BU FASS
KELİME-İ ÎSEVİYYE'DE MÜNDEMİC HİKMET-İ NEBEVİYYE"
BEYÂNINDANDIR
Ma'
lûm olsun ki, veled-i cemîl ve sâlih husûlünü
(çocuğunun iyi ve güzel olmasını)
murâd eden
zevc
(erkek)
ve zevce
(kadın)
hîn-i
mukârenette
(birleşme sırasında)
zâhiren
(görünüşte)
ve bâtınen
(maneviyatta)
âdâb-ı
cimâ'a
(cinsi münasebet usullerine)
be-gâyet
(gayet fazla)
riâyetkâr
olmak
(saygılı olması, gözetmesi)
lâzımdır.
Zîrâ
(çünkü)
hîn-i
inzâlde
(boşalma anında)
zevc
(erkek)
ve
zevcenin
(kadının)
muhayyilelerinde
(hayallerinde, düşüncelerinde)
zâhir olan
(açığa çıkan)
ahvâl
(oluşların, hallerin)
ve suverin
(suretlerin)
veled
(çoçuk)
üzerinde
te'sîr-i azîmi
(büyük etkisi)
vardır.
Hattâ nakl olunur ki, bir kadın, beşeresi
(derisi)
yılan
beşeresine
(derisine)
müşâbih
(benzer)
olarak
sûret-i beşerde
(insan suretinde)
bir çocuk
doğurmuş. Sebebi tefahhus olundukda
(iyice incelediklerinde, araştırdıklarında)
hîn-i
cimâ'da
(cima anında)
gözünün
bir yılana iliştiğini beyân etmiştir
(açıklamıştır).
Ve
kezâ, bilfarz
(diyelim ki)
bir
Müslime
(Müslüman bir kadın)
zevciyle
(kocasıyla)
hîn-i
mücâmaada
(cinsi münasebet sırasında),
meyl-i
kalbîsi olan
(kalbinin meylettiği)
bir Müslim
ve gayr-i Müslim
(Müslüman ve Müslüman olmayan)
erkeğin
kendisine cimâ' ettiğini tahayyül etmek
(hayal etmek)
sûretiyle
mütelezziz olsa
(hoşlansa)
veyâhut
bir zevc
(koca)
zevcesine
(karısına)
cimâ'
ederken kezâ
(böylece)
kendinin /
meyl-i kalbîsi bulunan
(kalbinin meylettiği)
Müslim
ve gayr-i
Müslim
(Müslüman veya Müslüman olmayan)
bir
fâhişeyi vaty eylediğini
(çiftleştiğini)
farz
(sanıp)
ve
tahayyül eylese
(hayal etse, düşünse)
ve
tarafeynin
(iki tarafın)
bu gibi
farz
(sanmaları)
ve
tahayyülleri
(düşünmeleri)
esnâsında
inzâl
(boşalma)
vâkı' olup
(gerçekleşip)
zevce
(kadın)
hâmile
olsa, çocukta o suver-i mütehayyilenin
(hayal ettiği, düşündüğü o suretin)
ahlâk ve
ef’âli
(fiilleri)
zâhir olur
(görülür).
İşte bunun
içindir ki, sâlih
(iyi, güzel)
ebeveynden
(anne babadan),
kâfir ve
fâcir
(fena huylu)
ve fâsık
(günah işleyen)
ve kâfir,
fâcir
(kötü huylu)
ve fâsık
(günahkâr)
ebeveynden
(anne babadan)
dahi
Mü'min
(Müslüman)
ve sâlih
(iyi, güzel huylu)
evlâd
çıkmaktadır. Ve işte bunun içindir ki, veled-i zinâ
(zina çocuğu)
cennet-i
kalbe
(manevi cennete, kalb cennetine, ruh cennetine)
dâhil
olmaz
(girmez, katılmaz),
derler.
