158. Bölüm

BU FASS KELİME-İ ÎSEVİYYE'DE MÜNDEMİC    HİKMET-İ NEBEVİYYE" BEYÂNINDANDIR

Ve “ilmiyye” ile tavsîfinin (vasıflandırılmasının) sebebi de şudur ki, mertebe-i akılda "ilim", "hayat"tan sonra gelen eşref-i sıfât-ı İlahiyyedir. (en şerefli İlahi sıfatlardandır) Ve a'yân-ı sâbite (ilmi suretler) ve kevniyye (kevni varlıklar) "ilim" hasebiyle zâhir olur. (açığa çıkar) Ve "ilim", "hayât"ın iktizââtındandır (gerektirdiklerindendir).

Ve "nûriyyet" ile tavsîfinin (vasıflandırılmasının) sebebi dahi budur ki, "nûr" kendi nefsiyle zâhir olan (açığa çıkan) ve kendinin gayrisini (kendinden başkasını) ızhâr eden (meydana çıkaran, gösteren) şeye derler.Ve zât-ı ahadiyyede (Zat mertebesinde) bilkuvve (güç, kuvve olarak) mevcûd ve bilfiil  (fiil olarak) ma'dûm (yok durumunda) olan a'yân-ı sâbite (ilmi suretler) ve kevniyye (kozmik varlıkların) sûretlerini sıfat-ı ilm (ilim sıfatı) ızhâr etti (meydana çıkardı, gösterdi).  Şu halde ilim, nûrun ta'rîfine muvâfık (uygun) olarak kendi nefsiyle zâhir olduğu (açığa çıktığı, göründüğü) gibi, kendinin gayrini de (başkalarını da) ızhâr etmiş (meydana çıkarmış, göstermiş) oldu. Binâenaleyh (nitekim) ilimden ibâret olan hayât-ı ma'neviyyenin (manevi hayatın) hayât-ı İlahiyye-i Zâtiyye-i ilmiyye-i nûriyye (hayat İlahi Zat’ın ilminin nuru) olduğu sâbit (anlaşılmış) oldu. İmdi herhangi bir kimse cehil (bilgisizlik) ile ölmüş olan bir nefsi, ma'rifet-i İlahiyyeye (İlahi ilimle) müteallık (alakalı) olan bir mes'ele-i mahsûsada (özel meselede),  hayât-ı ilmiyye ile (ilim ile hayat verip) ihyâ etmiş (diriltmiş) olsa, o kimse, o mes'ele-i mahsûsa (özel mesele) ile o nefsi diriltmiş olur. Ve o mes'ele, o kimseye bir nûr olur ki, şeklen kendisine benzeyen ve zulmet-i cehl (cahil olmanın sıkıntısı) içinde kalan sâir (diğer) insanlar arasında bu nûr ile yürür; ve onların ölmüş olan nefislerini ma'rifet-i İlahiyye (İlahi ilim) ile diriltir.

...................... (En'âm, 6/122) âyet-i kerîmesinin tefsîri (açık anlatımı) ve ilim hakkındaki tafsîlât (geniş açıklama) Fass-ı Mûsevî'den (Musa bölümünde) gelecektir. İmdi ihyâ-yı ma'nevî (manevi (ruhu) diriltme), ihyâ-yı hissîden (cesedi diriltmekten) a'lâ (yüce) ve eşreftir (daha şereflidir). Zîrâ (çünkü) birisi bâkî (daimi) olan rûhun ihyâsına (dirilmesine) ve diğeri fânî (geçici, ölümlü) olan ecsâdın (cesedlerin) ihyâsına (diriltmesine) taalluk eder (alakalıdır). Ve bakâ (bakilik, devamlılık) ise fenâdan (yok olmaktan) a'lâ (yüce) ve eşreftir (daha şereflidir). Bu hakîkate mebnî (dayanan) ihyâ-yı hissîye (cesedleri diriltme) kudreti olan Enbiyâ (nebiler, peygamberler) ve kümmel-i evliyâdan (büyük velilerden) bu hal pek az ve nâdiren vâkı' olur (gerçekleşir). İhyâyı  ma'nevî (ruhu diriltme) ise, dâimâ kesîrü'l-vukû'dur (çok defa olan şeydir).Nitekim, emr-i âlî-i Risâlet-penâhî (s.a.v.) (Peygamberimiz Hz. Muhammed a.s.) ile Hz. Şeyh-i Ekber (şeyhlerin en büyüğü) ve misk-i ezfer (r.a.) (M.İbnü’l-Arabî) efendimizin, ümmet-i Muhammed'e (Müslümanlara) ithâf buyurduğu (armağan olarak gönderdiği) bu Fusûsu'l-Hikem sâyesinde, binlerce mürde-nefıs olan (ölü nefisli) kimseler, hayât-ı ma'neviyyeye (manevi canlanmaya) nâil olmuşlar (ermişler) ve bundan sonra da  kıyâmete kadar olacaklardır.

