BU FASS
KELİME-İ ÎSEVİYYE'DE MÜNDEMİC HİKMET-İ NEBEVİYYE" BEYÂNINDANDIR
İşte cenâb-ı
Îsâ mâ'-i mütevehhem
(var sanılan, vehmolunan su)
ile mâ'-i
muhakkaktan
(gerçek sudan)
halk
olunduğunu
(yaratıldığı)
cihetle
(bakımından),
mahzâ
(sadece)
kendisinin
müstenid olduğu
(dayandığı)
bu
hakîkatten nâşî
(dolayı),
ihyâ-yı
muhakkak
(gerçek diriltme, can verme)
ile ihyâ-yı
mütevehhemi
(sanılan, vehmedilen diriltmeyi)
cem' etti
(topladı).
İhyâ,
(diriltme, can verme)
cenâb-ı
Îsâ'ya bir vecihden
(yönden)
tarîk-ı
tahkîk
(tahkik, inceleme yolu)
ile ve bir
vecihden
(yönden)
tarîk-ı
tevehhüm
(vehimlenme yolu)
ile nisbet
olunur
(bağıntılıdır).
Böyle
olunca ibâre-i Kur'âniyye
(Kuran’daki bu cümle)
her iki
vechi
(yönü)
müş'ir
olarak
(haber vererek)
Îsâ (a.s.)
hakkında tarîk-ı tahkîktan
(tahkik yolundan)
....................... (Bk. Âl-i İmrân, 3/49) ya'nî "Ölüyü
diriltir" denildi. Binâenaleyh
(nitekim)
Allah
Teâlâ ihyâ-yı mevtâyı
(ölüyü diriltmeyi)
ona isnâd
eyledi
(atfetti).
Ve tarîk-ı
tevehhümden
(vehmolunan yoldan)
............................ (Bk. Âl-i İmrân, 3/49 ve Mâide,
5/110) ya'nî "O tıyne
(çamura),
nefh eder
(üfürür),
Allâh'ın
izni ile kuş olur" denildi. Binâenaleyh
(nitekim)
mecrûrda
(harf-i cerle kesreli yani esreli okutan),
ya'nî , "Bi-iznillâh"
(Allah’ın izniyle)
kavlinde
(sözünde)
âmil
(işi yapan, işleyen),
“yekûnu”
kelimesidir; “fe-tenfuhu” kavli
(sözü)
değildir.
Ve mecrûr
(esreli)
olan "bi-iznillâh"
kavlinde
(sözünde),
âmilin
(işi yapanın)
"tenfuhu"
kelimesi olmâsı da muhtemeldir. Âmil
(işi yapan, işleyen)
"tenfuhu"
kavli
(sözü)
olduğuna
göre, takdîr-i ibâre
(cümlenin değeri)
................................ ya'nî "Îsâ (a.s.)’ın çamurdan
yapmış olduğu şey, sûret-i cismiyye-i hissiyyesi
(hissedilen madde sureti)
cihetinden
(bakımından)
kuş olur;
sûret-i rûhiyye-i hakîkıyyesi
(hakikati olan ruh sureti)
cihetinden
(bakımından)
değil"
demek olur. Velhâsıl, mecrûrda
(esreli okutmada)
âmil
(işi işleyen, yapan)
"yekûnu"
kavli
(sözü)
olmak
câiz
(doğru, olabilir)
olduğu
gibi, "tenfuhu" kavli
(sözü)
olmak da
câizdir
(doğrudur, olabilir).
Ve
belki cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a.) "yekûnu" kavli
(sözü)
olmasını
tercîh buyurmuştur. Âmil
(işi yapan, işleyen)
"yekûnu"
kavli olunca ibârenin
(cümlenin)
tercümesi
şöyle olur: "Cenâb-ı Îsâ ona nefh eder
(nefes verir),
Allâh'ın
izniyle kuş olur". Ve âmil
(işi yapan, işleyen)
"tenfuhu"
kavli
(sözü)
olunca
tercüme de böyle olur: "Cenâb-ı Îsâ Allâh'ın izniyle nefh eder
(nefes verir),
kuş olur."
......................... Ve ona ve Allâh'ın iznine ve
.................... kavlinin mislinde izn-i kinâyeye nisbet
olunan şeyin cemîsi böyledir. İmdi mecûr "tenfuhu"ya müteallık
oldukda nâfih nefhınde me'zûnün-leh olur. Ve tâir dahi, Allah'ın
izni ile nâfihdan hâsıl olur. Ve nâfıh bilâ-izn nâfih oldukda,
tekvîn tâir için olup bi-iznillâh tâir olur. Binâenaleyh, bunun
indinde âmil "tekûnu" olur. Ve eğer muhakkak emirde, tevehhüm ve
tahakkuk olmasa idi, bu sûret, bu iki vechi kabûl etmez idi.
Belki onun için iki vecih vardır. Zîrâ, neş'et-i İseviyye bunu
i'tâ eder (10).
Ya'nî Hak
Teâlâ Hazretlerinin ............................. kavli
(sözü),
tahakkuk
(gerçekliği)
ve
tevehhümü
(vehimlenmeyi)
câmi'
olduğu
(topladığı)
gibi,
hârikalardan Hz. Îsâ'nın nefesine ve Allâh'ın iznine ve "bi-iznî
ve bi-iznillâh" kavli
(sözü)
gibi izn-i
kinâyeye,
(şahıs zamirine nisbet edilen izin)
ya'nî
zamîr-i mütekellime
(konuşan şahısa)
nisbet
(bağıntılı)
olunan
şeyin hepsi, kezâlik
(böylece)
tahakkuk
(gerçeklik)
ve
tevehhüm
(vehimlenme)
üzeredir.
İmdi mecrûr
(cerr’li okunan kelime yani esreli okunan kelime)
olan "bi-iznillâh"
kavli
(sözü)
"tenfuhu"
(“üflersin”)
kelimesine
merbût olunca
(bağlanınca),
nâfıh
(nefh edici, üfürücü)
olan Hz.
Îsâ, nefhınde
(nefes vermesinde)
me'zûnün-leh
(kendisine izin verilmiş olan)
olur. Ve
kuş dahi Allâh'ın izniyle nâfih
(nefes verici)
olan cenâb-ı
Îsâ'dan husûle gelir
(oluşur).
Ve
bu, tahakkuk
(hakikat olarak meydana çıkma)
cihetiyle
(yönüyle)
olan
vecihdir
(yüzüdür).
Ve
nâfih
(nefes verici),
izinsiz
olarak nâfıh olduğu
(nefes verdiği)
vakit
dahi, tekvîn
(yaratma)
tâir
(kuş)
için olup,
Allâh'ın izniyle tâir
(kuş)
olur.
İmdi Îsâ
(a.s.) izinsiz olarak nefh edip
(nefes verip),
çamurdan
masnû`
(yapılmış)
olan kuş
izn-i İlâhî
(Allah’ın izni)
ile kendi
nefesinden tekevvün edince
(meydana gelince),
Îsâ
(a.s.)’ın nefhıyle
(nefesiyle)
onun halkı
(yaratılması)
tevehhüm
(vehimlenme)
cihetiyle
(yönüyle)
olur. Zîrâ
(çünkü)
onun
hâlıkı
(yaratıcısı),
tekevvününe
(meydana gelmesine)
izin veren
Hak'tır ve nefh-ı Îsâ'nın
(İsa’nın nefesinin)
onda dahli
(etkisi)
yoktur.
Ancak nefh-i Îsâ
(İsa’nın nefesi)
sebebiyle
tekevvünü
(meydana geldiği)
tevehhüm
olunur
(vehmolunur, öyle sanılır).
Binâenaleyh
(nitekim)
bu i'tibâr
indinde
(hususa göre)
mecrûrda
(cerr’li okunan kelimede yani esreli okunanda)
âmil
(işi işleyen),
ya'nî
"bi-iznillâh" kavlinin
(sözünün)
merbût
(bağlı)
olduğu
fiil, "tekûnu"
(“olur”)
kavli
(sözü)
olur. Eğer
Îsâ (a.s.)’ın halkına
(yaratılmasına)
müteveccih
(yönelik)
olan emr-i
İlâhî
(İlahi emir)
ve şen'-i
Rabbânî
(Rabbani işler, fiiller),
bir
vecihden
(yönden)
tevehhüm
(vehimlenme)
ve bir
vecihden tahakkuk
(gerçeklik)
olmasa
idi, bu sûret-i İseviyye,
(İsa a.s.’ın sureti)
bâlâda
(yukarıda)
îzâh
olunduğu
(anlatıldığı)
üzere,
kendisine nisbet
(bağıntılı)
olunan
şeyin kâffesinde
(hepsinde)
tevehhüm
(vehimlenme)
ve
tahakkuktan
(gerçeklikten)
ibâret
olan bu iki vechi
(yönü)
kabûl
etmez idi. Belki onun için bu iki vecih, ya'nî tevehhüm
(vehimlenme)
ve
tahakkuk
(gerçeklik)
vecihleri
(tarafları)
vardır.
Zîrâ
(çünkü)
mâ'-i
mütevehhem
(vehmedilen su)
ile mâ'-i
muhakkaktan
(gerçek sudan)
husûle
gelen
(oluşan)
neş'et-i
İseviyye
(İsa a.s’ın meydana gelişi)
bu iki
vechi
(yönü)
i'tâ eder
(verir).
Ve Îsâ,
"münkâdûn oldukları halde, cizyeyi elden vermelerini" (Tevbe,
9/29) ve onların birinin yanağına bir tokat vurulsa, tokat vuran
kimseye diğer yanağını çevirmesini ve onun üzerine mürtefi'
olmamasını ve ondan kısas taleb etmemesini, ümmetine şer
kılmağa
varıncaya kadar, tevâzu'dan bir mertebe ile çıktı. Bu, ona
vâlidesi cihetindendir. Çünkû kadın için süfl vardır. Böyle
olunca onun için tevâzu' sâbittir. Zîrâ o, hükmen ve hissen
erkeğin altındadır (11).
Ya'nî Îsâ
(a.s.) tevâzu'dan
(alçak gönüllülükten)
öyle bir
mertebe ile zâhir oldu
(açığa çıktı)
ki,
tevâzu'unun
(alçak gönüllülüğün)
bu
mertebesi sebebiyle ümmetine, tâbi'
(bağlı)
oldukları
hükûmete mutî'
(itaat ettikleri)
ve münkâd
oldukları
(boyun eğdikleri)
halde,
haracı kendi elleriyle götürüp vermelerini, ya'nî harac vermek
husûsunda tâbi'
(bağlı)
oldukları
hükümdâra aslâ i'tirâz etmemelerini ve birisi birinin yanağına
bir tokat vursa, ahz-i intikâma
(intikam almaya)
kıyâm
etmeyip
(kalkmayıp)
diğer
yanağını çevirmesini ve ona galebe etmemesini
(üstünlük taslamamasını)
ve ondan
kısâs-ı şer'î
(şeriat kısaslarını (işlenen sucun aynısıyle cezalandırmak,
ölüme ölüm gibi)
taleb
etmemesini
(istememesini)
şerîat
olmak üzere vaz' etti.
(şeriat olarak koydu)
Ma'lum
olsun ki, ahlâk-ı hamîdeden
(beğenilen ahlaktan)
ma'dûd
olan
(sayılan)
tevâzu',
(alçak gönüllülük)
ya cibillî
(yaratılıştan, fıtri)
veyâhut
ârizı
(sonradan kazanılmış)
olur.