Zîrâ
(çünkü)
ebeveyin
yekdîğerine
(birbirlerine)
mukâreneti
(birleşmesi)
edeb ve
salâh
(iyilik, rahatlık)
üzerine
değildir. Âdâb-ı cimâ`
(cima kaideleri, usulleri)
İbrâhim
Hakkı (k.s.) hazretlerinin Ma'rifetnâme'sinde
tafsîl
(geniş olarak açıklanmış)
ve beyân
olunmuştur
(anlatılmıştır).
Hayru'l-halef
tekvînini
(hayırlı evlad olmasını)
murâd
edenler oraya mürâcaatla istifâde edebilirler. Ve cenâb-ı Şeyh-i
Ekber (r.a.) bu hakîkati, Fütûhât-ı Mekkiyye'nin
yüz seksen sekizinci bâbında
(bölümünde)
böylece
beyan buyururlar
(anlatırlar):
Ya'nî "İnde'l-cimâ
(cinsi temas anında)
kadın bir
sûrete nazar ettikde
(baktığında)
veyâhut
inde'l-vikâ ve'l-inzâl
(cinsi birleşme ve boşalma sırasında)
erkek bir
sûreti tahayyül ettikde
(hayal ettiğinde, düşündüğünde),
çocuk
tahayyül olunan
(hayal edilen, düşünülen)
sûretin
hulku
(tabiatı, huyu)
üzerine
olur. Bunun için hükemâ (âlimler),
inde'l-cimâ'
(cima anında)
erkek ile
kadın, o sûrete nazar etmek
(bakmak)
üzere,
emâkinde
(mevkilerde)
ekâbir-i
hükemâdan
(büyük âlimlerden)
fuzalânın
(faziletli kişilerin)
sûretlerini tasvîr
(hayal etmek, şekillendirmek)
ile
emrederler. Zîrâ
(çünkü)
hayâlde
muntabi'
(resmedilmiş)
olan şey,
tabîatta
te'sîr
(etki)
eder. İmdi
o sûret üzerine olan bu kuvve-i hayâliyye
(hayal gücü),
mâ'dan
(sudan)
tekevvün
eden
(oluşan)
veledde
(çocukta)
zâhir olur
(görülür).
Ve
bu ilm-i tabîatta
(tabiat ilminde)
bir sırr-ı
acîbdir
(acaip, şaşılacak bir sırdır)."
İmdi havf-i
zinâ
(zinadan korkmak)
sebebiyle
Hz: Meryem'de hâsıl olan
(oluşan)
inkıbâzın
(sıkıntının)
def’i
(giderilmesi)
için,
Cebrâîl (a.s.) ona, "Ben ancak senin Rabb'inin resûlüyüm; sana
ednâs-ı tabîiyyeden
(tabiatın kirliliklerinden)
pâk
(arınık)
ve tâhir
(temiz)
bir erkek
evlâd bahşetmek
(vermek)
için
geldim" deyince, Hz. Meryem'in kabzı
(sıkıntısı)
basta
(ferahlığa)
tebeddül
eyledi
(dönüştü)
ve sadrı
(göğsü)
münşerih
oldu
(ferahladı).
Zîrâ
(çünkü)
................................................(Al-i İmrân,
3/45) âyet-i kerîmesinde ihbâr buyrulduğu
(haber verildiği)
üzere,
Allah Teâlâ mukaddemâ
(önce)
kendisinden İsa (a.s.)’ın tevellüd edeceğini
(doğacağını)
Hz.
Meryem'e tebşîr buyurmuş
(müjdelemiş)
idi. Ve
cenâb-ı Meryem bu va'd-i İlahi’nin
(Hakk’ın sözünün)
zuhûruna
(meydana çıkmasını)
müterakkıb
(umuyor, bekliyor)
idi.
