(Cebrail)
(a.s.),
ırmakta gusl etmek
(boy aptesti almak)
üzere
üryân
(çıplak)
olan Hz.
Meryem'e güzel bir delikanlı sûretinde temessül edip
(cisimlenip)
zâhir
olduğu
(göründüğü)
vakit,
cenâb-ı Meryem, cesed-i unsurî
(madde beden)
sâhibi bir
delikanlı olup kendisine cimâ' etmek
(çiftleşmek)
murâdıyla
geldiğini tahayyül etti
(düşündü).
Zîrâ
(çünkü),
bir mahall-i
mahfîde
(gizli yerde)
üryan
(çıplak)
bir genç
kadının ahvâlini
(hallerini)
gören bir
delikanlının bî-muhâbâ
(çekinmeksizin, pervazsızca)
o kadına
teveccühüne
(yönelmesine)
âlem-i
tabîatta
(tabiat âleminde)
başka bir
ma'nâ vermek mümkin değildir. Bu vaziyet mahall-i şâibedir
(şüphe duyulacak haldir).
Böyle
olunca bir veliyye-i afîfe
(iffetli bir veli)
olan Hz.
Meryem, nikâh-ı şer'î
(şeriate uygun nikah)
olmaksızın
vâkı' olacak
(gerçekleşecek)
mücâmaatin
(cinsi münasebetin)
aklen
(akla göre)
ve şer' an
(şeriat hükümlerine göre)
câiz
(doğru)
olmayan
umûrdan
(işlerden, hususlardan)
olduğunu
bildiği cihetle
(bilmesi bakımından),
Allah
Teâlâ'nın kendisini bu delikanlının elinden kurtarması için,
kuvâ-yı zâhire ve bâtınesini
(iç ve dış güçlerini)
toplayarâk
istiâze etmek
(sığınmak)
sûretiyle,
o delikanlıdan Allah Teâlâ'ya sığındı. Ve âyet-i kerîmede beyan
buyrulduğu
(bildirildiği)
üzere
............................ (Meryem, 19/18) dedi. Binâenaleyh
(nitekim)
onun böyle
kuvâ-yı zâhire ve bâtınesini
(iç ve dış güçlerini)
toplayarak
istiâze etmesinden
(sığınmasından)
dolayı,
kendisine Allah ile huzûr-ı tâm
(tam bir huzur, rahatlık)
hâsıl oldu
ki, bu huzûr-ı tâm
(huzurun tamlığı)
dahi rûh-i
ma'nevîdir. Zîrâ
(çünkü)
bir kimse
kendisine bir belâ teveccüh ettiği
(yöneldiği, ulaştığı)
vakit,
cemî'-i kuvâsını,
(bütün meleki güçlerini)
toplayıp
.......................... (Zâriyât, 51/50) âyet-i kerîmesi
mucibince
(gereğince),
Hakk'a
tevcîh eylese
(yönelse),
muhakkak
kendisinde Allah ile huzûr-ı tâm
(tam bir huzur)
hâsıl
olur. Ve bu istiâzenin
(sığınmanın)
eseri
serîan
(çok çabuk, suratle)
zâhir olur
(görülür).
Fakat bu sırada kuvâsından
(meleki güçlerinden)
ba'zıları,
gayre müteveccih
(başka şeye yönelmiş)
olsa,
meselâ kuvve-i vâhime
(vehim gücüne, zannına)
ve
müfekkiresi
(düşünme gücü, düşüncelerine)
veyâ
kuvve-i sâmia
(işitme gücü, işittiklerine)
ve
bâsırası
(görme gücü, gördükleri),
mâsivâ
(dünya ile ilgili olan her şey, Hakk’ın gayrı)
ta'bîr
olunan
(denilen)
keserât-ı
eşyâya
(çokluk varlıklarına)
müteveccih
(yönelmiş)
bulunsa ve
bu hâl
(durum)
ile de
Hak'tan istiâze eylese,
(Hakk’a sığınsa)
o kimsenin
Allah ile olan huzûru nâkıs
(noksan)
olur. Ve
te'sîr-i istiâze
(sığınma tesiri)
de o
nisbette
(ölçüde)
bulunur.
İşte Hz. Meryem'in istiâzesi
(sığınması),
huzûr-ı
tâm
(huzurun tam olarak)
husûlüyle
(meydana çıkmasıyla)
vakı' oldu
(gerçekleşti).
Hz. Meryem
bu esnâda zinâ vukûundan
(olmasından)
pek ziyâde
(çok fazla)
havf
üzerine idi
(korkuyordu).
Eğer
Cebrâîl (a.s.), ona bu vakitte, bu hâl-i havf
(korku içinde bulunduğu haldeyken)
ve
inkıbâzda
(sıkıntı, gerginlik içinde)
iken nefh
ede
(nefesini üflese)
idi,
vâlidesinin
(annesinin)
bu hâl-i
havf
(korku hali)
ve
inkıbâzından
(gerginliğinden)
dolayı,
Îsâ (a.s.) öyle bir şenîu'l-hilkat ve vasf ile
(kötü, çirkin vasıflar ile yaratılmış)
çıkardı
ki, hiçbir kimse onunla sohbet ve müvânesete
(birlikte yaşamaya)
tâkat
getiremez
(gücü yetmez)
idi. Belki
sûretinin çirkinliğinden dolayı, herkes kendisinden kaçar idi.
(Devam edecek)
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-08.02.2005
http://sufizmveinsan.com
|