Şiir: Eğer o olmasa idi ve eğer biz olmasa idik, olan olmaz  idi. (16).

Ya'nî sıfât-i kesîresi (çokluk sıfatları) zâtında müstehlek (bitmiş, tükenmiş) olan vücûd-ı mutlak-ı Hak (Zat-ı Hakk’ın kayıtsız vücudu) olmasa idi ve o vücûd-i hakîkînin mertebe-i vâhidiyyete (mana mertebesine) tenezzülü (inişi) ile, her bir sıfatının eseri olan esmâsının sûretleri bulunan bizim a'yân-ı sâbitemiz (ilmi suretlerimiz) olmasa idi, bu âlem-i kesâfette (çokluk âleminde, dünyada) zâhir olan (meydana çıkan, görülen) a'yân-ı kevniyye (kevni varlıklar) mevcûd olmaz idi. Zîrâ (çünkü) zuhûr (meydana çıkış) vücûdun ve varlığın şânıdır. Ve yoktan hiçbir şey çıkmaz. Lisân-ı şerîatte (şeriat dilinde) avâlimin (âlemlerin) yoktan var oldu denilmesi, suver-i avâlimin (evren suretlerinin) adem-i mahzdan (mutlak, tam yokluktan) zuhûra geldiğini beyân etmek değildir. Belki bilkuvve (potansiyel güç, kuvve olarak) mevcûd ve fıilen (fiil olarak) ma'dûm (yok durumunda) iken mertebe-i gaybden (belirsizlik, gizlilik, bilinmezlik mertebesinden) ibâret olân adem-i izâfîden (kuvve güç olarak mevcut ve fiil olarak yok durumunda olan varlıklar ademi izafidir) zâhir oldu (açığa çıktı) demektir. Nitekim şeftâli çekirdeğinin içinde bilkuvve (potansiyel güç, kuvve olarak mevcut) bir ağaç ve belki nâmütenâhî (sonsuz) ağaçlar vardır. Velâkin fiilen (fiil olarak) ma'dûmdur (yok durumundadır) ve mertebe-i gaybdedir (gizlilik, bilinmezlik mertebesindedir). İmdi hakîkat-i vücûd, (Hakk’ın vücudu) bir mefhûm-i küllîdir (tamlık, bütünlük üzere bir kavramdır) ki, onda taaddüd (çoğalma) mutasavver değildir (düşünülemez).Ve külliyeti (tamlığı, bütünlüğü) i'tibâriyle (bakımından) bir hadd (sınır) ile mahdûd (sınırlanmış) değildir. Ve onun mukâbili (karşılığı) adem-i mahzdır (tam, salt yokluktur). Ve adem-i mahz (Zat mertebesi) dahi bir mefhûm-ı küllî-i nâ-mahdûd (sınırsız bir kavram bütünü) ise de, onun mahall-i ancak (bulunduğu yer) zihin olup onun için kat'â (katiyetle) ve ebedü'l-âbâd (hiçbir zaman, asla) zuhûr (meydana çıkış) yoktur. Şu halde vücûd-ı nâ-mahdûd, (sınırsız vücut) Zât-ı Mutlak’ın (kayıtsız, sınırsız salt Zat’ın) olup o vücûdun (varlığın) zâtında bilkuvve (güç, kuvve olarak) mündemic (içinde yerleşmiş bulunan) sıfât vardır. Ve o sıfâtın âsârı (eserleri) dahi eşyâdır (ilmi suretlerdir, hakikatlerdir).  ............ daki elif işbâ içindir (vezin ve kafiye zaruretinden dolayı kelimeye katılmıştır). .......... kavliyle (sözleriyle)  ............... hadîs-i kudsîsine de işâret buyrulmuştur.

Binâenaleyh biz, hakîkatte kullarız ve Allah Teâlâ muhakkak bizim Mevlâ'mızdır (17).