Tevâzu'-ı cibillî
(yaradılıştan tevazu)
sâhibi,
hiç bir sebebin te'sîr-i tahtında
(etkisi altında)
olmaksızın
kendi nefsini, nazarında
(düşüncesinde, görüşünde)
zelîl
(hor, alçak)
ve hakîr
gördüğü için, kimse üzerine isti'lâ
(üstün gelme, üste çıkma)
kasdında
(niyetinde)
bulunmaz.
Tevâzu'-ı ârızî sâhibi
(sonradan tevazu sahibi olan kişi)
ise, hadd-i
zâtında
(aslında)
kendi
nefsini nazarında
(görüşlerinde, düşüncelerinde)
sâirlerden
(diğerlerinden)
daha âlî
(yüksek, yüce)
görmekle
berâber, kuvve-i kâhiresinden
(kahredici, ezici kuvvelerinden)
korktuğu
veyâhut kendisinden herhangi bir sûretle
(şekilde)
bir nevi'
(çeşit)
menfaat
ümîd ettiği kimselerin muvâcehesinde
(karşısında)
mütevâzi
(alçak gönüllü)
olur.
Veyâhut halk
(insanlar)
bende,
ahlâk-ı hamîdeden
(övülen beğenilen ahlaktan)
olan
tevâzuu
(alçak gönüllüğü)
görmekle
bana ihtirâm
(saygı, hürmet)
ederler
mütâlaasıyla,
(düşüncesiyle)
herkese
arz-ı tevâzu' eder.
(alçak gönüllülük gösterir)
Bu
tevâzu', tevâzu'-ı cibillî
(doğuştan olan tevazu)
gibi
tevâzu'-i hakîkî
(gerçek tevazu)
olmayıp,
ahlâk-i zemîmenin
(kötü beğenilmeyen ahlakın)
bir
nev'idir.
(türüdür)
Îsâ (a.s.)ın
tevâzuu
(alçak gönüllülüğü)
ise,
tevâzu'-ı cibillî
(doğuşunda, fıtratında bulunan tevazu)
idi.
Binâenaleyh
(nitekim)
şeriatinde
(koyduğu şeriatte)
de bu
tevâzuun
(alçak gönüllüğün)
hüküm ve
te'sîri
(etkisi)
mevcûd
idi. Ümmetine cizyeyi
(vergiyi)
bilâ
i'tirâz
(itiraz etmeden)
ve
muhâsama
(düşmanına)
kendi
elleriyle bizzat götürüp hükûmete vermelerini şer etti ki,
(şeriatinde belirttiki)
şerîat-i
muhammediyyede
(hz. Muhammedin getirdiği şeriatte)
dahi, bu
cizye
(vergi)
ehl-i
kitâb
(kendilerine kitap ulaşmış)
olup
Kur'ân-ı Kerîm'e îmân etmeyen efrâda
(kimselere)
tahmîl
olunmuştur.
(yüklenmiştir)
Nitekim
sûre-i Tevbe'de...........................................
Ya'nî Alâh'a ve yevm-i âhirete
(ahiret gününe)
inanmayan
ve Allah ve Resûl'ünün haram kaldığı şeyleri tahrîm etmeyen
(haram kılmayan)
ve
kendilerine kitâb / verilenlerden dîn-i Hak ile
(hakk dinini)
mütedeyyin
(kabul etmiş)
olmayanlara, mutî'
(itaat ettikleri)
ve münkâd
oldukları
(boyun eğdikleri)
halde,
kendi elleriyle harâcı verinceye kadar kıtâl edin!"
(savaşın)
(Tevbe,
9/29) buyrulmuştur. Mezheb-i Hanefî'ye göre ganîye
(zengine)
vâcib olan
cizye kırk sekiz; ve vasat
(orta)
halde
bulunana yirmi dört; ve kâr ve kesb
(çalışıp kazanma)
ile meşğûl
olan fakire on iki dirhemdir. Bir kesbi
(kazancı)
olmayan
fakîre cizye vâcib değildir. Îsâ (a.s.)ın âhir
(son)
zamanda
Şam'a nüzûlünde
(indiğinde)
vaz'
buyuracağı
(koyacağı)
cizye,
(vergi)
Kur'ân-ı
Kerîm hükmüne tebaan
(tabi olarak)
alınması
vâcib olan cizyedir.
(vergidir)
lbtidâen
(önceden)
kendi
ümmetine şer' ettiği
(şeriatte koyduğu)
cizye
(vergi)
değildir.
Zîrâ
(çünkü)
dîn-i
muhammedîye
(muhammedin dinine)
tebaiyyetle
(tabi olmakla, uymakla)
nüzûl
eder.
(aşağıya iner)
Ve Hz.
Mehdî ile birleşip ictihâd
(toplumda ileri gelen bazı zevatların hadis ve kuran ayetlerine
dayalı mana ve hüküm çıkararak, yeni hükümler koyması)
ile
mukarrer
olan
(anlatılan)
ahkâm-ı
muhtelifeyi
(çeşitli hükümleri)
ref'
eyler.
(kaldırır, hükümsüz bırakır)
Ve
şerîat-i muhammediyyede
(hz. Muhammet a.s’ın getirdiği şeriatte)
mukarrer
(bildirilmiş)
olan
cizye,
(vergi)
ümmet-i
Muhammed'e
(müslümanlara)
âit
olmayıp, Kur'ân-ı Kerîm, âhkâmına
(hükümlerine)
îmân
etmeyenleri tezlîl
(zelil etmek, horgörmek)
ve tahkîr
(küçük görmek)
içindir.
Şerîat-i îseviyyede
(isa a.s’ın şeriatinde)
bu hüküm,
îsevîlere
(hiristiyanlara)
mahsûstur.
(aittir)
Ve sebebi
de Îsâ (a.s.)ın mütevâzı'an
(alçak gönüllü, mütevazı olarak)
zuhûrudur.
(meydana çıkışıdır)
Onun bu
tevâzuu
(hoş görülü oluşu)
kendisine
vâlidesi
(annesi)
cihetindendir.
(tarafındandır)
Çünkü
kadın için, süfl,
(aşağıda olmak)
ya'nî
aşağılık vardır.
İmdi Hz.
Îsâ bilâ-nutfe-i peder
(babanın nutfesi olmaksızın),
kadın olan
cenâb-ı Meryem'in vücûdunda mütehakkık olduğu
(gerçekleştiği, hakikat olarak ortaya çıktığı)
cihetle
(yönüyle)
onun için
tevâzu'
(hoşgörü)
sâbittir
(mevcuttur).
Zîrâ
(çünkü)
kadın,
hükmen ve hissen erkeğin tahtındadır
(altındadır).Nitekim
....................... (Nisâ, 4/34) ve
........................... (Bakara, 2/228) ve
............................ (Nisâ, 4/176) âyet- kerîmeleriyle
kadının hükmen erkeğin tahtında
(altında)
olduğu
beyan buyrulur
(bildirilir).
Ve hissen
erkeğin tahtında
(altında)
olması
dahi hâl-i cimâ
(cima durumunda)
da
zâhirdir
(açıktır, görülür).
Zîrâ
(çünkü)
erkek fâil
(işi işleyen, yapan)
kadın
mef’ûldür
(işlenen, yapılandır).
Fâil
(yapan)
âli
(yüksek, yüce)
ve mef'ûl
(yapılan)
ise
sâfildir
(aşağıdadır, alçaktır).
Ulemâ-i
teşrîh
(otopsi yapan âlimler)
tarafından
erkek ve kadının, bünyeleri hakkında icrâ kılınan
(yapılan)
tedkîkâtın
(incelemelerin)
netâyici
(sonuçları)
dahi bu
hükmü müeyyiddir
(doğrulamaktadır).
(Devam edecek)
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-22.02.2005
http://sufizmveinsan.com
|