BU FASS KELİME-İ
ÎSEVİYYE'DE MÜNDEMİC HİKMET-İ
NEBEVİYYE" BEYÂNINDANDIR
Ve onda kuvve-i ihyâ ve ibrâda
sâbit olan şey, sûret-i beşerde olan Cibrîl (a.s.)’ın nefhı
cihetinden idi. Binâenaleyh, İsa (a.s.), sûret-i beşer ile
mütelebbis iken mevtâyı ihyâ eder idi. Ve eğer Cibrîl (a.s.)
sûret-i beşerde gelmese idi de, hayvandan yâhut nebâttan veya
cemâd olan suver-i ekvân-ı unsuriyyeden, onun gayri bir surette
gelse idi, elbette İsa (a.s.) mevtâyı ihyâ etmez idi; ancak o
sûretle mütelebbis olduğu ve onda zâhir bulunduğu hînde ihyâ
ederdi. Eğer Cibrîl, anâsır ve erkândan hâriç olan sûret-i
nûriyyesi ile gelse idi -zîrâ o kendi tabîatinden çıkmaz- İsa
ancak bu tabîat-i nûriyye sûretinde zâhir olduğu hînde mevtâyı
ihyâ eder idi. Yoksa vâlidesi cihetinden, sûret-i beşeriyye ile
unsuriyyette zuhûru hîninde ihyâ etmez idi. lmdi onun mevtâyı
ihyâsı indinde, onun Hakkında, “Odur”, "O değildir" denilir idi;
ve ona nazarda hayret vâkı olurdu. Nitekim, beşerden bir şahs-ı
beşerîyi mevtâyı ihyâ eder gördüğü vakitte, nazar-ı fıkrî
indinde, âkılde vâkı' oldu. Halbuki ihyâ-yı hayvan ile değil,
ihyâ-yı nutk ile olan o ihyâ-yı mevtâ, hasâis-i İlahiyyedendir.
Nâzır hayrette kalır. Zîrâ sûret-i beşeri, eser-i İlahi ile
mütelebbis gördü (12).
Ya'nî İsa (a.s.)’da ölüyü
diriltmek ve anadan doğma a'mânın
(körün)
gözünü açmak kuvvetinden sâbit
(mevcut)
olan şey, Cebrâîl (a.s.)’ın beşer
sûretinde
(insan şeklinde)
zâhir olarak
(görünerek)
vâlidesi
(annesi)
Meryem'e nefh etmiş
(üflemiş)
olması cihetinden
(yönünden)
idi. Ve bu kuvvet ona rûh-ı
mütemessilden
(cisimlenmiş ruhtan)
intikâl etti
(geçti).
Ve Rûhü'l-emîn olan Cebrâîl (a.s.)
mâdemki beşer sûretinde
(insan şeklinde)
mütemessil olup
(şekillenip, cisimlenip)
nefh etti
(nefesini üfledi)
ve İsa (a.s.) dahi mâdemki beşer
sûretinde
(insan suretinde)
zâhir oldu
(meydana çıktı);
şu halde İsa (a.s.) beşer sûretine
(insan suretine)
bürünmüş olduğu halde ölüyü
diriltir idi. Zîrâ
(çünkü)
vücûd-i İsa (a.s.) cenâb-ı
Cibril'in
(Cebrail a.s’ın)
netîce-i nefhidir
(nefes vermesinin sonucudur).
Ahvâl-i pederin
(babadaki oluşlar, bulunuşlar)
veled
(çocuk)
üzerine te'sîr-i azîmi bulunduğu
(büyük etkisi olduğu)
ve veled
(çocuk)
hasâis-ı pederle
(babasının nitelikleriyle,
özellikleriyle)
zâhir olduğu
(meydana geldiği)
cihetle
(yönüyle),
İsa (a.s.) dahi hasâis-ı Cibrîl
(Cebrail a.s.’a has nitelikler,
özellikler)
ile zâhir oldu
(meydana geldi).
