BU FASS
KELİME-İ ÎSEVİYYE'DE MÜNDEMİC HİKMET-İ
NEBEVİYYE" BEYÂNINDANDIR
İmdi,
mevcûdâtın kâffesi, bitip tükenmeyen, Allâh'ın kelimeleridir.
Zîrâ onlar, "Kün!"dendir. Ve "Kün!" Allâh'ın kelimesidir. Böyle
olunca, üzerinde bulunduğu şey hasebiyle, acabâ kelime ona
nisbet olunur mu? Bu takdirce onun mâhiyyeti bilinmez. Yâhut
hüviyyet-i Hak Teâlâ "Kün!" diyen bir sûrete mi nüzûl eder? Bu
takdirce ona nüzûl edip onda zâhir olduğu o sûret için, "Kün!"
kavli hakîkat olur. Binâenaleyh, âriflerin ba'zısı bir tarafa ve
ba'zıları diğer tarafa gider. Ba'zıları da emirde hayrete düşer
ve bilmez. Ve işte bu, ancak zevk ile bilinmek mümkin olan bir
mes'eledir. Nitekim Ebâ Yezîd öldürdüğü karıncaya nefh ettiği
hînde dirildi. Binâenaleyh, bunun indinde kiminle nefh ettiğini
bildi, nefh etti. Şu halde İseviyyü'l-meşhed idi. İhyâ-yı
ma'nevîye gelince, ilim iledir. Bu hayât, hayât-ı İlahiyye-i
zâtiyye-i ilmiyye-i nûriyyedir ki, onun hakkında Hak Teâlâ
buyurdu: ............................... (En'âm, 6/122) İmdi
mürde olan bir nefsi, ilm-i billâha müteallık olan bir mes'ele-i
hâssada, hayât-ı ilmiyye ile ihyâ eden her bir kimse; onunla
diriltir; ve ona bir nûr olur ki, onunla nâs içinde, ya'ni
sûrette kendi şekilleri arasında yürür (15).
Ya'nî Îsâ
(a.s.), tarz-ı tekevvünü,
(meydana geliş şekli, oluşma biçimini)
sûret-i
beşeriyyesi
(beşer görünüşü)
ve ihyâ-yı
mevtâ eylemesi
(ölüyü diriltmesi)
ve âlem-i
zâhirden
(dünyadan)
âlem-i
bâtına
(ahirete)
intikâli
i'tibâriyle
(geçmesi bakımından)
sâir
mevcûdattan
(diğer varlıklardan)
mümtâz
(ayrılmış)
olmakla
berâber, "Kelimetullâh"
(Allah’ın kelimesi)
ise de,
"kelimetullah"
(Allah’ın kelimesi)
olmak
husûsunda, zevk-ı Muhammedî üzere sâir mevcûdât
(diğer varlıklar)
ile
berâberdir. Zîrâ
(çünkü)
mevcûdâtın
kâffesi
(mevcut varlıkların hepsi)
Allâh'ın
kelimeleridir ki, aslâ bitmek ve tükenmek bilmez. Çünkü o
mevcûdâttan her birisi "Kün!"
(ol)
emrinden
zâhir olmuştur
(açığa çıkmıştır).
"Kûn!"
(ol)
ise
Allâh'ın kelimeleridir. Nitekim, Kur'ân-ı Kerîm'de buyrulur:
......................................... (Kehf, 18/ 109)
Ya'nî "Yâ Habibim de ki, eğer küre-i arz-ı muhît olan
(dünya yüzünü kaplayan)
bahr
(deniz),
Rabb'imin
kelimâtını
(kelimelerini)
tahrîr
(yazmak)
için
mürekkeb olsa Rabb'imin kelimâtı
(kelimeleri)
hitâm
bulmazdan mukaddem
(bitmeden önce)
deryâ
(deniz)
tükenir
idi. Ve eğer onun mislini
(katlarını)
getire
idik yine böyle olur idi:"
Ma'lûm
olsun ki, "Kün!"
(ol)
emri
"kâf" ile "nûn"dan mûrekkeb
(bileşik)
lafzı
Arabîdir
(Arapça sözdür).
