154. Bölüm

BU FASS KELİME-İ ÎSEVİYYE'DE MÜNDEMİC HİKMET-İ NEBEVİYYE" BEYÂNINDANDIR

İşte cenâb-ı Îsâ mâ'-i mütevehhem (var sanılan, vehmolunan su) ile mâ'-i muhakkaktan (gerçek sudan) halk olunduğunu (yaratıldığı) cihetle (bakımından),  mahzâ (sadece) kendisinin müstenid olduğu (dayandığı) bu hakîkatten nâşî (dolayı),  ihyâ-yı muhakkak (gerçek diriltme, can verme) ile ihyâ-yı mütevehhemi (sanılan, vehmedilen diriltmeyi) cem' etti (topladı).  İhyâ, (diriltme, can verme) cenâb-ı Îsâ'ya bir vecihden (yönden) tarîk-ı tahkîk (tahkik, inceleme yolu) ile ve bir vecihden (yönden) tarîk-ı tevehhüm (vehimlenme yolu) ile nisbet olunur (bağıntılıdır).  Böyle olunca ibâre-i Kur'âniyye (Kuran’daki bu cümle) her iki vechi (yönü) müş'ir olarak (haber vererek) Îsâ (a.s.) hakkında tarîk-ı tahkîktan (tahkik yolundan) ....................... (Bk. Âl-i İmrân, 3/49) ya'nî "Ölüyü diriltir" denildi. Binâenaleyh (nitekim) Allah Teâlâ ihyâ-yı mevtâyı (ölüyü diriltmeyi) ona isnâd eyledi (atfetti). Ve tarîk-ı tevehhümden (vehmolunan yoldan) ............................ (Bk. Âl-i İmrân, 3/49 ve Mâide, 5/110) ya'nî "O tıyne (çamura), nefh eder (üfürür),  Allâh'ın izni ile kuş olur" denildi. Binâenaleyh (nitekim) mecrûrda (harf-i cerle kesreli yani esreli  okutan), ya'nî , "Bi-iznillâh" (Allah’ın izniyle) kavlinde (sözünde) âmil (işi yapan, işleyen),  “yekûnu” kelimesidir; “fe-tenfuhu” kavli (sözü) değildir. Ve mecrûr (esreli) olan "bi-iznillâh" kavlinde (sözünde),  âmilin (işi yapanın) "tenfuhu" kelimesi olmâsı da muhtemeldir. Âmil (işi yapan, işleyen) "tenfuhu" kavli (sözü) olduğuna göre, takdîr-i ibâre (cümlenin değeri) ................................ ya'nî "Îsâ (a.s.)’ın çamurdan yapmış olduğu şey, sûret-i cismiyye-i hissiyyesi (hissedilen madde sureti) cihetinden (bakımından) kuş olur; sûret-i rûhiyye-i hakîkıyyesi (hakikati olan ruh sureti) cihetinden (bakımından) değil" demek olur. Velhâsıl, mecrûrda (esreli okutmada) âmil (işi işleyen, yapan)  "yekûnu" kavli (sözü) olmak câiz  (doğru, olabilir) olduğu gibi, "tenfuhu" kavli (sözü) olmak da câizdir (doğrudur, olabilir).  Ve belki cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a.) "yekûnu" kavli (sözü) olmasını tercîh buyurmuştur. Âmil (işi yapan, işleyen) "yekûnu" kavli olunca ibârenin (cümlenin) tercümesi şöyle olur: "Cenâb-ı Îsâ ona nefh eder (nefes verir),  Allâh'ın izniyle kuş olur". Ve âmil (işi yapan, işleyen) "tenfuhu" kavli (sözü) olunca tercüme de böyle olur:  "Cenâb-ı Îsâ Allâh'ın izniyle nefh eder (nefes verir), kuş olur."

......................... Ve ona ve Allâh'ın iznine ve .................... kavlinin mislinde izn-i kinâyeye nisbet olunan şeyin cemîsi böyledir. İmdi mecûr "tenfuhu"ya müteallık oldukda nâfih nefhınde me'zûnün-leh olur. Ve tâir dahi, Allah'ın izni ile nâfihdan hâsıl olur. Ve nâfıh bilâ-izn nâfih oldukda, tekvîn tâir için olup bi-iznillâh tâir olur. Binâenaleyh, bunun indinde âmil "tekûnu" olur. Ve eğer muhakkak emirde, tevehhüm ve tahakkuk olmasa idi, bu sûret, bu iki vechi kabûl etmez idi. Belki onun için iki vecih vardır. Zîrâ, neş'et-i İseviyye bunu i'tâ eder (10).