Beyt-i şerîfteki ......... "abd"in (“kul”un) cem'idir (çoğuludur).  Ya'nî her birerlerimiz hakîkatte Allah Teâlâ hazretlerinin esmâsından birer isme mazharız (görüntü mahalliyiz, bir ismin açığa çıktığı yeriz). Ve Allah Teâlâ, ahkâm (hükümlerini, işlerini) ve âsârı (eserlerini) bizde zâhir olan (açığa çıkan) o isimler ile bizim emrimizi (işlerimizi) tedbîr buyurur (tasarruf eder, idare eder). Zîrâ (çünkü), Hak esmâsının veliyy-i mutlakıdır (mutlak velisidir, sorumlusudur) ve onların mutasarrıfıdır (tasarruf edenidir, idare edenidir) ve esmâ ise mutasarrafdır (tasarruf olunandır).Ve halbuki mutasarrafıyyet (tasarruf olunma) abdiyyetin (kulluğun) iktizâsıdır (gereğidir).Bizim vücûdât-ı kesîfemiz (madde vücudumuz) ise o esmânın suver-i müteayyinesinden (suretlerinin belirmelerinden, meydana çıkmalarından) ibârettir. Binâenaleyh (nitekim) biz abdleriz (kullarız) ve Allah Teâlâ velâyet-i- mutlakası (mutlak velayeti) hasebiyle bizim Mevlâ'mızdır.

İmdi ma'lûmun olsun ki, sen "İnsan" dediğin vakit (veyâ ben "İnsan" dediğim vakit) biz O'nun "ayn"ıyız (18).

Ya'nî .................... ya'nî "Allah Teâlâ Âdem'i (insanı) kendi sûret, ya'nî sıfâtı üzerine halk etti" (yarattı) hadîs-i şerîfı mûcibince (gereğince) "İnsan" ismiyle mevsûm (isimlendirilmiş) olan  sûret, kâffe-i esmâ-i İlahiyeye (bütün İlahi isimlerin hepsine) mazhariyyet (görüntü yeri olmak) isti'dâdiyle halk buyrulmuştur (yaratılmıştır) .  Velâkin (fakat) bu isti'dâd, her sûret-i insâniyyede (insan olan her surette) kemâliyle (tam, mükemmel olarak) münkeşif (açılmış, meydana çıkmış) değildir. Bu inkişâf-i kemâlî (tam olarak açığa çıkması) , ancak "insân-ı kâmil"e mahsûstur (aittir).  Ve insân-ı kâmil bilcümle (bütün) esmâyı câmi' olan (kendinde toplayan) "Allah" ism-i Zâtının (adı Allah olan Zat’ın) mazharı (göründüğü yer) olduğundan onun sûreti, zât-ı İlahiyyeye (İlahi Zat’a) karşı vaz' edilmiş (konulmuş) olan bir endâm âyînesi (boy aynası) mesâbesindedir(derecesindedir). Binâenaleyh (nitekim) Zât, kendisini insân-ı kâmil âyînesinde (aynasında) kemâliyle (tam olarak) temâşâ eder (seyreder).

Beyt:

Tercüme: "Mahbûb-i hakîkî (hakiki sevgili),  kendi sûretini göstermek murâd eyledi. Âdem'in su ve çamuru ma'rekesinde (meydanında, bedeninde) çadır kurdu. Kendi cemâlini temâşâ (seyretmek) için topraktan bir âyîne (ayna) yaptı; kendi aksini gördü, cümleyi (hepsini) alt ve üst etti."