Ve eğer Cebrâîl (a.s.) beşer
sûretinde
(insan şeklinde)
gelmeyip de, hayvan veyâ nebât
(bitki)
veyâhut cemâd
(taş, toprak)
nev'inden
(cinsinden)
olan ekvân-ı unsuriyye
(madde varlıklar)
suretlerinden bir sûrette
mütemessil
(cisimlenmiş, suretlenmiş)
olarak gelip Hz. Meryem'e nefh ede
(üfürse)
idi, İsa (a.s.) ancak Cibrîl
(Cebrail)
(a.s.)’ın mütemessil
(cisimlenmiş,suretlenmiş)
olduğu sûrete
mütelebbis
(sureti giymiş)
bulunduğu ve o surette zâhir
olduğu
(meydana geldiği)
halde mevtâyı
(ölüyü)
ihyâ eder
(diriltir)
idi. Yoksa vâlidesi cihetinden
(yönünden)
sûret-i beşeriyye ile
(insan suretini)
telebbüs
(giyinme)
hasebiyle ihyâ etmez
(diriltmez)
idi.
Ve eğer Cebrâîl (a.s.), kendisinin
anâsır
(madde, element)
ve erkândan hâriç olan
(temel direklerin, esasların
dışında)
sûret-i nûriyye-i tabîiyyesi
(tabii nur sureti)
ile gelip de cenâb-ı Meryem'e nefh
ede
(nefesini üflese)
idi, İsa (a.s.) ancak bu tabîat-i
nûriyye sûretinde
(tabii nur suretinde)
zâhir olduğu
(meydana geldiği)
vakit mevtâyı
(ölüyü)
ihyâ eder
(diriltir)
idi. Yoksa vâlidesi
(annesi)
cihetinden,
(tarafından)
sûret-i beşeriyye
(insan sureti)
ile unsuriyyette
(maddede, elementlerde)
zuhûru
(meydana çıkışı)
hâlinde ihyâ etmez
(diriltmez)
idi.
Ma'lûm olsun ki, Cebrâîl (a.s.)
sultân-ı anâsır
(unsurların sultanı)
olup, onun makâmı Sidretü'l-Müntehâ
(en yüksek mekân)
ta'bîr olunan
(denilen)
mevzı'dir
(yerdir).
Sûret-i asliyyesi
(asıl sureti),
unsuriyye
(madde, element)
olmayıp tabiiyye
ve nûriyyedir. Hadd-i zâtında
(esasında)
cenâb-ı Cebrâîl bu tabîat-i
nûriyyesinden
(nurunun tabiatından)
çıkmaz ve Sidre'de
(en yüksek makamda)
olan bu sûret-i muayyenesinin
(tayin edilmiş, belirlenmiş
suretinin)
mâfevkıne
(üstüne)
tecâvüz etmez
(geçmez).Velâkin
makâmının mâ-tahtında
(altında)
olan bilcümle suver-i unsuriyyâta
(bütün unsuri suretlerin)
mütemessil olur
(şekline girer).
Ve her makam ehlinin isti'dâdına
göre, dilediği surette mütemessilen
(suretlenerek, cisimlenerek)
zuhûr eder
(meydana çıkar).
İmdi Cebrâîl (a.s.)’ın sûret-i
nûriyye-i tabîiyyesiyle
(tabii nurunun suretiyle)
gelerek nefh etmesinden
(nefes vermesinden)
mütekevvin
(hasıl)
olan cenâb-ı İsa'da iki sûret
müctemi'
(ictima etmiş, toplanmış)
olurdu ki: Birisi Hz. Cibrîl
(Cebrail)
tarafından müstefâd
(kazanılmış)
olan sûret-i tabîiyye-i nûriyye
(tabii nur sureti)
ve diğeri vâlidesi
(annesi)
Meryem tarafından müstefâd olan
(kazandığı)
sûret-i beşeriyyedir
(beşer, insan suretidir).
Bu
iki sûreti câmi' olan
(kendinde toplayan)
cenâb-ı İsa'nın mevtâyı
(ölüyü)
ihyâ ettiği
(dirilttiği)
görüldüğü vakit, onun Hakkında,
vâlidesi
(annesi)
Meryem cihetinden
(tarafından)
olan sûret-i beşeriyyesiyle
(beşer, insan suretiyle)
"Odur, ya'nî İsa'dır" ve Cebrâîl
cihetinden
(tarafından)
müstefâd olan
(kazandığı)
sûret-i nûriyye-i tabîiyyeyesiyle
(tabii nur suretiyle)
"O, ya'nî İsa değildir" denilir
idi. Ve onun üzerine bu iki sûretten birisi ile müstakıllen
(tek başına)
hükm olunamadığı için, ona nazar
eden
(bakan)
nâzırda
(bakanda)
hayret vâkı' olur idi
(oluşurdu).
Nitekim
ukalâ
(akıl sahipleri, akıllı olanlar),
efrâd-ı beşerden
(halktan bir kişi)
bir şahs-ı beşerîyi
(insanlardan (beşerden) birini)
mevtâyı
(ölüyü)
ihyâ eder
(diriltir)
bir halde görünce, nazar-ı fıkrîsi
(fikri görüşü)
hasebiyle hayrette kaldı. Meselâ
hadîs-i şerifte ihyâ-yı İsa
(İsa a.s.’ın ölüyü diriltmesi)
Hakkında buyrulmuştur ki, İsa
(a.s.), Sâm b. Nûh'u nutk ile
(söz söyleyerek, konuşarak)
ihyâ edip
(diriltip)
o hazretin Nübüvvetine
(Peygamberliğine)
şehâdet ettikten sonra, yine
evvelki hâline rücû' eyledi
(geri gönderdi).
Ve
bu ihyâ-yı nutuk,
(sözle, konuşarak diriltme)
İsa (a.s.)’ın şahsiyyet-i
beşeriyyesinden
(beşer suretinden)
zâhir olduğundan
(açığa çıktığından, görüldüğünden),
nazar-ı fıkrîleri
(fikri görüş)
mizânına
(ölçüsüne, terazisine)
tatbîk eden
(uygulayan)
ukalâ
(akıllı geçinenler),
bu hâle karşı hayret içinde
kaldılar. Zîrâ
(çünkü)
ihyâ-yı nutk ile
(söz söyleyerek diriltme)
olan ihyâ-yı mevtâ
(ölüyü diriltme),
hasâis-ı
İlahiyyedendir
(Allah’ın niteliklerindendir,
İlahi özelliklerdendir).
Ammâ
ihyâ-yı hayvan
(hayvanı diriltmek)
ile olan ihyâ-yı mevtâ
(ölüyü diriltme işi),
şâyân-ı taaccüb
(hayret edilecek, şaşılacak)
bir hal olmakla berâber, bunu
gören ukalâ-yı mü'minîn
(akıllı müminler)
onu kerâmete haml ettikleri
(atfettikleri)
cihetle
(yönüyle),
nutk
(konuşmak)
ile ihyâ olunan
(canlanan)
insanın dirilmesi derecesinde
hayrete düşmezler.
Nitekim "Lü'lü" isminde bir kedi
var idi. Öldü; süprüntülüğe attılar. Abdülkâdir Geylânî (r.a. )
efendimiz "Lü'lü' ! . . " diye çağırdıkları vakit dirilip
kemâl-i süratle
(tam süratle)
huzûr-i şeriflerine
(yanlarına)
geldi. Ve kezâ Bâyezid Bistâmî
(r.a.) ölmüş bir karınca üzerine nefh buyurduklarında,
(nefesini üflediğinde)
dirildi. Ve kezâ
(böylece)
Abdurrahman Câmî (k.s.)
hazretlerinin önüne sultan, liecli'l-imtihân,
(imtihan için)
gayr-i mezbûh olarak
(kesilmeden)
ölmüş bir tavuğu pişirtip vaz'
ettirdi
(koydurdu).