Âlemde
(dünyada)
bu kadar
muhtelif lisan
(çeşitli diller)
mevcûd
olduğu halde, Hak Teâlâ îcâdını
(yaratmayı)
murâd
ettiği şeye "Kün!" kavl-i Arabîsi
(Arapça (ol) kelimesi)
ile mi
hitâb eder ve bu kavli
(sözü)
nasıl
tekellüm eyler
(konuşur)?
Nitekim, âyet-i kerîmede buyrulur:
...................... (Nahl; 16/40) Ya'nî "Biz bir şeyi irâde
ettiğimiz
(dilediğimiz)
vakit, o
şeye bizim kavlimiz
(sözümüz)
"Kün!"
(ol)
dememizdir. Bu takdirce
(irade gereği)
o, olur."
İmdi kelâm
(söz),
hayat ve ilim ve sem'
(işitme)
gibi
sıfât-ı İlahiyyeden
(Allah’ın sıfatlarından)
bir
sıfattır. Zât-ı İlahiyye
(İlahi zat,Allah)
bir şeyin
îcâdına
(yaratılmasına, meydana getirilmesine)
teveccüh
ettikde
(yöneldiğinde)
zâtında
bilkuvve
(potansiyel güç, kuvve olarak)
mündemic
olan
(bulunan)
o şeyin
mevcûd olmasını emreder. Bu ise zâtın sıfat-ı kelâm
(kelam sıfatı)
ile, kendi
zâtına tecellîsinden
(görünmesinden, belirmesinden)
başka bir
şey değildir. Binâenaleyh
(nitekim),
bu emir,
bî-harf ü savt
(harfsiz ve sessiz)
bir
kelâm-ı nefsîden
(kendi kendine, içinden söylenen, zata mahsus kelamdan, sözden)
ibârettir
ki, âlem-i elfâzda
(dünya dillerinde)
Arabîsi
(Arapçası)
"Kün!"
(ol)
kelimesi
olduğu gibi, elsine-i sâirede
(diğer dillerde)
de bu
ma'nâya mevzû'
(mana yerine konmuş)
birtakım
kelimâttır
(kelimelerdir).
Kelâm-ı
nefsî-i İlahi
(İlahi Zat’a mahsus söz)
harf ve
savt
(ses)
kisvesine
(görünüşüne, suretine)
bürünerek
âlem-i taayyüne
(dünyaya),
elfâz-ı
Arabiyye
(Arap dili)
ile
şeref-vürûd ettiğinden,
(geldiğinden)
bu ma'nâyı
tefhîm
(anlatmak)
için "Kün!
(ol)
" kavli
(sözü)
isti'mâl
buyrulmuştur
(kullanılmıştır).
Bu
kelâm-ı nefsî
(kendine, Zat’a mahsus, içinden söylenen söz)
sudûr
edince
(çıkınca)
o şey,
lemh-ı basarda,
(bir anda, göz açıp kapama anında)
ilm-i
ilahîde
(Allah’ın ilminde)
peydâ olur
(bir anda meydana çıkar).
Nitekim,
âyet-i kerîmede buyrulmuştur: ........................ (Kamer,
54/50) İmdi insan, her dakîka kendi nefsinde vâkı' olan
(olagelen)
hâle
dikkat ederse, bunun ne gibi bir şey olduğunu zevkan
(manevi zevkle)
bilir.
Zîrâ
(çünkü)
..................... buyrulmuştur. Ve kezâ
(böylece)
.......................... hadîs-i şerîfinde bu hakîkate de
işâret vardır:
Misâl:
Kendisinde hattatlık
(güzel yazı yazma sanatı)
ve
ressamlık sıfatları bulunan bir kimse ferd ü tenhâ
(yalnız, tek başına)
bulunduğu
halde
(durumda),
bilfarz
(diyelim ki)
hattatlık
(yazı yazma)
sıfatının
hâricde zuhûru
(dışarıda açığa çıkmasını)
taleb
etmesi
(istemesi)
üzerine, o
kimse bu sıfatın talebini is'âfen
(yerine getirerek)
bir levha
tahrîr ederek
(çizerek),
bu
sıfatın eserini hâricde
(dışarıda)
görmek
murâd etse, evvelâ o yazacağı levha sûretinin
(şeklinin)
ilminde ve
zihninde husûlüne
(hasıl olmasına, çıkmasına)
teveccüh
eder
(yönelir).
Ve
bu teveccühü
(yönelişi)
müteâkıb
(ardından)
göz açıp
kapayıncaya kadar ve belki daha az bir zamanda, hattâtın
(yazanın, çizenin)
ilminde ve
hayâlinde, levhanın sûreti
(şekli, biçimi)
müntakış
(nakş olunmuş)
olur. İşte
hattâtın bu sıfatının zuhûr-i eserine
(eserinin meydana çıkışına)
teveccühü
(yönelişi)
bî-harf ü
savt
(harfsiz ve sessiz)
"Kün! "
(ol)
emridir.
Ve bu emir, kelâm-ı nefsîdir
(kendi içinde, zatında söylenmiş olan bir sözdür)
ki, biz
buna "kendi kendine içinden söylemek'' deriz. Harf ve savt
(ses)
ile ızhâr
ettiğimiz
(açığa çıkardığımız)
kelâm
(sözler),
bu
içimizden söylediğimiz kelâmın
(sözlerin)
aksidir
(yansımasıdır).
Zâtımızda mündemic olan
(bulunan)
sıfat-ı
kelâmın
(kelam sıfatının)
ızhârına
(meydana çıkmasına)
teveccüh
ettiğimiz
(yöneldiğimiz)
vakit,
ilmimizde peydâ olan maânî
(manalar)
o kadar
sür'atle tekevvün eder
(oluşur)
ki, iki
ma'nâ arasını zamânen
(zaman olarak)
tefrîk
(ayırmak)
kabil
(mümkün)
olmaz.
Âlem-i elfâzda
(dünyadaki dillerde)
bu emrin
(işin)
Arabîsi
(Arapçası)
“Kün!”
(ol)
kelimesi
olduğu gibi, elsine-i sâirede
(diğer dillerde)
de bu
ma'nâya mevzû'
(mana yerine konulmuş)
birtakım
kelimâttır
(kelimelerdir).
Kelâm-ı
nefsî-i İlahi (İlahi
Zat’ın kelimeleri),
harf ve
savt
(söz)
kisvesine
(görünüşüne, suretine)
bürünerek,
âlem-i taayyünde
(dünya âleminde)
hâtem-i
enbiyâ
(son Nebi, Peygamberimiz)
(s.a.v.)
Efendimiz'e elfâz-ı Arabiyye
(Arapça söz)
ile gelmiş
olduğundan, bu ma'nâyı tefhîm
(anlatmak)
için
"Kün!" kavli
(sözü)
isti'mâl
buyrulmuştur.
(kullanılmıştır)
İmdi
hattât,
(yazıyı yazan kişi)
kendi emr
etti
(emir verdi),
kendi
dinledi. Ve emri müteâkıb
(ardı sıra)
hemen
levhanın sûreti
(şekli)
ilminde
müntakış
(nakşedilmiş)
olmakla,
kendi zâtıyla, kendi Zâtında, kendi Zâtına tecellî etmiş
(belirmiş, görünmüş)
oldu. Ve
evvelce hattatlık ve ressamlık sıfat-ı müttehid
(sıfatları birleşik, bir iken)
ve Zâtının
aynı iken, bu tecellî
(belirme)
netîcesinde hattatlık sıfatı ressamlık sıfatından mütemeyyiz
oldu
(ayrıldı).
Ve ilminde
peydâ olan
(açığa çıkan)
o levhanın
sûreti
(şekli)
bu
sıfatına âyîne
(ayna)
oldu. Ve
hattât
(ressam)
mukaddemâ
(önceden)
kendisinin
bu sıfatını ilm-i icmâli
(öz, özet biliş)
ile bilir
iken, şimdi ilm-i tafsîlî
(geniş, teferruatlı biliş)
ile
bilmeğe başladı. Evvelce bilir idi, bu defa gördü. Ve bu görme
netîcesinde ilm-i tafsîlî
(geniş, etraflı ilim)
peydâ oldu
(meydana çıktı).
Fakat,
bunların cümlesi
(hepsi)
o kimsenin
zâtının hâricinde
(dışında)
vâkı
olmadı
(gerçekleşmedi).
Binâenaleyh
(nitekim)
o kimse,
kendi kendini müşâhede etti
(gördü, bildi, seyretti).
Tekvîn
(vücuda getirme, yaratma)
hakkındaki
tafsîlât
(detaylar)
ve îzâhât
(geniş açıklama)
Fass-ı
Sâlihî'de
(Salih bölümünde)
murûr
ettiğinden
(geçtiğinden)
bu bahsin
mütâlaasında
(konunun
okunmasında)
o îzâhâtın
(açıklananların)
dahi
teemmülü
(iyice düşünülmesi)
lâzım
gelir.
İmdi
Hakk'ın, üzerinde bulunduğu ıtlâk
(hür oluş, kayıtsızlık)
ve
ahadiyyet
(salt tekliği)
hasebiyle
bu "Kün!"
(ol)
kelimesi
ona nisbet
(bağıntılı, ait)
olunur mu;
ya'nî hiçbir sıfat ile men’ût
(sıfatlanmış)
ve hiçbir
isim ile mevsûm
(isimlenmiş)
olmayan
zât-ı bahta
(Zat mertebesinde)
"Kün!"
kelimesi nisbet
(bağıntılı, ait)
olunur mu,
yoksa olunmaz mı? Evet, olunur. Velâkin
(fakat)
bu sûrette
(şekilde)
"Kün!"
(ol)
kelimesinin mâhiyyeti
(iç yüzü, özü)
idrâk
olunmaz. Çünkü Hakk'ın Kelâm'ı, zâtının aynıdır. Ve zât-ı bahtin
(Zat mertebesinin)
hakîkatini
ve künhünü
(esasını, özünü)
bilmek ve
idrâk etmek, efrâd-ı beşerden
(insan fertlerinden)
hiçbir
ferd
(kişi)
için
mümkin değildir. Bu mertebe de kelâm
(söz)
ve
mütekellim
(söyleyen)
Zât-ı
ahadiyyedir
(Ahad olan Zat’tır)
.
Binâenaleyh
(nitekim)
ona nisbet
(bağıntılı)
olunan
“Kün!”
(ol)
kelimesi,
hakîkati üzere mutlak
(kayıtsız)
olduğu
halde terk olunur. Bu hususta tefekkür
(düşünmek)
ve kıyl ü
kâl
(konuşmak, dedikodusunu yapmak)
aslâ câiz
(doğru)
değildir.
Çünkü Zât-ı mutlakın
(mutlak Zat’ın)
letâfeti
indinde
(inceliği, şeffaflığı yanında),
ecsâma
(cisimlere)
nazaran
(göre)
latîf
(ince, şeffaf)
olan
fıkir, kesîftir
(yoğundur, koyudur).
Ve
kesîfin
(koyu olanın)
hâl-i
kesâfetle
(koyu, yoğun haliyle)
latîfe
(inceye, şeffafa)
yolu
yoktur. Meğer ki terk-i kesâfet edip
(kesafetliği terk edip)
latîfin
(şeffafın)
aynı ola.
Bu sûrette
(şekilde)
de ilim
(bilgi),
âlim
(bilen)
ve ma'lûm
(bilinen)
şey'-i
vâhid
(tek şey, tek hakikat)
olur.
Yâhut
hüviyyet-i Hak Teâlâ
(Hakk’ın Zat’ı)
,
"Kün!"
(ol)
diyen bir
sûrete mi nüzûl eder
(iner)?
Evet, bâlâda
(yukarıda)
zikr
olunan
(anlatılan)
i'tibâr
(husus)
câiz
(doğru)
olduğu
gibi, bu i'tibâr
(husus)
dahi câiz
olur
(doğrudur).
Bu
i'tibâra
(hususa)
göre,
Hakk'ın nüzûl edip
(inip)
zâhir
olduğu
(göründüğü)
sûret için
"Kün!"
(ol)
kelimesi
hakîkat olur. Zîra
(çünkü)
suver-i
ekvândan
(dünya suretlerinden)
herhangi
bir sûret olursa olsun Hakk-ı mutlakın
(kayıtsız, sınırsız Hakk’ın)
esmâdan
bir isim hasebiyle taayyününden
(belirmesinden, meydana çıkışından)
ibârettir.
Binâenaleyh
(nitekim),
o sûretten
sâdır olan
(çıkan)
"Kün!"