Ma'lûm olsun ki, sûret-i insâniyyede (insan görünüşünde) bulunan her bir mazhar, (görüntü mahalli, birim) esmâ-i  İlahiyyeden (Allah’ın isimlerinden) bir ismin mazharıdır; (göründüğü yerdir) ve bu isim, onun Rabb-i hâssıdır (has Rabbidir, terkibindeki güçlü isimdir).  Nâsıyesinden (alnından) tutup kendi sırât-ı müstakîmi (doğru yolu) üzerinde o mazharı (görüntü mahallini, birimi) çeke çeke kendi kemâline (tamlığına, mükemmelliğine) götürür. Ve o mazhardan (birimden) bittabi' (tabii olarak) bu ismin ahkâm (hükümleri) ve âsârı (eserleri) zâhir olur (açığa çıkar). Ve bu isim ya cemâlî veyâ celâlîdir. Enbiyâ (Nebiler, Peygamberler) (aleyhimü'sselâm) efrâd-ı insâniyyeyi (kişileri) bu erbâb-ı müteferrikadan (ayrı ayrı Rablardan) Rabbü'l-erbâb (Rabların Rabbi) olan ism-i Zât'ın (ismi Zat olanın), ya'nî "Allah" ism-i câmi'inin (bütün isimleri kendinde toplayan Allah isminin) taht-ı terbiyesine (terbiyesi altına) idhâle (sokmaya) sa'y (gayret) ederler. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de buyrulur: .................................... (Yûsuf; 12/39) ya'nî "Erbâb-ı müteferrika (ayrı ayrı Rabler) mı hayırlıdır, yoksa Vâhid ü Kahhâr (tek Kahhar) olan Allah mı hayırlıdır?" İmdi erbâb-ı müteferrikanın (ayrı ayrı Rabların) taht-ı hükmünde (hükmü altında) kalanlar insân-ı nâkısdırlar (noksan insandırlar). Zîrâ (çünkü) ism-i  Zât'a (Zat ismine) mazhariyyet (görüntü yeri olmak) isti'dadiyle mahlûk (yaratılmış) bir sûret oldukları halde ............................... (Necm; 53/39) âyet-i kerîmesinde işâret buyrulduğu üzere, çalışıp bu isti'dâdlarının inkişâfına (açığa çıkmasına, açılmasına) gayret etmediler ve Peygamberlerinin da'vetini sem'-i (işitip) i'tibâra almadılar (değer vermediler) .  Velâkin (fakat) insân-ı kâmil (tam, mükemmel insan) olanlar, Nebiyy-i zî-şânın (şerefli Peygamberlerin) da'vetine koşup envâ'-ı mücâhedât (çeşitli nefsi savaşlar) ve riyâzât' (nefsi kırmak, dünya lezzetlerinden sakınmak) ile kendi Râbb-ı hâslarının (has Rablerinin (kendi terkiplerindeki güçlü ismin) dâire-i dıykından (dar çemberinden) "Allah" ism-i vesî'inin (vasi, geniş ismin) dâiresine can attılar ve inâyet-i Hak'la (Hakk’ın lutfuyla) mazhar-ı ism-i Zât (Zat isminin göründüğü mahal) oldular. Ve kendilerinden cemî'-i esmâ-i İlahiyyenin (bütün İlahi esmanın) âsâr (eserleri) ve ahkâmı (hükümleri) fıilen (fiil olarak) zâhir oldu (açığa çıktı). Meselâ ölüye nefh ettiler (nefeslerini üfürdüler),  dirildi. Binâenaleyh (nitekim) vücûdlarında "Muhyî" isminin ahkâmı (hükümleri) zâhir oldu (açığa çıktı).  Ve kezâ (böylece) taştan, topraktan hayvânât (hayvanlar) halk ettiler (yarattılar) ;  sûretlerinde "Hâlık" isminin ahkâmı (hükümleri) zuhûr etti. (meydana çıktı) Ve kıs-aleyhi'l bevâkî! (geri kalanları bunlarla kıyas et).

Suâl: Her bir insân-ı kâmil, "Allah" ism-i câmi'inin mazharı (bütün isimleri kendinde toplayan Allah isminin göründüğü mahal) olduğundan, onun Rabb-i hâssı (has Rabbi (kendisini idare eden isim),  bu ism-i câmi'dir (bütün isimleri kendinde toplamış olan bu isimdir). Halbuki kable'-l-kemâl (kemalden, mükemmellikten önce) sâir (diğer) efrâd-ı insâniyye (kişilere) misillu (benzer) onun dahi erbâb-ı müteferrikadan (ayrı ayrı Rablardan) bir Rabb-ı hâssı (has Rabbi, güçlü ismi) var idi. Bu Rabb-i hâs (öz Rabbi) ise onun hakîkatidir (zatıdır) ve ayn-ı sâbitesi (ilmi sureti) de o ismin sûretidir. Ve .......................... (Rûm, 30/30) âyet-i kerîmesi mûcibince (gereğince) kalb-ı hakâyık (bir hakikati başka bir hakikate çevirmek) mümkin değildir. Binâenaleyh (nitekim) ism-i câmi'in mazharı (bütün isimleri kendinde toplamışın göründüğü mahal) olan insân-ı kâmil, kendi Râbb-i hâssının (öz Rabbinin) sırât-ı müstakîmini (doğru yolunu)  terk mi ediyor?

Cevap: Hayır, insân-ı kâmilde cemî'-i esmânın (bütün esmanın) ahkâmı (hükümleri) ve âsârı (eserleri) zâhir olmakla (görülmekle) berâber, Rabb-i hâssı (öz, has Rabbi) hangi isim ise, bu ismin ahkâm (hükümleri) ve âsârı (eserleri), esmâ-i sâire (diğer esmanın) ahkâm (hükümlerine) ve âsârına (eserlerine) gâlib (üstün) olarak zâhir olur (açığa çıkar, görülür). Ve bihasebi'l-galebe (üstünlüğü bakımından) insân-ı kâmil o ismin sırât-ı müstakîmi (doğru yolu) üzerinde yürür. Binâenaleyh (nitekim) onda bilcümle (bütün) esmânın zuhûr-i ahkâmı (hükümlerinin açığa çıkışı) i'tidâl (denge üzere, ölçülülük) üzere olmaz. Velâkin bu adem-i i'tidâl (ölçülü, dengeli olmayışı) ile berâber, mâdemki kendisinde bilcümle (bütün) esmânın ahkâmı (hükümleri) fıilen (fiil olarak) zâhirdir (açığa çıkmıştır) ve kâffe-i esmâ (bütün esmanın hepsi) ise "Allah" isminin tahtında (altında) müctemi'dir (cem olmuş, toplanmıştır); şu halde insân-ı kâmil, hu ism-i câmi'in (bütün isimleri kendinde toplayan “hu”  isminin) mazharıdır (göründüğü yerdir).  Ve cemî'-i esmânın (bütün esmanın) ahkâm (hükümleri) ve âsârı (eserleri) kendisinde i'tidâl (ölçülülük, denge) üzere zâhir olan (açığa çıkan) insân-ı kâmil ancak hâtem-i enbiyâ (son Peygamber) (s:a.v.) Efendimiz'dir.

İmdi Şeyh-i Ekber (r.a.) buyururlar ki: Sen bizim sûretimize bakıp, bizi "İnsan" ismiyle tesmiye ettiğin (isimlendirdiğin) vakit bil ki, biz Hakk'ın "ayn"ıyız. Veyahut biz "İnsan" dediğimiz vakit bil kî, biz onun "ayn"ıyız. Zîrâ (çünkü) biz "İnsan" demekle "insân-ı kâmil"i murâd ederiz. Biz ve emsâlimiz (benzerlerimiz) olan insân-ı kâmil ise, esmâ-i İlahiyye (İlahi esma) hey'et-i mecmûasının (bütün hepsinin) mazharı (göründüğü mahal) olmakla Hakk'ın "ayn"ıyız. Zîrâ (çünkü) insân-ı kâmilin "ayn"ında (Zat’ında) Hakk'ın zuhûru  (meydana çıkışı) ve tecellîsi (görünmesi, belirmesi) ıtlâk-ı Zâtîsi (Zatının kayıtsızlığı) sûretiyledir (yoluyladır).  Ve insân-ı kâmilin gayri (başka) olan eşyâda (varlıklarda) O'nun zûhûru (meydana çıkışı),  o "ayn" (Zat) hasebiyledir. Zîrâ (çünkü) bu a'yân (aşikar olmuşlar, birimler) ba'zı esmâ-i İlahiyyenin (İlahi esmanın) mezâhiridir (göründüğü mahaldir). Ve Hak onlara sûret-i Zâtiyyesiyle (Zatı yoluyla) tecellî etmez (kendini ızhar etmez).  Zîrâ (çünkü) onlarda bu tecellîye tahammül isti'dâdı yoktur. İmdi Hakk'ın her "ayn"da (zatta),  onun hasebiyle zuhûruna (meydana çıkışına) göre, Hak her “ayn”ın (zatın) aynıdır. Velâkin her "ayn" (zat) Hakk'ın aynı değildir. Fakat Hak, insân-ı kâmilin "ayn"ı (hakikati, Zat’ı) olduğu gibi, insân-ı kâmil dahi Hakk'ın "ayn"ıdır (Zat’ıdır, hüviyetidir).

(Devam edecek)   

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-22.03.2005
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail