| 
                 
                   
                
				BU FASS 
				KELİME-İ ÎSEVİYYE'DE MÜNDEMİC    HİKMET-İ NEBEVİYYE" 
				BEYÂNINDANDIR 
				
				Ma' 
				lûm olsun ki, veled-i cemîl ve sâlih husûlünü 
				
				(çocuğunun iyi ve güzel olmasını) 
				murâd eden 
				zevc 
				
				(erkek)
				
				ve zevce
				
				
				(kadın) 
				hîn-i 
				mukârenette 
				
				(birleşme sırasında) 
				zâhiren
				
				
				(görünüşte) 
				ve bâtınen
				
				
				(maneviyatta) 
				âdâb-ı 
				cimâ'a 
				
				(cinsi münasebet usullerine) 
				be-gâyet
				
				
				(gayet fazla) 
				riâyetkâr 
				olmak 
				
				(saygılı olması, gözetmesi) 
				lâzımdır. 
				Zîrâ 
				
				(çünkü) 
				hîn-i 
				inzâlde 
				
				(boşalma anında) 
				zevc
				
				
				(erkek) 
				ve 
				zevcenin 
				
				(kadının) 
				
				muhayyilelerinde 
				
				(hayallerinde, düşüncelerinde) 
				zâhir olan
				
				
				(açığa çıkan) 
				ahvâl
				
				
				(oluşların, hallerin) 
				ve suverin
				
				
				(suretlerin) 
				veled
				
				
				(çoçuk) 
				üzerinde 
				te'sîr-i azîmi 
				
				(büyük etkisi) 
				vardır. 
				Hattâ nakl olunur ki, bir kadın, beşeresi 
				
				(derisi) 
				yılan 
				beşeresine 
				
				(derisine) 
				müşâbih
				
				
				(benzer) 
				olarak 
				sûret-i beşerde 
				
				(insan suretinde) 
				bir çocuk 
				doğurmuş. Sebebi tefahhus olundukda 
				
				(iyice incelediklerinde, araştırdıklarında) 
				hîn-i 
				cimâ'da 
				
				(cima anında) 
				gözünün 
				bir yılana iliştiğini beyân etmiştir 
				
				(açıklamıştır).
				
				
				 Ve 
				kezâ, bilfarz 
				
				(diyelim ki) 
				bir 
				Müslime 
				
				(Müslüman bir kadın) 
				zevciyle
				
				
				(kocasıyla) 
				hîn-i 
				mücâmaada 
				
				(cinsi münasebet sırasında),
				
				
				 meyl-i 
				kalbîsi olan 
				
				(kalbinin meylettiği) 
				bir Müslim 
				ve gayr-i Müslim 
				
				(Müslüman ve Müslüman olmayan) 
				erkeğin 
				kendisine cimâ'  ettiğini tahayyül etmek 
				
				(hayal etmek) 
				sûretiyle 
				mütelezziz olsa 
				
				(hoşlansa) 
				veyâhut 
				bir zevc 
				
				(koca) 
				zevcesine
				
				
				(karısına) 
				cimâ' 
				ederken kezâ 
				
				(böylece) 
				kendinin / 
				meyl-i kalbîsi bulunan 
				
				(kalbinin meylettiği) 
				Müslim
				
				ve gayr-i 
				Müslim 
				
				(Müslüman veya Müslüman olmayan) 
				bir 
				fâhişeyi vaty eylediğini 
				
				(çiftleştiğini) 
				farz
				
				
				(sanıp) 
				ve 
				tahayyül eylese 
				
				 (hayal etse, düşünse) 
				ve 
				tarafeynin 
				
				(iki tarafın) 
				bu gibi 
				farz 
				
				(sanmaları) 
				ve 
				tahayyülleri 
				
				 (düşünmeleri) 
				esnâsında 
				inzâl 
				
				(boşalma) 
				vâkı' olup
				
				
				(gerçekleşip) 
				zevce
				
				
				(kadın) 
				hâmile 
				olsa, çocukta o suver-i mütehayyilenin 
				
				(hayal ettiği, düşündüğü o suretin) 
				ahlâk ve 
				ef’âli 
				
				(fiilleri) 
				zâhir olur
				
				
				(görülür).
				