Cebrâil (a.s.)’dan bu sözü işitince, eser-i tebşîrin
(müjde eserinin)
vakt-i
zuhûru
(açığa çıkma vakti)
geldiğini
ve beşer
(insan)
sûretinde
zâhir olan
(görülen)
şahsın
melek olduğunu bildi; kalbinde bir inbisât
(genişleme)
ve inşirâh
(ferahlık)
husûle
geldi. İşte bu inbisât
(genişleme)
ve inşirâh
(ferahlık)
hîninde,
(sırasında)
cenâb-ı
Cebrâil, Hz. Meryem'e İsa (a.s.)’ı nefh etti
(üfledi).
Ve
şu halde cenâb-ı Cibrîl
(Cebrail a.s.),
rusül-i
kirâma
(ulu Resule, Peygambere)
vahy-i
İlahi’yi
(İlahi vahyi)
naklettiği
(aktardığı)
gibi,
“kelimetullah”
(Allah kelamı)
olan cenâb-ı
İsa'yı Hz. Meryem'e nakl eyledi
(aktardı).
Ve Hz.
Cibrîl'in
(Cebrail a.s.)
bu nakli
(aktarışı),
Resûl
(a.s.)’ın Kelâmullâh'ı
(Allah kelamını)
ûmmetine
nakletmesine
(aktarmasına, taşımasına)
benzer.
Zîrâ
(çünkü)
(S.a.v.)
Efendimiz, Allah Teâlâ'nın Kur'ân-ı Kerîm’de beyan buyurduğu
(bildirdiği)
.................................... (Nisâ, 4/171) kavlini
(sözlerini)
hurûf
(harfler)
ve zurûf
(zarflar)
/
kisvesine
(elbisesiyle)
giydirip
bizlere nakleyledi
(taşıdı, aktardı).
Ve her bir
"kelime", delâlet eylediği
(işaret ettiği)
ma'nânın o
sûrette
(şekilde, biçimde)
taayyûnünden
(meydana çıkışından)
başka bir
şey değildir. Ve "ma'nâ" o sûretin rûhudur. Şu halde, cism-i İsa
(İsa a.s. ‘ın bedeni),
bu âlemde
(dünyada)
zâhir olan
(açığa çıkan, görülen)
Allah
Teâlâ'nın kelimelerinden bir "kelime"dir. Ve onun delâlet
(işaret)
ettiği "ma'nâ"
rûh-ı İsevîdir
(İsa a.s.’ ın ruhudur)
ki, o da
onun Rabb-i hâssı
(kendi öz rabbi)
olan ism-i
Bâtın'dır
(batın ismidir).
Gerçi İsa
(a.s.), kâmil olmak
(eksiksiz, tam, mükemmel olması)
hasebiyle
"Allah" ism-i câmi'inin
(bütün isimleri toplayan Allah isminin)
mazharı
(göründüğü mahal, birim)
ise de, bu
ism-i câmi'in tahtında
(bütün isimleri kendinde toplamış olan ismin altında)
bulunan kâffe-i esmânın
(bütün esmanın)
ahkâmı
(hükümleri)
onda
i'tidâl
(denge, ölçülülük)
üzere
zâhir
(açığa çıkmış görünmüş)
değildir.
Nitekim sûret-i tevellüdü
(suretinin doğumu)
ve
Yahûdîler tarafından vâkı' olan
(gerçekleşen)
sûikasd
(öldürmeleri)
üzerine
ref’i
(yukarı kaldırılması, yüceltilmesi),
i'tidâlden
baîddir
(ölçülü, uygun oluştan uzaktır).
Ve kâffe-i
esmâ-i İlahiyye’nin
(bütün İlahi esmanın)
i'tidâl
üzere
(dengeli, eşit ölçüde)
zuhûru
(açığa çıkışı),
ancak
hâtem-i Enbiyâ
(son Nebi, Peygamber)
(s.a.v.)
Efendimiz'e mahsûstur
(aittir).