Ya'nî Hak Teâlâ Hazretlerinin ............................. kavli (sözü), tahakkuk (gerçekliği) ve tevehhümü (vehimlenmeyi) câmi' olduğu (topladığı) gibi, hârikalardan Hz. Îsâ'nın nefesine ve Allâh'ın iznine ve "bi-iznî ve bi-iznillâh" kavli (sözü) gibi izn-i kinâyeye, (şahıs zamirine nisbet edilen izin) ya'nî zamîr-i mütekellime (konuşan şahısa) nisbet (bağıntılı) olunan şeyin hepsi, kezâlik (böylece) tahakkuk (gerçeklik) ve tevehhüm (vehimlenme) üzeredir. İmdi mecrûr (cerr’li okunan kelime yani esreli okunan kelime) olan "bi-iznillâh" kavli (sözü) "tenfuhu" (“üflersin”) kelimesine merbût olunca (bağlanınca),  nâfıh (nefh edici, üfürücü) olan Hz. Îsâ, nefhınde (nefes vermesinde) me'zûnün-leh (kendisine izin verilmiş olan) olur. Ve kuş dahi Allâh'ın izniyle nâfih (nefes verici) olan cenâb-ı Îsâ'dan husûle gelir (oluşur).  Ve bu, tahakkuk (hakikat olarak meydana çıkma) cihetiyle (yönüyle) olan vecihdir (yüzüdür).  Ve nâfih (nefes verici), izinsiz olarak nâfıh olduğu (nefes verdiği) vakit dahi, tekvîn (yaratma) tâir (kuş) için olup, Allâh'ın izniyle tâir (kuş) olur. İmdi Îsâ (a.s.) izinsiz olarak nefh edip (nefes verip),  çamurdan masnû` (yapılmış) olan kuş izn-i İlâhî (Allah’ın izni) ile kendi nefesinden tekevvün edince (meydana gelince),  Îsâ (a.s.)’ın nefhıyle (nefesiyle) onun halkı (yaratılması) tevehhüm (vehimlenme) cihetiyle (yönüyle) olur. Zîrâ (çünkü) onun hâlıkı (yaratıcısı), tekevvününe (meydana gelmesine) izin veren Hak'tır ve nefh-ı Îsâ'nın (İsa’nın nefesinin) onda dahli (etkisi) yoktur. Ancak nefh-i Îsâ (İsa’nın nefesi) sebebiyle tekevvünü (meydana geldiği) tevehhüm olunur (vehmolunur, öyle sanılır). Binâenaleyh (nitekim) bu i'tibâr indinde (hususa göre) mecrûrda (cerr’li okunan kelimede yani esreli okunanda) âmil (işi işleyen),  ya'nî "bi-iznillâh" kavlinin (sözünün) merbût (bağlı) olduğu fiil, "tekûnu" (“olur”) kavli (sözü) olur. Eğer Îsâ (a.s.)’ın halkına (yaratılmasına) müteveccih (yönelik) olan emr-i İlâhî (İlahi emir) ve şen'-i Rabbânî (Rabbani işler, fiiller),  bir vecihden (yönden) tevehhüm (vehimlenme) ve bir vecihden tahakkuk (gerçeklik) olmasa idi, bu sûret-i İseviyye, (İsa a.s.’ın sureti) bâlâda (yukarıda) îzâh olunduğu (anlatıldığı) üzere, kendisine nisbet (bağıntılı) olunan şeyin kâffesinde (hepsinde) tevehhüm (vehimlenme) ve tahakkuktan (gerçeklikten) ibâret olan bu iki vechi (yönü) kabûl etmez idi. Belki onun için bu iki vecih, ya'nî tevehhüm (vehimlenme) ve tahakkuk (gerçeklik) vecihleri (tarafları) vardır. Zîrâ (çünkü) mâ'-i mütevehhem (vehmedilen su) ile mâ'-i muhakkaktan (gerçek sudan) husûle gelen (oluşan) neş'et-i İseviyye (İsa a.s’ın meydana gelişi) bu iki vechi (yönü) i'tâ eder (verir).