				İşte bunun 
				içindir ki, sâlih 
				
				(iyi, güzel) 
				ebeveynden
				
				
				(anne babadan),
				
				kâfir ve 
				fâcir 
				
				(fena huylu) 
				ve fâsık
				
				
				(günah işleyen) 
				ve kâfir, 
				fâcir 
				
				(kötü huylu) 
				ve fâsık
				
				
				(günahkâr) 
				ebeveynden
				
				
				(anne babadan) 
				dahi 
				Mü'min 
				
				(Müslüman) 
				ve sâlih
				
				
				(iyi, güzel huylu) 
				evlâd 
				çıkmaktadır. Ve işte bunun içindir ki, veled-i zinâ 
				
				(zina çocuğu) 
				cennet-i 
				kalbe 
				
				(manevi cennete, kalb cennetine, ruh cennetine) 
				dâhil 
				olmaz 
				
				(girmez, katılmaz),
				
				derler. 
				Zîrâ 
				
				(çünkü) 
				ebeveyin 
				yekdîğerine 
				
				(birbirlerine) 
				mukâreneti
				
				
				(birleşmesi) 
				edeb ve 
				salâh 
				
				(iyilik, rahatlık) 
				üzerine 
				değildir. Âdâb-ı cimâ` 
				
				(cima kaideleri, usulleri) 
				İbrâhim 
				Hakkı (k.s.) hazretlerinin Ma'rifetnâme'sinde 
				tafsîl 
				
				(geniş olarak açıklanmış) 
				ve beyân 
				olunmuştur 
				
				(anlatılmıştır).
				
				Hayru'l-halef 
				tekvînini 
				
				(hayırlı evlad olmasını) 
				murâd 
				edenler oraya mürâcaatla istifâde edebilirler. Ve cenâb-ı Şeyh-i 
				Ekber (r.a.) bu hakîkati, Fütûhât-ı Mekkiyye'nin 
				yüz seksen sekizinci bâbında 
				
				(bölümünde) 
				böylece 
				beyan buyururlar 
				
				(anlatırlar): 
				
				Ya'nî "İnde'l-cimâ
				
				
				(cinsi temas anında) 
				kadın bir 
				sûrete nazar ettikde 
				
				(baktığında) 
				veyâhut 
				inde'l-vikâ ve'l-inzâl 
				
				(cinsi birleşme ve boşalma sırasında) 
				erkek  bir 
				sûreti tahayyül ettikde 
				
				(hayal ettiğinde, düşündüğünde),
				
				
				 çocuk 
				tahayyül olunan 
				
				(hayal edilen, düşünülen) 
				sûretin 
				hulku 
				
				(tabiatı, huyu) 
				üzerine 
				olur. Bunun için hükemâ  (âlimler),  
				inde'l-cimâ' 
				
				(cima anında) 
				erkek ile 
				kadın, o sûrete nazar etmek 
				
				(bakmak) 
				üzere, 
				emâkinde 
				
				(mevkilerde) 
				ekâbir-i 
				hükemâdan 
				
				(büyük âlimlerden) 
				fuzalânın
				
				
				(faziletli kişilerin) 
				
				sûretlerini tasvîr 
				
				(hayal etmek, şekillendirmek) 
				ile 
				emrederler. Zîrâ 
				
				(çünkü) 
				hayâlde 
				muntabi' 
				
				(resmedilmiş) 
				olan şey, 
				tabîatta
				
				te'sîr
				
				
				(etki) 
				eder. İmdi 
				o sûret üzerine olan bu kuvve-i hayâliyye 
				
				(hayal gücü),
				
				
				 mâ'dan
				
				
				(sudan) 
				tekevvün 
				eden 
				
				(oluşan) 
				veledde
				
				
				(çocukta) 
				zâhir olur
				
				
				(görülür).
				
				
				 Ve 
				bu ilm-i tabîatta 
				
				(tabiat ilminde) 
				bir sırr-ı 
				acîbdir 
				
				(acaip, şaşılacak bir sırdır)." 
				
				İmdi havf-i 
				zinâ 
				
				(zinadan korkmak) 
				sebebiyle 
				Hz: Meryem'de hâsıl olan 
				
				(oluşan) 
				inkıbâzın
				
				
				(sıkıntının) 
				def’i
				
				
				(giderilmesi) 
				için, 
				Cebrâîl (a.s.) ona, "Ben ancak senin Rabb'inin resûlüyüm; sana 
				ednâs-ı tabîiyyeden 
				
				(tabiatın kirliliklerinden) 
				pâk 
				
				
				(arınık) 
				ve tâhir
				
				
				(temiz) 
				bir erkek 
				evlâd bahşetmek 
				
				(vermek) 
				için 
				geldim" deyince, Hz. Meryem'in kabzı 
				
				(sıkıntısı) 
				basta
				
				
				(ferahlığa) 
				tebeddül 
				eyledi 
				
				(dönüştü) 
				ve sadrı
				
				
				(göğsü) 
				münşerih 
				oldu 
				(ferahladı).
				
				Zîrâ
				
				
				(çünkü) 
				
				................................................(Al-i İmrân, 
				3/45) âyet-i kerîmesinde ihbâr buyrulduğu 
				
				(haber verildiği) 
				üzere, 
				Allah Teâlâ mukaddemâ 
				
				(önce) 
				
				kendisinden İsa (a.s.)’ın tevellüd edeceğini 
				
				(doğacağını) 
				Hz. 
				Meryem'e tebşîr buyurmuş 
				
				(müjdelemiş) 
				idi. Ve 
				cenâb-ı Meryem bu va'd-i İlahi’nin 
				
				(Hakk’ın sözünün) 
				zuhûruna
				
				
				(meydana çıkmasını) 
				müterakkıb
				
				
				(umuyor, bekliyor) 
				idi. 
				Cebrâil (a.s.)’dan bu sözü işitince, eser-i tebşîrin 
				
				(müjde eserinin) 
				vakt-i 
				zuhûru 
				
				(açığa çıkma vakti) 
				geldiğini 
				ve beşer 
				
				(insan) 
				sûretinde 
				zâhir olan 
				
				(görülen) 
				şahsın 
				melek olduğunu bildi; kalbinde bir inbisât 
				
				(genişleme) 
				ve inşirâh
				
				
				(ferahlık) 
				husûle 
				geldi. İşte bu inbisât 
				
				(genişleme) 
				ve inşirâh
				
				
				(ferahlık) 
				hîninde,
				
				
				(sırasında) 
				cenâb-ı 
				Cebrâil, Hz. Meryem'e İsa (a.s.)’ı nefh etti 
				
				(üfledi).
				
				
				 Ve 
				şu halde cenâb-ı Cibrîl 
				
				(Cebrail a.s.),
				
				
				 rusül-i 
				kirâma 
				
				(ulu Resule, Peygambere) 
				vahy-i 
				İlahi’yi 
				
				(İlahi vahyi) 
				naklettiği
				
				
				(aktardığı) 
				gibi, 
				“kelimetullah” 
				
				(Allah kelamı) 
				olan cenâb-ı 
				İsa'yı Hz. Meryem'e nakl eyledi 
				
				(aktardı).
				
				Ve Hz. 
				Cibrîl'in 
				
				(Cebrail a.s.) 
				bu nakli
				
				
				(aktarışı),
				
				Resûl 
				(a.s.)’ın Kelâmullâh'ı 
				
				(Allah kelamını) 
				ûmmetine 
				nakletmesine 
				
				(aktarmasına, taşımasına) 
				benzer. 
				Zîrâ 
				
				(çünkü) 
				(S.a.v.) 
				Efendimiz, Allah Teâlâ'nın Kur'ân-ı Kerîm’de beyan buyurduğu
				
				
				(bildirdiği) 
				
				.................................... (Nisâ, 4/171) kavlini
				
				
				(sözlerini) 
				hurûf
				
				
				(harfler) 
				ve zurûf
				
				
				(zarflar) 
				/ 
				kisvesine 
				
				(elbisesiyle) 
				giydirip 
				bizlere nakleyledi 
				
				(taşıdı, aktardı).
				