Ve kezâ
(böylece)
Kur'ân,
kelâmullahdır
(Allah kelamıdır)
ve bu
kelâmullâhın
(Allah kelamının)
cismi,
inde'ttelaffuz
(telaffuz esnasında)
harf ve
savt
(ses)
ve inde't-tahrîr
(yazma esnasında)
hurûf-i
menkûşe sûretleridir
(şekle bürünmüş harfler biçimindedir).
Ve bu
esvât
(sesler)
ve suver
(şekiller),
ancak ma'nâlarından dolayı müteayyin olur
(zahir olur, meydana çıkar).
Binâenaleh
(nitekim)
cenâb-ı
Cibrîl'in
(Cebrail a.s.)
rûh ve
ma'nâ-yı İsevîyi
(Hz. İsa a.s.’ın ruhunun manalarını)
Hz.
Meryem'e nakli
(aktarması, taşıması),
maânî-yi
kelâmullâhı
(Allah kelamının manalarını)
Resûl'e
naklinin
(aktarmasının)
mislidir
(benzeridir).
Ve
Resûl'e
(Peygambere)
cenâb-ı
Cibrîl
(Cebrail a.s.)
tarafından
naklolunan
(aktarılan)
maânî
(manalar),
Resûl
(Peygamber)
tarafından
dahi ümmetine öylece naklolunur
(taşınıp aktarılır).
Şu
halde aradaki fark, ancak o ma'nâların suver-i müteayyinesinin
(beliren, meydana çıkan suretlerinin)
tehâlüfünden
(değişik olmasından)
ibârettir.
İmdi
Meryem'de şehvet sârî oldu. Binâenaleyh, cism-i İsa, Meryem
tarafından mâ'-i muhakkaktan ve Cebrâîl tarafından da, bu nefhin
rutubetinde sârî olan mâ'-i mütevvehhemden mahlûk oldu. Zîrâ
cism-i hayvânîden olan nefh, onda rükn-i mâ'dan ba'zı şey mevcûd
olmasından nâşî, ratbdır. Böyle olunca cism-i İsa mâ'-i
mütevvehhemden ve mâ'-i muhakkaktan tekevvûn etti. Ve bu nev'-i
insânîde tekvîn, ancak hükm-i mu'tâd üzere vâkı' olmak için,
vâlidesinin eclinden ve Cebrâîl'in sûret-i beşerde temessülü
eclinden, sûret-i beşer üzere çıktı, Böyle olunca (a.s.)
mevtâyı ihyâ eder çıktı. Zîrâ o, "rûh-i İlahi" dir.'Ve ihyâ
Allâh'ın ve nefh İsa (a.s.)’ın idi. Nasıl ki nefh Cibrîl'in, ve
"kelime" Allâh'ın idi. Îmdi emvât için İsa'nın ihyâsı, onun
nefhinden zâhir olan şey haysiyyetiyle, ihyâ-yı muhakkak idi. Ve
yine onun ihyâsı kendisinden olduğu mütevehhem idi ve belki
Allah'dan idi. Böyle olunca İsa, üzerine halk olunduğu kendi
hakîkatinden nâşî -ki nitekim biz onun mâ'-i mütevehhem ile mâ'-i
muhakkaktan mahlûk olduğunu zikr ettik ihyâ-yı muhakkak ile
ihyâ-yı mütevehhemi cem' etti. İhyâ ona, min-vechin tarîk-ı
tahkîk ile ve min-vechin tarîk-ı tevehhüm ile nisbet olunur.
Binâenaleyh onun hakkında tarîk-ı tahkîktan ...................
(Bk. Âl-i İmrân, 3/49) denildi: Ve onun hakkındâ tarîk-ı
tevehhümden ……………. (Bk. Âl-i İmrân, 3/49 ve Mâide, 5/ 110)
denildi. Böyle olunca mecrûrda âmil, ........... dur; ..........
değildir. Ve onda âmil ............ olmak dahi muhtemeldir.