Müşârünileyh hazretlerinin işâreti üzerine tavuk sahandan
sür'atle kıyâm eyledi
(ayağa kalktı, canlandı).
Evliyâullahdan
(Allah velilerinden)
bu gibi havârıkın
(olağanüstü hallerin)
zuhûru
(meydana çıkışı)
çoktur. Velâkin bunu görenler
onların kerâmetine haml etmekle
(atfetmekle),
hayrette kalmazlar. Hayret, ancak
bir insân-ı meyyitin
(ölmüş bir insanın)
nutk
(konuşmak)
ile ihyâsında
(dirilmesinde)
vâkı' olur
(gerçekleşir).
Çünkü âkıl, sûret-i beşeri
(beşerin suretini),
nutk
(söz)
ile ihyâdan
(diriltmekten)
ibâret olan eser-i İlahi
ile
(İlahi eserle)
mütelebbis
(giyinmiş)
bir halde gördü. Nazar-ı fıkrîsi
(fikri görüşü)
hasebiyle buna hayrette kalır.
Binâenaleyh
(nitekim)
İsa (a.s.)ın, şahsiyyet-i
beşeriyyesi
(beşer olduğu hal)
ile, mevtâyı
(ölüyü)
ihyâ-yı nutk ile
(konuşarak diriltmesine)
ihyâ etmesine
(diriltmesine)
ukalâ
(akıl sahipleri)
hayrette kaldılar.
İmdi onun Hakkında ba'zılarının
nazarı, kavl-i hulûle ve onun mevtâyı ihyâ etmesi sebebiyle "o
Allah'dır" kavline müeddi oldu. Ve bunun için küfre nisbet
olundular; o da setrdir. Zîrâ onlar, ölüyü dirilten Allâh'ı
İsa'nın sûret-i beşeriyyesiyle setrettiler. Binâenaleyh Allah
Teâlâ
..................................
(Mâide, 5/17) ya'nî/ "Allâh'ın hüviyyeti Mesîh ibn
Meryem'dir, diyenler muHakkak kâfir oldular" buyurdu. İmdi onlar
tamâm-ı kelâmın küllîsinde hatâ ve küfür beynini cem'
ettiler; ....... sözleriyle değil, .............
sözleriyle de değil. Binâenaleyh onlar "İbn Meryem"
kavilleriyle, mevtâyı ihyâ ettiği haysiyetiyle,
bi't-tazmîn Allah'dan sûret-i nâsûtiyye-i beşeriyyete tecâvüz
ettiler. Halbuki o, bilâ-şek İbn Meryem'dir. Böy le
olunca sâmi' tahayyül etti ki, onlar ulûhiyyeti sûrete nisbet
ettiler ve onu sûretin aynı kıldılar. Halbuki onlar bunu
yapmadılar, belki hüviyyet-i İlahiyyeyi ibtidâen sûret-i
beşeriyyede kıldılar ki o, İbn Meryem'dir. Binâenaleyh
sûret ile hüküm beynini fasl ettiler. Nitekim Cibrîl sûret-i
beşerde idi. Halbuki nefh mevcûd değil idi, ba'dehû nefh
etti. Böyle olunca sûret ve nefh beynini fasl etti ve
nefh sûretten oldu. Demek ki nefh olmadığı halde sûret mevcûd
idi: Şu halde nefh, sûretin hadd-i zâtîsinden değildir
(13)
Ya'nî İsa (a.s.)’ın ölüyü
diriltmesine nazar edenlerden
(bakanlardan)
ba'zılarının
nazarı
(görüşü)
kavl-i
hulûle
(Allah’ın Hz. İsa’nın bedenine
girdi lafına kadar)
vâsıl oldu
(vardı).
Allah Teâlâ İsa (a.s.)’ın sûret-i
beşeriyyesine
(vücuduna)
hulûl etti
(girdi),
dediler.