				Ve her bir 
				"kelime", delâlet eylediği 
				
				(işaret ettiği) 
				ma'nânın o 
				sûrette 
				
				(şekilde, biçimde) 
				
				taayyûnünden 
				
				(meydana çıkışından) 
				başka bir 
				şey değildir. Ve "ma'nâ" o sûretin rûhudur. Şu halde, cism-i İsa
				
				
				(İsa a.s. ‘ın bedeni),
				
				bu âlemde
				
				
				(dünyada) 
				zâhir olan
				
				
				(açığa çıkan, görülen) 
				Allah 
				Teâlâ'nın kelimelerinden bir "kelime"dir. Ve onun delâlet 
				
				
				(işaret) 
				ettiği "ma'nâ" 
				rûh-ı İsevîdir 
				
				(İsa a.s.’ ın ruhudur) 
				ki, o da 
				onun Rabb-i hâssı 
				
				(kendi öz rabbi) 
				olan ism-i 
				Bâtın'dır 
				
				(batın ismidir).
				
				Gerçi İsa 
				(a.s.), kâmil olmak 
				
				(eksiksiz, tam, mükemmel olması) 
				hasebiyle 
				"Allah" ism-i câmi'inin 
				
				(bütün isimleri toplayan Allah isminin) 
				mazharı
				
				
				(göründüğü mahal, birim) 
				ise de, bu 
				ism-i câmi'in tahtında 
				
				(bütün isimleri kendinde toplamış olan ismin altında) 
				
				bulunan kâffe-i esmânın 
				
				(bütün esmanın) 
				ahkâmı
				
				
				(hükümleri) 
				onda 
				i'tidâl 
				
				(denge, ölçülülük) 
				üzere 
				zâhir 
				
				(açığa çıkmış görünmüş) 
				değildir. 
				Nitekim sûret-i tevellüdü 
				
				(suretinin doğumu) 
				ve 
				Yahûdîler tarafından vâkı' olan 
				
				(gerçekleşen) 
				sûikasd
				
				
				(öldürmeleri) 
				üzerine 
				ref’i 
				
				(yukarı kaldırılması, yüceltilmesi),
				
				i'tidâlden 
				baîddir 
				
				(ölçülü, uygun oluştan uzaktır).
				
				Ve kâffe-i 
				esmâ-i İlahiyye’nin 
				
				(bütün İlahi esmanın) 
				i'tidâl 
				üzere 
				
				(dengeli, eşit ölçüde) 
				zuhûru
				
				
				(açığa çıkışı),
				
				ancak 
				hâtem-i Enbiyâ 
				
				(son Nebi, Peygamber) 
				(s.a.v.) 
				Efendimiz'e mahsûstur 
				
				(aittir).
				
				Ve kezâ
				
				
				(böylece) 
				Kur'ân, 
				kelâmullahdır 
				
				(Allah kelamıdır) 
				ve bu 
				kelâmullâhın 
				
				(Allah kelamının) 
				cismi, 
				inde'ttelaffuz 
				
				(telaffuz esnasında) 
				harf ve 
				savt 
				
				(ses) 
				ve inde't-tahrîr
				
				
				(yazma esnasında) 
				hurûf-i 
				menkûşe sûretleridir 
				(şekle bürünmüş harfler biçimindedir).
				
				Ve bu 
				esvât 
				
				(sesler) 
				ve suver
				
				
				(şekiller), 
				ancak ma'nâlarından dolayı müteayyin olur 
				
				(zahir olur, meydana çıkar).
				
				Binâenaleh
				
				
				(nitekim) 
				cenâb-ı 
				Cibrîl'in 
				
				(Cebrail a.s.) 
				rûh ve 
				ma'nâ-yı İsevîyi 
				
				(Hz. İsa a.s.’ın ruhunun manalarını) 
				Hz. 
				Meryem'e nakli 
				
				(aktarması, taşıması),
				
				maânî-yi 
				kelâmullâhı 
				
				(Allah kelamının manalarını) 
				Resûl'e 
				naklinin 
				
				(aktarmasının) 
				mislidir
				
				
				(benzeridir).
				
				
				 Ve 
				Resûl'e 
				
				(Peygambere) 
				cenâb-ı 
				Cibrîl 
				
				(Cebrail a.s.) 
				tarafından 
				naklolunan 
				
				(aktarılan) 
				maânî
				
				
				(manalar),
				
				Resûl
				
				
				(Peygamber) 
				tarafından 
				dahi ümmetine öylece naklolunur 
				
				(taşınıp aktarılır).
				
				
				 Şu 
				halde aradaki fark, ancak o ma'nâların suver-i müteayyinesinin
				
				
				(beliren, meydana çıkan suretlerinin) 
				
				tehâlüfünden 
				
				(değişik olmasından) 
				ibârettir. 
				