Sûret-i cismiyye-i hissiyyesi haysiyyetinden tayr olur . (9).
Ya'nî
Cibrîl
(Cebrail)
(a.s.)’ın
nefhı
(üflemesi)
üzerine,
Hz. Meryem'de şehvet sârî
(sereyan etmiş, yayılmış)
ve
ihtilâma müşâbih
(uyurken cenabet olmağa benzer)
bir hâl
(oluş)
içinde
inzâl
(boşalma)
vâkı'
oldu.
(gerçekleşti)
Böyle
olunca cism-i İsa,
(İsa a.s’ın bedeni)
Meryem
tarafına nazaran
(göre)
mâ'-i
muhakkaktan
(gerçek sudan)
ve Cebrâîl
tarafına nazaran,
(göre)
onun
nefhinin
(nefesinin)
rutûbetinde mündemic olan
(bulunan)
mâ'-i
mütevehhemden
(zannedilen sudan)
mahlûk
(yaratık)
olmuş
oldu. Çünkü Hz. Meryem'in hîn-i inzâlinde
(boşalması sırasında)
vücûdundan
rahmine seyelân eden
(akan)
su, onun
vücûd-i unsurîsi
(madde bedeni)
hasebiyle
akan bir mâ'-i muhakkak
(gerçek su)
idi. Zîrâ
(çünkü)
âlem-i
kesîf-i şehâdetin
(madde âlem olan bu gördüğümüz dünyanın)
mâ-fevkı
(üstünde)
olan
merâtibdeki
(mertebelerdeki)
suver
(suretler),
bu âleme
tenezzül etmedikçe
(inmedikçe)
tahakkuk-i
kâmil
(tamlığın mükemmelliyetin gerçekleşmesi)
vâkı'
olmaz
(oluşmaz).
Hz. Cibrîl
(Cebrail a.s.)
ise, beşer
sûretinde mütemessil
(insan şekline girmiş, cisimlenmiş)
olan rûh
olduğundan, bu âlem-i kesâfette
(madde âleminde, dünyada)
tahakkuk
etmiş
(gerçekleşmiş)
bir
sûret-i unsuriyye
(madde suret)
değil idi.
Belki onun sûreti,
(bedeni)
bir
sûret-i mütevehhem
(bir suret, beden sanılıyor)
idi. Ve o
sûrete müteallık
(ait)
olan ahvâl
(hallerin)
ve
şuûnâtın
(işlerin)
kâffesi
(hepsi)
mütevehhem
(zannedilen, sanılan)
bulunduğundan, onun nef’hinin
(üfürüğünün)
rutûbetinde mündemic
olan
(bulunan)
su
rüknünden
(suyun temelinde)
bulunan
şey dahi mütevehhem
(sanılan şey)
idi. Ya'nî
Hz. Cibrîl,
(Hz. Cebrail a.s.)
nefesini
hârice
(dışarı)
çıkarmak
sûretiyle "hoh" dedi: Ve cism-i hayvânîde
(hayvan cisminde (bedeninde)
olan bu
gibi nefhde
(üfürme şeklinde),
su
rüknünden olan
(suyun oluşumunu meydana getiren)
ba'zı
mevâdd
(maddeler)
mevcûddur.
Zîrâ
(çünkü)
nefes-i
hayvânî
(hayvanların nefesi)
râtıbdır
(rutubetlidir, nemlidir).
Ve
nefeste su rüknünden olan
(suyun temelini oluşturan)
mevâdd
(maddeler)
müvellidü'l-mâ'
(hidrojen)
ile
müvellidü'l-humûzadır.
(oksijendir)
İmdi beşer
sûretinde
(insan şeklinde)
mütemessil
(şekle bürünmüş, cisimlenmiş)
olan cenâb-ı
Cibrîl
(Cebrail a.s.)
"hoh" diye
nefh edince
(üfürünce)
ihrâc
ettiği
(dışarı çıkardığı)
bu nefesin
rutubetinde
(neminde)
de rükn-i
mâ'dan
(suyun temelini oluşturan)
ba'zı
mevâdd
(maddeler)
mevcûd idi
ki, o mevâdd,
(maddeler)
cenâb-ı
Meryem'in vücûduna sârî olup
(bulaşıp, yayılıp)
onda
şehveti tahrîk eyledi. Fakat Hz. Cibrîl'in
(Cebrail a.s.’ın)
sûret-i
beşeriyyesi
(insan suretinde oluşu)
gibi nefhi
(üfürdüğü nefesi)
ve bu
nefhin
(nefesin)
rutûbetinde
(neminde)
mündemic
(bulunan)
müvellidü'l-mâ'
(hidrojen)
ile
müvellidü'lhumûza
(oksijen)
dahi,
mütevehhem olan
(vehm olunan)
rükn-i
mâ'dan idiler
(suyun temel yapısını oluşturanlardandı).
İşte bunun
için cism-i İsa
(İsa a.s.’ın bedeni)
,
mâ'-i
muhakkak
(hakiki su)
ile mâ'-i
mütevehhemden
(vehm olunan, var sanılan sudan)
tekevvün
etti
(meydana geldi).
Ve bu nev'-i
insânîde
(insan türünde)
tekvîn
(yaratma)
ve halk-ı
İlahi
(İlahi yaratma),
ancak
hükm-i mu'tâd
(alışılmış hüküm)
üzere
beşer sûretinde
(insan şeklinde)
vâkı'
olmak
(gerçekleşmek)
için, İsa
(a.s.), vâlidesi
(annesi)
beşer
sûretinde
(insan suretinde)
/ olduğu
ve Hz. Cibrîl
(Cebrail a.s)
beşer
sûretinde
(insan suretinde)
temessül
etmiş
(cisimlenmiş, suretlenmiş)
bulunduğu
cihetle
(yönüyle),
kendisi "rûhullah"
(Allah ruhu)
olduğu
halde beşer sûretinde
(insan suretinde)
musavver
(tasavvur olunmuş, tasarlanmış)
olarak
meydân-ı zuhûra
(açık meydana)
çıktı. Ve
cenâb-ı İsa, "rûh-ı İlahi"
(İlahi ruh, Allah ruhu)
olduğu
için, mevtâyı
(ölüyü)
ihyâ eder
(diriltir)
bir halde
zâhir oldu
(göründü).
Ve onun bu
ihyâsı keyfiyyetinde
(diriltme hususunda),
ihyâ,
(can verme)
Allâh'ın
ve nefh
(nefes)
İsa
(a.s.)’ın idi. Nasıl ki Hz. Meryem'e vâkı' olan
(gerçekleşen)
nefh
(nefes)
Hz.
Cibrîl'in
(Cebrail a.s’ın)
ve
"kelime" olan rûh-ı musavver-i İsevî
(İsa a.s.’ın cisimlenmiş ruhu)
Allâh’ın
idi. Şu halde İsa (a.s.)’ın ölüleri diriltmesi, onun nefhınden
(nefesinden)
enzâr-ı
hissiyyede
(gözle bakıldığında)
eser-i
hayâtın
(hayat eserinin)
zuhûru
(meydana gelişi)
haysiyyetiyle,
(husussuyla)
ihyâ-yı
muhakkak
(gerçek diriltme)
idi. Ve
yine bu ihyâ
(can verme),
İsa
(a.s.)’ın kendisinden olduğu mütevehhem idi
(sanılandı, vehm olunandı);
belki bu
ihyâ
(can verme)
Allah'dan
idi. Çünkü hakîkatte vücûd ve nefh
(nefes)
Hakk'ındır.
(Devam edecek)
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-15.02.2005
http://sufizmveinsan.com
|