(ol)
kavli
(sözü),
o sûretin
hakîkati olur ve o sûretten "Kün!
(ol)
" kavlini
(sözünü)
kâil olan
(söyleyen)
Hak olur.
Zîrâ
(çünkü)
kelâm
(söz),
sıfât-ı
Hak'tan
(Hakk’ın sıfatlarından)
bir sıfat
ve bir mefhûm-i küllidir
(tamlık, bütünlük kavramıdır).
Mezâhir-i
kesîrede
(çokluk görüntü yerlerinde, birimlerde)
merâtib-i
muhtelife
(çeşitli mertebeler)
ile zuhûru
(meydana çıkışı)
bu
mefhûm-i küllînin
(mananın kavram bütünlüğünün)
vahdetine
(tekliğine)
zarar
vermez. Nitekim güneşin ziyâsı
(ışığı)
muhtelif
pencerelerden odaya aks etmiş
(yansımış)
olsa
güneşin taaddüdüne
(çoğaldığına)
hükm
olunamaz
(karar verilemez)
ve güneş
cüz'iyyâta
(kısımlara)
inkısâm
etti
(ayrıldı, parçalandı)
denilemez.
Binâenaleyh
(nitekim)
hakîkat-i
kelâm
(sözün hakikati)
bir olduğu
gibi, hakîkat-i vücûd
(vücudun hakikati)
dahi
birdir. Şu halde vücûd-i mutlak-ı Hak
(sınırsız, kayıtsız tek vücut olan Hakk)
,
ism-i
Zâhir'i hasebiyle
(zahir esması bakımından)
suver-i
ekvândan
(dünya suretlerinden)
bir
sûretle müteayyin olup
(belirip, görünüp)
da bu
sûretten "Kün!"
(ol)
kavli
(sözü)
sâdır
olsa,
(çıksa)
hakîkatte
bu kavlin kaili
(sözü söyleyen)
Hak olur.
İmdi mâdemki bu iki i'tibâr
(husus)
mevcûddur, âriflerden ba'zısı evvelki i'tibâr
(husus)
cânibine
(tarafına)
ve ba'zıları da ikinci i'tibâr
(husus)
tarafına giderler; ve ba'zıları dahi her iki i'tibâra
(hususa)
bakıp hangisiyle hükmedeceğini
(karar kılacağını)
bilmez, hayrete düşer. Velâkin bu hayret, (S.a.v.) Efendimiz'in
bize ........................ kavli şerîfiyle ta'lîm buyurduğu
(öğrettiği)
hayret-i mahmûdedir
(beğenilen, takdir edilen hayrettir).
Zîrâ
(çünkü)
bu hayret ba'de'l irfân
(bilgi, idrak sahibi olduktan sonra)
olan hayrettir. Binâenaleyh
(nitekim)
ekâbir-i Evliyâ
(büyük Veliler)
için olan hayret-i kübrâdır
(en büyük hayrettir).
Velâkin
(fakat)
zevk-ı Muhammedî üzere kendilerine irfân
(bilgi, ilim)
ihsân olunan
(bahşedilen)
zevât
(kişiler)
için bu husûsta hayret yoktur. Zîrâ
(çünkü)
bu zevât
(kişiler)
............................ ya'nî "Allah Teâlâ var idi; O'nunla
berâber eşyâdan
(varlıklardan)
bir şey yok idi; ve el-ân
(şu anda)
dahi öyledir" kavli münîfi
(kıymetli, meşhur söz)
mûcibince
(gereğince)
vücûd-i Hak'tan
(Hakk’ın vücudundan)
başka bir mevcûd olmadığını ve bu i'tibârâtın
(faraziyelerin, var sanılan şeylerin)
ancak vücûd-ı mutlak-ı Hakk'ın
(mutlak vücut sahibi Hakk’ın)
merâtibine taallukunu
(mertebeleri ile olan ilişkisini, münasebetini)
bildikleri için, her iki emrin
(hususun)
her bir aynda
(Zat’ta)
mütehakkık olduğuna
(tahakkuk ettiğine, gerçekleştiğine)
hükmederler.
Ve "Kün!"
(ol)
emrinin
Zât-ı mutlaka
(salt, kayıtsız, sınırsız Zat’a)
veyâhut
Zât-ı mutlakın
(mutlak Zat’ın)
nüzûl
ettiği
(indiği)
sûrete
nisbeti
(ilişkisi, bağıntısı),
bir
mes'eledir ki, ancak zevk ile bilinebilir. Bunu ilm ile anlamak
kâbil
(mümkün)
değildir.
Meselâ ınnîn
(iktidarsız)
bir
kimseye cimâ'ın
(çiftleşmenin)
lezzeti ne
kadar ta'rîf olunsa,
(anlatılsa)
onda
hâsıl olan
(oluşan)
zevk-ı
tasavvurî,
(düşüncesinde, zihninde kurarak tattığı zevki)
bu
lezzeti kendi nefsinde
(zatında, kendinde)
bulan
kimsede hâsıl olan
(oluşan)
zevk-ı
hâliye
(zevkin durumuna)
benzemez.
Nitekim Bâyezid Bistâmî (r.a.) öldürdüğü bir karıncaya nefh
ettiği
(nefesini üflediği)
vakit,
dirildi ve onda eser-i hayât
(canlanma)
zâhir oldu
(görüldü).
Hz.
Bâyezîd, nefh
(nefes verme)
esnâsında
öyle bir tecellîye mazhar
(oluşumun göründüğü mahall)
olmuş ki,
kendinin kendiliği mürtefi' olmuş
(kalkmış)
ve vücûd-i
izâfîsinin
(nisbi göreli vücudun)
Kayyûm'u
(varlığını ayakta tutan)
olan
Hakk'ın sıfâtı icrâ-yı hükm
(hükmü
yerine getirme, hükmü icra)
etmekte
bulunmuş idi. Nitekim, hadîs-i kudsîde insân-ı kâmile hitâben
(konuşarak)
buyrulur:
Ya'nî "Halka benim sıfâtım ile zâhir ol
(görün)!
Seni
gören, beni görür ve seni seven, beni sever ilh..'" Karıncaya bu
halde iken nefh etti;
(üfledi)
ve hîn-i
nefhde
(nefes verme anında)
kiminle
nefh ettiğini
(üflediğini)
bildi.
Binâenaleyh
(nitekim)
emr-i
ihyâya
(diriltme hususuna)
taalluk
eden
(alakalı, ilişkili olan)
"Kün!"
(ol)
kavlinin
(sözünün)
Zât-ı
mutlaka mı
(mutlak Zat’a mı, Allah’a mı)
,
yoksa
Hakk'ın kendi sûretine
nüzûl
etmesi
(inmesi)
hasebiyle
bu sûrete
(vücuda, bedene)
mi
nisbet
(bağıntılı, ilişkili)
olunacağını, zevkan
(manevi zevkle)
ârif oldu
(bildi).
Böyle
olunca Hz. Bâyezîd hîn-i nefhinde
(nefesini üfleme sırasında)
İseviyyü'l-meşhed
(şuhudu İsevi (İsa a.s.’ın görüşünde, makamında)
idi. Ya'nî
ihyâ-yı hissîde
(dünyada diriltmede, ölmüş bedene can vermede)
Îsâ
(a.s.)’ın zevk-ı müşâhedesine
(görüş zevkine, makamına)
nâil olmuş
(ermiş)
idi.
Cenâb-ı
Şeyh-i Ekber (r.a.), buraya kadar ihyâ-yı hissîyi
(zahirde hissedilen
diriltmeyi (bedenin diriltilmesini)
beyan
buyurdu
(açıkladı).Bundan
sonra da ihyâ-yı ma'nevînin
(manevi diriltmenin, ruhun diriltilmesinin)
îzâhına
(açıklamasına)
şurû' edip
(başlayıp)
buyururlar
ki: İhyâ-yı ma'nevî
(manevi diriltme)
ilim ile
olur. Ve ilim ile hâsıl olan
(oluşan)
bu hayât-ı
mânevî
(manevi hayat, canlılık),
İlahi,
zâtî, ilmî ve nûrî olan hayattır ki, onun hakkında Hak Teâlâ
hazretleri Kur'ân-ı Kerîm'de böyle buyurur:
................................ (En'âm, 6/122) ya'nî "O kimse
ölü müdür ki biz onu ihyâ ettik;
(dirilttik)
ve onun
için bir nûr kıldık ki o nûr ile nâs
(insanlar, halk)
arasında
yürür." Bu âyet-i kerîmenin tefsîren ma'nâ-yı münîfi
(yüce manası bakımından izahı)
şudur: "O
kimse cehil
(cahillik, bilgisizlik)
ile ölü
müdür ki, biz onu hayât-ı ilmiyye
(ilim hayatı)
ile ihyâ
ettik
(dirilttik).
Ve
onun için bir nur kıldık ki, o nûr-i ilimdir
(ilmin nurudur).
Bu nûr-i
ilim
(ilim nuru)
ile nâs
(insanlar)
içinde
yürür; ve onların isti'dâdlarında olan ahvâli
(halleri, oluşları)
o nûr
vâsıtasıyla idrâk eder."
Şeyh-i
Ekber
(şeyhlerin en büyüğü)
ve
burhân-ı azhar
(en açık delil)
efendimiz
hazretleri bu ibârede
(cümlede)
hayât-ı
ma'neviyyeyi
(manevi hayatı)
dört vasıf
(nitelik, özellik)
ile tavsîf
buyurdular
(vasıflandırdılar).
"İlahiyyet"
ile tavsîf buyurmalarının
(vasıflandırmalarının)
sebebi
budur ki: Sıfat-ı hayât
(hayat sıfatı)
müstekıllen
(özel, hususi olarak)
İlahiyyete
taalluk eden
(alakalı olan)
bir
mefhûm-i küllîdir;
(tam, bir bütünlük kavramıdır)
ve
mezâhir-i kesîrede
(çokluk görüntülerinde (birimlerde),
onların
isti'dâdât-ı muhtelifesiyle
(çeşitli istidatlarıyle)
zâhir olur
(açığa çıkar)
.
Ve
suver-i mezâhir
(görüntü yeri olan suretler)
ise,
vücûd-ı vâhid-i hakîkinin
(tek gerçek vücudun)
bi-hasebi'l-esmâ tecelliyât-ı dâimesinden
(sayısız hesapsız esmanın kesintisiz, devamlı olarak
belirmelerinden, görünmelerinden)
ibarettir.
Ve bu tecellînin
(belirmelerin)
nihâyeti
(sonu)
yoktur ki;
işte müşâhedenin
(görüşün)
nihâyeti
(sonu)
burasıdır,
denilip tevakkuf olunabilsin
(durulabilsin).
Bu
sebeble ârifler, hayrete düşerler. Demek ki emr-i vücûd,
hayrettir. Halbuki hayret, adem-i tevakkuf
(durmanın olmaması)
sebebiyle
olmaktadır. Binâenaleyh
(nitekim)
hayret,
kalak
(iç sıkıntısı, gönül darlığı)
ve
harekettir. Ve mütehayyir olan
(hayrette kalan, şaşıran)
kimse
muztaribdir
(sıkıntılıdır, rahatsızdır),
çırpınır
durur. Hareket olan yerde ise hayât vardır. Ve mâdemki hâreket
hayâtı müstelzimdir
(gerektirir);
öyle
ise müteharrik
(hareketli)
için mevt
(ölüm)
yoktur.
İşte bu hakîkate işâreten hadîs-i şerifte:
..........................
Ya'nî
"İlim ile diri olan kimse ebeden
(asla)
ölmez"
buyrulmuştur. Ve hayret, yâhut hayât, vücûd ve varlıktır. Vücûd
ise birdir, o da vücûdullahdır
(Allah’ın vücududur).
Binâenaleyh
(nitekim)
hayât-ı
ma'neviyye,
(manevi hayat)
hayât-ı
İlahiyyedir
(İlahi hayattır).
Ve
"zâtiyye" ile tavsîf buyrulmasının
(vasıflandırılmasının)
sebebi de
budur ki; "ilim" ile "hayât" sıfât-ı zâtiyye İlahiyyedendir
(Hakk’ın zatına ait sıfatlardandır)
.
Ve "Hayy"
ve "Alîm" esmâ-i Zâtiyyedendir
(Zatın isimlerindendir).
Ve bu
sıfatlar, zât-ı sırf
(mutlak Zat)
mertebesinde Zât!ın aynıdır.
(Devam edecek)
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-08.03.2005
http://sufizmveinsan.com
|