Ve ölüyü diriltmesi sebebiyle; Hz. İsa Allah'dır, dediler. Ve bu
kavillerinden
(sözlerinden)
dolayı onlar küfre nisbet
olundular
(küfür ile bağıntılı oldular).
"Küfür" ise "setr"dir
(örtmedir)
.
Zîrâ
(çünkü)
onlar, ölüyü dirilten Allah
Teâlâ'yı Hz. İsa'nın sûret-i beşeriyyesi
(beşer olan vücudu)
ile örttüler. Hak Teâlâ'nın
sûret-i İsa'ya hulûl ettiğini
(İsa a.s. bedenine girdiğini)
ve bu sûret Hakk'ın sûret-i
hakîkıyyesi
(hakikatinin sureti)
olduğunu tevehhüm ettiler
(sandılar).
Ve
kâffe-i mezâhirde
(bütün birimlerde, varlıklarda)
zâhir olan
(açığa çıkan, görülen)
Hakk'ı cenâb-ı İsa'nın taayyününe
(İsa a.s.’ın suretine)
hasr
ederek,
(sıkıştırarak)
bu taayyün
(meydana çıkmış suret, vücut)
ile onu setr ettiler
(örttüler).
Ve
taayyün-i İsevî
(İsa a.s’ ın vücudu)
cihetiyle
(bakımından),
Allah İsa'dır, dediler.
Binâenaleyh
(nitekim)
Allah Teâlâ onları Kur'ân-ı
Kerîm'de küfre nisbet edip: "Allâh'ın hüviyyeti
(Zatı, hakikâti)
Mesîh ibn Meryem'dir,
(Meryem’in oğlu Hz. İsa’dır)
diyenler, muHakkak kâfir oldular"
(Mâide, 5/17) buyurdu. Böyle olunca hulûle
(içine geçti, girdi)
zâhib
olanlar
(fikrine kapılanlar)
bu kelâmlarının
(sözlerinin)
hey'et-i
mecmûasında
(bütün hepsinde)
hatâ ile küfür beynini
(arasını)
cem’ ettiler
(topladılar).
Ya’nî
.................... (Mâide 5/17) kelâmının mecmûu
(toplamı)
ve küllü
(tümü)
.......... ile
....................... kavl-i
(sözü)
cüz'îlerinden
(kısımlarından)
mürekkebdir
(bileşiktir)
.................
demekle Hz. İsa'nın hüviyyetini
(hakikâtini, zatını)
Allâh'a haml ettiler
(yüklediler).
Binâenaleyh
(nitekim)
Hakk-ı
Mutlak’ı
(kayıtsız, salt, sınırsız Hakk’ı),
yalnız taayyün-i İsevîye
(İsa’nın meydana çıkmış suretine)
vaz'
ettikleri
(koydukları)
için hatâ ettiler. Zîrâ
(çünkü)
vücûd-i
mutlak-ı Hak
(Hakk’ın kayıtsız vücudu)
cemî'-i mezâhirde
(bütün görüntü yerlerinde
(birimlerde)
sârîdir.
(yayılmıştır, dağılmıştır)
Onun bir mazhara
(göründü mahalli ile (birimle)
hasrı
(kısıtlanması)
hatâdır. Ve diğer taraftan Hakk'ı,
cenâb-ı İsa'nın sûret-i beşeriyyesi
(beşer, insan sureti)
ile setr etmekle
(örtmekle)
kâfir oldular. Zîrâ
(çünkü)
setr
(örtmek)
için iki vücûd- lâzımdır ki, biri
diğerini setr edebilsin
(örtebilsin).
Halbuki
vücûd-i Hak'tan
(Hakk’ın vücudundan)
gayri
(başka)
bir vücûd-i müstakill
(bağımsız bir vücud)
yoktur. Bu vücûdât-ı izâfiyye
(kayıtlı, göreceli vücutlar)
ise vücûd-i mutlakın
(salt, tek, kayıtsız vücudun)
merâtibinden
(mertebelerinden)
ibârettir. İşte bunun için
.............. kelâmının tamâmının küllünde
(bütününde)
böyle hatâ ve küfür beynini
(arasını)
cem' ettiler.