Ve Îsâ, "münkâdûn oldukları halde, cizyeyi elden vermelerini" (Tevbe, 9/29) ve onların birinin yanağına bir tokat vurulsa, tokat vuran kimseye diğer yanağını çevirmesini ve onun üzerine mürtefi' olmamasını ve ondan kısas taleb etmemesini, ümmetine şer  kılmağa varıncaya kadar, tevâzu'dan bir mertebe ile çıktı. Bu, ona vâlidesi cihetindendir. Çünkû kadın için süfl vardır. Böyle olunca onun için tevâzu' sâbittir. Zîrâ o, hükmen ve hissen erkeğin altındadır (11).

Ya'nî Îsâ (a.s.) tevâzu'dan (alçak gönüllülükten) öyle bir mertebe ile zâhir oldu (açığa çıktı) ki, tevâzu'unun (alçak gönüllülüğün) bu mertebesi sebebiyle ümmetine, tâbi' (bağlı) oldukları hükûmete mutî' (itaat ettikleri) ve münkâd oldukları (boyun eğdikleri) halde, haracı kendi elleriyle götürüp vermelerini, ya'nî harac vermek husûsunda tâbi' (bağlı) oldukları hükümdâra aslâ i'tirâz etmemelerini ve birisi birinin yanağına bir tokat vursa, ahz-i intikâma (intikam almaya) kıyâm etmeyip (kalkmayıp) diğer yanağını çevirmesini ve ona galebe etmemesini (üstünlük taslamamasını) ve ondan kısâs-ı şer'î (şeriat kısaslarını (işlenen sucun aynısıyle cezalandırmak, ölüme ölüm gibi) taleb etmemesini (istememesini) şerîat olmak üzere vaz' etti. (şeriat olarak koydu)

Ma'lum olsun ki, ahlâk-ı hamîdeden (beğenilen ahlaktan) ma'dûd olan (sayılan) tevâzu', (alçak gönüllülük) ya cibillî (yaratılıştan, fıtri) veyâhut ârizı (sonradan kazanılmış) olur. Tevâzu'-ı cibillî (yaradılıştan tevazu) sâhibi, hiç bir sebebin te'sîr-i tahtında (etkisi altında) olmaksızın kendi nefsini, nazarında (düşüncesinde, görüşünde) zelîl (hor, alçak) ve hakîr gördüğü için, kimse üzerine isti'lâ (üstün gelme, üste çıkma) kasdında (niyetinde) bulunmaz. Tevâzu'-ı ârızî sâhibi (sonradan tevazu sahibi olan kişi) ise, hadd-i zâtında (aslında) kendi nefsini nazarında (görüşlerinde, düşüncelerinde) sâirlerden (diğerlerinden) daha âlî (yüksek, yüce) görmekle berâber, kuvve-i kâhiresinden (kahredici, ezici kuvvelerinden) korktuğu veyâhut kendisinden herhangi bir sûretle (şekilde) bir nevi' (çeşit) menfaat ümîd ettiği kimselerin muvâcehesinde (karşısında) mütevâzi (alçak gönüllü) olur. Veyâhut halk (insanlar) bende, ahlâk-ı hamîdeden (övülen beğenilen ahlaktan) olan tevâzuu (alçak gönüllüğü) görmekle bana ihtirâm (saygı, hürmet) ederler mütâlaasıyla, (düşüncesiyle) herkese arz-ı tevâzu' eder. (alçak gönüllülük gösterir) Bu tevâzu', tevâzu'-ı cibillî (doğuştan olan tevazu) gibi tevâzu'-i hakîkî (gerçek tevazu) olmayıp, ahlâk-i zemîmenin (kötü beğenilmeyen ahlakın) bir nev'idir. (türüdür) Îsâ (a.s.)ın tevâzuu (alçak gönüllülüğü) ise, tevâzu'-ı cibillî (doğuşunda, fıtratında bulunan tevazu) idi. Binâenaleyh (nitekim) şeriatinde (koyduğu şeriatte) de bu tevâzuun (alçak gönüllüğün) hüküm ve te'sîri (etkisi) mevcûd idi. Ümmetine cizyeyi  (vergiyi) bilâ i'tirâz (itiraz etmeden) ve muhâsama (düşmanına) kendi elleriyle bizzat götürüp hükûmete vermelerini şer etti ki, (şeriatinde belirttiki)  şerîat-i muhammediyyede (hz. Muhammedin getirdiği şeriatte) dahi, bu cizye (vergi) ehl-i kitâb (kendilerine kitap ulaşmış) olup Kur'ân-ı Kerîm'e îmân etmeyen efrâda (kimselere) tahmîl olunmuştur. (yüklenmiştir) Nitekim sûre-i Tevbe'de...........................................  Ya'nî Alâh'a ve yevm-i âhirete (ahiret gününe) inanmayan ve Allah ve Resûl'ünün haram kaldığı şeyleri tahrîm etmeyen (haram kılmayan) ve kendilerine kitâb / verilenlerden dîn-i Hak ile (hakk dinini) mütedeyyin (kabul etmiş) olmayanlara, mutî' (itaat ettikleri) ve münkâd oldukları (boyun eğdikleri) halde, kendi elleriyle harâcı verinceye kadar kıtâl edin!" (savaşın) (Tevbe, 9/29) buyrulmuştur. Mezheb-i Hanefî'ye göre ganîye (zengine) vâcib olan cizye kırk sekiz; ve vasat (orta) halde bulunana yirmi dört; ve kâr ve kesb (çalışıp kazanma) ile meşğûl olan fakire on iki dirhemdir. Bir kesbi (kazancı) olmayan fakîre cizye vâcib değildir. Îsâ (a.s.)ın âhir (son) zamanda Şam'a nüzûlünde (indiğinde) vaz' buyuracağı (koyacağı) cizye, (vergi) Kur'ân-ı Kerîm hükmüne tebaan (tabi olarak) alınması vâcib olan cizyedir. (vergidir) lbtidâen (önceden) kendi ümmetine şer' ettiği (şeriatte koyduğu)  cizye (vergi) değildir. Zîrâ (çünkü) dîn-i muhammedîye (muhammedin dinine) tebaiyyetle (tabi olmakla, uymakla) nüzûl eder. (aşağıya iner) Ve Hz. Mehdî ile birleşip ictihâd (toplumda ileri gelen bazı zevatların hadis ve kuran ayetlerine dayalı mana ve hüküm çıkararak, yeni hükümler koyması) ile mukarrer  olan (anlatılan) ahkâm-ı muhtelifeyi (çeşitli hükümleri) ref' eyler. (kaldırır, hükümsüz bırakır) Ve şerîat-i muhammediyyede (hz. Muhammet a.s’ın getirdiği şeriatte) mukarrer (bildirilmiş) olan cizye, (vergi) ümmet-i Muhammed'e (müslümanlara) âit olmayıp, Kur'ân-ı Kerîm, âhkâmına (hükümlerine) îmân etmeyenleri tezlîl (zelil etmek, horgörmek) ve tahkîr (küçük görmek) içindir. Şerîat-i îseviyyede (isa a.s’ın şeriatinde) bu hüküm, îsevîlere (hiristiyanlara) mahsûstur. (aittir) Ve sebebi de Îsâ (a.s.)ın mütevâzı'an (alçak gönüllü, mütevazı olarak) zuhûrudur. (meydana çıkışıdır) Onun bu tevâzuu (hoş görülü oluşu) kendisine vâlidesi (annesi) cihetindendir. (tarafındandır) Çünkü kadın için, süfl, (aşağıda olmak) ya'nî aşağılık vardır.