				İmdi 
				Meryem'de şehvet sârî oldu. Binâenaleyh, cism-i İsa, Meryem 
				tarafından mâ'-i muhakkaktan ve Cebrâîl tarafından da, bu nefhin 
				rutubetinde sârî olan mâ'-i mütevvehhemden mahlûk oldu. Zîrâ 
				cism-i hayvânîden olan nefh, onda rükn-i mâ'dan ba'zı şey mevcûd 
				olmasından nâşî, ratbdır. Böyle olunca cism-i İsa mâ'-i 
				mütevvehhemden ve mâ'-i muhakkaktan tekevvûn etti. Ve bu nev'-i 
				insânîde tekvîn, ancak hükm-i mu'tâd üzere vâkı' olmak için, 
				vâlidesinin eclinden ve Cebrâîl'in sûret-i beşerde temessülü 
				eclinden, sûret-i beşer üzere çıktı, Böyle olunca  (a.s.) 
				mevtâyı ihyâ eder çıktı. Zîrâ o, "rûh-i İlahi" dir.'Ve ihyâ 
				Allâh'ın ve nefh İsa (a.s.)’ın idi. Nasıl ki nefh Cibrîl'in, ve 
				"kelime" Allâh'ın idi. Îmdi emvât için İsa'nın ihyâsı, onun 
				nefhinden zâhir olan şey haysiyyetiyle, ihyâ-yı muhakkak idi. Ve 
				yine onun ihyâsı kendisinden olduğu mütevehhem idi ve belki 
				Allah'dan idi. Böyle olunca İsa, üzerine halk olunduğu kendi 
				hakîkatinden nâşî -ki nitekim biz onun mâ'-i mütevehhem ile mâ'-i 
				muhakkaktan mahlûk olduğunu zikr ettik ihyâ-yı muhakkak ile 
				ihyâ-yı mütevehhemi cem' etti. İhyâ ona, min-vechin tarîk-ı 
				tahkîk ile ve min-vechin tarîk-ı tevehhüm ile nisbet olunur. 
				Binâenaleyh onun hakkında tarîk-ı tahkîktan ................... 
				(Bk. Âl-i İmrân, 3/49) denildi: Ve onun  hakkındâ tarîk-ı 
				tevehhümden ……………. (Bk. Âl-i İmrân, 3/49 ve Mâide, 5/ 110) 
				denildi. Böyle olunca mecrûrda âmil, ........... dur; .......... 
				değildir. Ve onda âmil ............ olmak dahi muhtemeldir. 
				Sûret-i cismiyye-i hissiyyesi haysiyyetinden tayr olur . (9). 
				
				Ya'nî 
				Cibrîl 
				
				(Cebrail) 
				(a.s.)’ın 
				nefhı 
				
				(üflemesi) 
				üzerine, 
				Hz. Meryem'de şehvet sârî 
				
				(sereyan etmiş, yayılmış) 
				ve 
				ihtilâma müşâbih 
				
				(uyurken cenabet olmağa benzer) 
				bir hâl
				
				
				(oluş) 
				içinde 
				inzâl  
				
				(boşalma) 
				vâkı' 
				oldu. 
				
				(gerçekleşti) 
				Böyle 
				olunca cism-i İsa, 
				
				(İsa a.s’ın bedeni) 
				Meryem 
				tarafına nazaran 
				
				(göre) 
				mâ'-i 
				muhakkaktan 
				
				(gerçek sudan) 
				ve Cebrâîl 
				tarafına nazaran, 
				
				(göre) 
				onun 
				nefhinin 
				
				(nefesinin) 
				
				rutûbetinde mündemic olan 
				(bulunan) 
				mâ'-i 
				mütevehhemden 
				(zannedilen sudan) 
				mahlûk
				
				
				(yaratık) 
				olmuş 
				oldu. Çünkü Hz. Meryem'in hîn-i inzâlinde 
				
				(boşalması sırasında) 
				vücûdundan 
				rahmine seyelân eden 
				
				(akan) 
				su, onun 
				vücûd-i unsurîsi 
				
				(madde bedeni) 
				hasebiyle 
				akan bir mâ'-i muhakkak 
				
				(gerçek su) 
				idi. Zîrâ
				
				
				(çünkü) 
				âlem-i 
				kesîf-i şehâdetin 
				
				(madde âlem olan bu gördüğümüz dünyanın) 
				mâ-fevkı
				
				
				(üstünde) 
				olan 
				merâtibdeki 
				
				(mertebelerdeki) 
				suver
				
				
				(suretler),
				
				bu âleme 
				tenezzül etmedikçe 
				
				(inmedikçe) 
				tahakkuk-i 
				kâmil 
				
				(tamlığın mükemmelliyetin gerçekleşmesi) 
				vâkı' 
				olmaz 
				
				(oluşmaz).
				
				Hz. Cibrîl
				
				
				(Cebrail a.s.) 
				ise, beşer 
				sûretinde mütemessil 
				
				(insan şekline girmiş, cisimlenmiş) 
				olan rûh 
				olduğundan, bu âlem-i kesâfette 
				
				(madde âleminde, dünyada) 
				tahakkuk 
				etmiş 
				
				(gerçekleşmiş) 
				bir 
				sûret-i unsuriyye 
				
				(madde suret) 
				değil idi. 
				Belki onun sûreti, 
				
				(bedeni) 
				bir 
				sûret-i mütevehhem 
				
				(bir suret, beden sanılıyor) 
				idi. Ve o 
				sûrete müteallık 
				
				(ait) 
				olan ahvâl
				
				
				(hallerin) 
				ve 
				şuûnâtın 
				
				(işlerin) 
				kâffesi
				
				
				(hepsi) 
				mütevehhem
				
				
				(zannedilen, sanılan) 
				
				bulunduğundan, onun nef’hinin 
				
				(üfürüğünün) 
				rutûbetinde mündemic 
				
				 olan
				
				
				(bulunan) 
				su 
				rüknünden 
				
				(suyun temelinde)  
				bulunan 
				şey dahi mütevehhem 
				
				(sanılan şey) 
				idi. Ya'nî 
				Hz. Cibrîl, 
				
				(Hz. Cebrail a.s.) 
				nefesini 
				hârice 
				
				(dışarı) 
				çıkarmak 
				sûretiyle "hoh" dedi: Ve cism-i hayvânîde 
				
				(hayvan cisminde (bedeninde) 
				olan bu 
				gibi nefhde 
				
				(üfürme şeklinde),
				
				
				 su 
				rüknünden olan 
				(suyun oluşumunu meydana getiren) 
				ba'zı 
				mevâdd 
				
				(maddeler) 
				mevcûddur. 
				Zîrâ 
				
				(çünkü) 
				nefes-i 
				hayvânî 
				
				(hayvanların nefesi) 
				râtıbdır
				
				
				(rutubetlidir, nemlidir).
				
				
				 Ve 
				nefeste su rüknünden olan 
				(suyun temelini oluşturan) 
				mevâdd
				
				
				(maddeler) 
				
				müvellidü'l-mâ' 
				
				(hidrojen) 
				ile 
				müvellidü'l-humûzadır. 
				
				(oksijendir) 
				
				İmdi beşer 
				sûretinde 
				
				(insan şeklinde) 
				mütemessil
				
				
				(şekle bürünmüş, cisimlenmiş) 
				olan cenâb-ı 
				Cibrîl 
				
				(Cebrail a.s.) 
				"hoh" diye 
				nefh edince 
				
				(üfürünce) 
				ihrâc 
				ettiği 
				
				(dışarı çıkardığı) 
				bu nefesin 
				rutubetinde 
				
				(neminde) 
				de rükn-i 
				mâ'dan 
				
				(suyun temelini oluşturan) 
				ba'zı 
				mevâdd 
				
				(maddeler) 
				mevcûd idi 
				ki, o mevâdd, 
				
				(maddeler) 
				cenâb-ı 
				Meryem'in vücûduna sârî olup 
				
				(bulaşıp, yayılıp) 
				onda 
				şehveti tahrîk eyledi. Fakat Hz. Cibrîl'in 
				
				(Cebrail a.s.’ın) 
				sûret-i 
				beşeriyyesi 
				
				(insan suretinde oluşu) 
				gibi nefhi
				
				
				(üfürdüğü nefesi) 
				ve bu 
				nefhin 
				
				(nefesin) 
				
				rutûbetinde 
				
				(neminde) 
				mündemic
				
				
				(bulunan) 
				
				müvellidü'l-mâ' 
				
				(hidrojen) 
				ile 
				müvellidü'lhumûza 
				
				(oksijen) 
				dahi, 
				mütevehhem olan 
				(vehm olunan) 
				rükn-i 
				mâ'dan idiler 
				(suyun temel yapısını oluşturanlardandı).
				
				İşte bunun 
				için cism-i İsa 
				
				(İsa a.s.’ın bedeni) 
				, 
				
				 mâ'-i 
				muhakkak 
				
				(hakiki su) 
				ile mâ'-i 
				mütevehhemden 
				
				(vehm olunan, var sanılan sudan) 
				tekevvün 
				etti 
				
				(meydana geldi).
				
				Ve bu nev'-i 
				insânîde 
				
				(insan türünde) 
				tekvîn
				
				
				(yaratma) 
				ve halk-ı 
				İlahi 
				
				(İlahi yaratma),
				
				
				 ancak 
				hükm-i mu'tâd 
				
				(alışılmış hüküm) 
				üzere 
				beşer sûretinde 
				
				(insan şeklinde) 
				vâkı' 
				olmak 
				
				(gerçekleşmek) 
				için, İsa 
				(a.s.), vâlidesi 
				
				(annesi) 
				beşer 
				sûretinde 
				
				(insan suretinde) 
				/ olduğu 
				ve Hz. Cibrîl 
				
				(Cebrail a.s) 
				beşer 
				sûretinde 
				
				(insan suretinde) 
				temessül 
				etmiş 
				
				(cisimlenmiş, suretlenmiş) 
				bulunduğu 
				cihetle 
				
				(yönüyle),
				
				kendisi "rûhullah"
				
				
				(Allah ruhu) 
				olduğu 
				halde beşer sûretinde 
				
				(insan suretinde) 
				musavver
				
				
				(tasavvur olunmuş, tasarlanmış) 
				olarak 
				meydân-ı zuhûra 
				
				(açık meydana) 
				çıktı. Ve 
				cenâb-ı İsa, "rûh-ı İlahi" 
				
				(İlahi ruh, Allah  ruhu) 
				olduğu 
				için, mevtâyı 
				
				(ölüyü) 
				ihyâ eder
				
				
				(diriltir) 
				bir halde 
				zâhir oldu 
				
				(göründü).
				
				Ve onun bu 
				ihyâsı keyfiyyetinde 
				
				(diriltme hususunda),
				
				
				 ihyâ,
				
				
				(can verme) 
				Allâh'ın 
				ve nefh 
				
				(nefes) 
				İsa 
				(a.s.)’ın idi. Nasıl ki Hz. Meryem'e vâkı' olan 
				(gerçekleşen) 
				nefh
				
				
				(nefes) 
				Hz. 
				Cibrîl'in 
				
				(Cebrail a.s’ın) 
				ve 
				"kelime" olan rûh-ı musavver-i İsevî 
				
				(İsa a.s.’ın cisimlenmiş ruhu) 
				Allâh’ın 
				idi. Şu halde İsa (a.s.)’ın ölüleri diriltmesi, onun nefhınden
				
				
				(nefesinden) 
				enzâr-ı 
				hissiyyede 
				
				(gözle bakıldığında) 
				eser-i 
				hayâtın 
				
				(hayat eserinin) 
				zuhûru
				
				
				(meydana gelişi) 
				
				haysiyyetiyle, 
				
				(husussuyla) 
				ihyâ-yı 
				muhakkak 
				
				(gerçek diriltme) 
				idi. Ve 
				yine bu ihyâ 
				
				(can verme),
				
				İsa 
				(a.s.)’ın kendisinden olduğu mütevehhem idi 
				(sanılandı, vehm olunandı);
				
				belki bu 
				ihyâ 
				
				(can verme) 
				Allah'dan 
				idi. Çünkü hakîkatte vücûd ve nefh 
				
				(nefes) 
				
				Hakk'ındır. 
                
                (Devam edecek)    
                
                Derleyen: 
                Asliye Tavşanlı 
                asliye@hotmail.com 
                
                İstanbul-15.02.2005 
                
                http://sufizmveinsan.com 
                 
                |