(topladılar)
Zîrâ
(çünkü)
............. cüz'ü
(kısım, parça)
yalnız alındıkda hatâ ve küfür
yoktur. Çünkü şübhe yoktur ki, Mesîh
(Hz. İsa a.s., ‘elini sürdüğü
hastaların derhal iyileşmesinden dolayı mesih denmiştir’)
İbn-i
Meryem'dir.
(Meryem’in oğludur)
Bu cüz'
(parça)
evvelki cüz'e
(parçaya)
rabt
olunursa,
(bağlanırsa)
Hak, Mesîh ibn Meryem'in
(Meryem’in oğlu İsa a.s.’ ın)
hüviyyetine
(zatına, hakikâtine)
hasr
edilmiş
(mahsus kılınmış, sıkıştırılmış)
olur. Ve bu sûrette hey'et-i
mecmûa-i kelâm
(bütün sözlerin hepsi)
hatâ ile küfür beynini
(arasını)
cem' eder
(toplar).
Kezâ
(böylece)
......... kavl-i cüz'îsinde de
(sözün bu kısmında da)
hatâ ve küfür yoktur. Zîrâ
(çünkü)
Allah, bilcümle
(bütün)
suver-i
eşyâda
(birimlerin suretlerinde)
mütecellî
olduğu
(göründüğü)
gibi sûret-i beşeriyye-i
İseviyyede
(İsa a.s’ın meydana çıkmış
suretinde)
mütecellîdir
(görünmektedir).
Ve
o sûretin dahi, Kayyûm'udur
(kaim kılanı, ayakta tutanıdır,
kendisiyle var kılandır).Ve
bilcümle eşyâdaki
(bütün varlıklardaki)
tecellî-i İlahi
(Hakk’ın tecellisi, görünmesi,
belirmesi)
hulûl
(içine girme, katılma)
ve ittihâd
(birleşme)
ve inhilâl
(çözülme, dağılma)
tarîklarıyla
(yoluyla)
değildir. Allah Teâlâ Hazretleri,
dünyâda ve âhirette dilediği sûrette tecellî eder
(belirir, görünür).
Ve
bu tecellî ile onun ıtlâk-ı hakîkîsi
(hakikatinin kayıtsızlığı)
müteğayyir
olmaktan
(değişmekten)
münezzeh
(uzaktır, beridir)
ve âlîdir
(yücedir).
Nitekim cenâb-ı Mûsâ'ya ateş ve
ağaç sûretinde mütecellî olarak
(görünerek)
hitâb
buyurdu
(konuştu).
Ve
(S.a.v.) Efendimiz bu tecellîyi
(görünmeyi)
beyânen
(açıklayarak)
..................... ya'nî "Ben
Rabbımı gâyet güzel sûrette müşâhede ettim"
(gördüm)
buyururlar. Bu tecellî,
(görünme)
âmmdır
(geneldir, herkesedir).
Bu
i'tibârla
(bakımdan)
.............. kavlinde
(sözünde)
hatâ ve küfür yoktur. Bu kavle
(söze)
.................. kavli
(sözü)
munzam olursa
(eklenirse),
bâlâda
(yukarıda)
îzâh olunduğu
(anlatıldığı)
vech
(yön)
ile, küfür ve hatâ beyni
(arası)
kelâmın hey'et-i mecmûasında
(bütün hepsinde)
cem' edilmiş
(toplanmış)
olur. Zîrâ
(çünkü)
hüviyyet-i
İlahiyye
(İlahi Zat, Allah)
sûret-i beşeriyye-i İseviyyeye
(İsa a.s’ın meydana çıkmış
suretine (bedenine)
hasr
(sıkıştırılmış)
ve tahsîs edilmiş
(mahsus kılınmış)
olur.
(Devam edecek)
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-01.03.2005
http://sufizmveinsan.com
|