İmdi Hz. Îsâ bilâ-nutfe-i peder (babanın nutfesi olmaksızın), kadın olan cenâb-ı Meryem'in vücûdunda mütehakkık olduğu (gerçekleştiği, hakikat olarak ortaya çıktığı) cihetle (yönüyle) onun için tevâzu' (hoşgörü) sâbittir (mevcuttur).  Zîrâ (çünkü) kadın, hükmen ve hissen erkeğin tahtındadır (altındadır).Nitekim ....................... (Nisâ, 4/34) ve ...........................  (Bakara, 2/228) ve ............................ (Nisâ, 4/176) âyet- kerîmeleriyle kadının hükmen erkeğin tahtında (altında) olduğu beyan buyrulur (bildirilir). Ve hissen erkeğin tahtında (altında) olması dahi hâl-i cimâ (cima durumunda) da zâhirdir (açıktır, görülür).  Zîrâ (çünkü) erkek fâil (işi işleyen, yapan) kadın mef’ûldür (işlenen, yapılandır). Fâil (yapan) âli (yüksek, yüce) ve mef'ûl (yapılan) ise sâfildir (aşağıdadır, alçaktır). Ulemâ-i teşrîh (otopsi yapan âlimler) tarafından erkek ve kadının, bünyeleri hakkında icrâ kılınan (yapılan) tedkîkâtın (incelemelerin) netâyici (sonuçları) dahi bu hükmü müeyyiddir (doğrulamaktadır).

(Devam edecek)   

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-22.02.2005
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail