BU FASS
KELİME-İ ÎSEVİYYE'DE MÜNDEMİC HİKMET-İ NEBEVİYYE"
BEYÂNINDANDIR
Ve
“ilmiyye” ile tavsîfinin
(vasıflandırılmasının)
sebebi de
şudur ki, mertebe-i akılda "ilim", "hayat"tan sonra gelen
eşref-i sıfât-ı İlahiyyedir.
(en şerefli İlahi sıfatlardandır)
Ve a'yân-ı
sâbite
(ilmi suretler)
ve
kevniyye
(kevni varlıklar)
"ilim"
hasebiyle zâhir olur.
(açığa çıkar)
Ve "ilim",
"hayât"ın iktizââtındandır
(gerektirdiklerindendir).
Ve
"nûriyyet" ile tavsîfinin
(vasıflandırılmasının)
sebebi
dahi budur ki, "nûr" kendi nefsiyle zâhir olan
(açığa çıkan)
ve
kendinin gayrisini
(kendinden başkasını)
ızhâr eden
(meydana çıkaran, gösteren)
şeye
derler.Ve zât-ı ahadiyyede
(Zat mertebesinde)
bilkuvve
(güç, kuvve olarak)
mevcûd ve
bilfiil
(fiil olarak)
ma'dûm
(yok durumunda)
olan
a'yân-ı sâbite
(ilmi suretler)
ve
kevniyye
(kozmik varlıkların)
sûretlerini sıfat-ı ilm
(ilim sıfatı)
ızhâr etti
(meydana çıkardı, gösterdi).
Şu
halde ilim, nûrun ta'rîfine muvâfık
(uygun)
olarak
kendi nefsiyle zâhir olduğu
(açığa çıktığı, göründüğü)
gibi,
kendinin gayrini de
(başkalarını da)
ızhâr
etmiş
(meydana çıkarmış, göstermiş)
oldu.
Binâenaleyh
(nitekim)
ilimden
ibâret olan hayât-ı ma'neviyyenin
(manevi hayatın)
hayât-ı
İlahiyye-i Zâtiyye-i ilmiyye-i nûriyye
(hayat İlahi Zat’ın ilminin nuru)
olduğu
sâbit
(anlaşılmış)
oldu. İmdi
herhangi bir kimse cehil
(bilgisizlik)
ile ölmüş
olan bir nefsi, ma'rifet-i İlahiyyeye
(İlahi ilimle)
müteallık
(alakalı)
olan bir
mes'ele-i mahsûsada
(özel meselede),
hayât-ı
ilmiyye ile
(ilim ile hayat verip)
ihyâ etmiş
(diriltmiş)
olsa, o
kimse, o mes'ele-i mahsûsa
(özel mesele)
ile o
nefsi diriltmiş olur. Ve o mes'ele,
o kimseye
bir nûr olur ki, şeklen kendisine benzeyen ve zulmet-i cehl
(cahil olmanın sıkıntısı)
içinde
kalan sâir
(diğer)
insanlar
arasında bu nûr ile yürür; ve onların ölmüş olan nefislerini
ma'rifet-i İlahiyye
(İlahi ilim)
ile
diriltir.
...................... (En'âm, 6/122) âyet-i kerîmesinin tefsîri
(açık anlatımı)
ve ilim
hakkındaki tafsîlât
(geniş açıklama)
Fass-ı
Mûsevî'den
(Musa bölümünde)
gelecektir. İmdi ihyâ-yı ma'nevî
(manevi (ruhu) diriltme),
ihyâ-yı hissîden
(cesedi diriltmekten)
a'lâ
(yüce)
ve
eşreftir
(daha şereflidir).
Zîrâ
(çünkü)
birisi
bâkî
(daimi)
olan rûhun
ihyâsına
(dirilmesine)
ve diğeri
fânî
(geçici, ölümlü)
olan
ecsâdın
(cesedlerin)
ihyâsına
(diriltmesine)
taalluk
eder
(alakalıdır).
Ve bakâ
(bakilik, devamlılık)
ise
fenâdan
(yok olmaktan)
a'lâ
(yüce)
ve
eşreftir
(daha şereflidir).
Bu
hakîkate mebnî
(dayanan)
ihyâ-yı
hissîye
(cesedleri diriltme)
kudreti
olan Enbiyâ
(nebiler, peygamberler)
ve
kümmel-i evliyâdan
(büyük velilerden)
bu hal pek
az ve nâdiren vâkı' olur
(gerçekleşir).
İhyâyı
ma'nevî
(ruhu diriltme)
ise, dâimâ
kesîrü'l-vukû'dur
(çok defa olan şeydir).Nitekim,
emr-i âlî-i Risâlet-penâhî (s.a.v.)
(Peygamberimiz Hz. Muhammed a.s.)
ile Hz.
Şeyh-i Ekber
(şeyhlerin en büyüğü)
ve misk-i
ezfer (r.a.)
(M.İbnü’l-Arabî)
efendimizin, ümmet-i Muhammed'e
(Müslümanlara)
ithâf
buyurduğu
(armağan olarak gönderdiği)
bu
Fusûsu'l-Hikem sâyesinde, binlerce mürde-nefıs olan
(ölü nefisli)
kimseler,
hayât-ı ma'neviyyeye
(manevi canlanmaya)
nâil
olmuşlar
(ermişler)
ve bundan
sonra da kıyâmete kadar olacaklardır.
Şiir:
Eğer o olmasa idi ve eğer biz olmasa idik, olan olmaz idi.
(16).
Ya'nî
sıfât-i kesîresi
(çokluk sıfatları)
zâtında
müstehlek
(bitmiş, tükenmiş)
olan
vücûd-ı mutlak-ı Hak
(Zat-ı Hakk’ın kayıtsız vücudu)
olmasa idi
ve o vücûd-i hakîkînin mertebe-i vâhidiyyete
(mana mertebesine)
tenezzülü
(inişi)
ile, her
bir sıfatının eseri olan esmâsının sûretleri bulunan bizim
a'yân-ı sâbitemiz
(ilmi suretlerimiz)
olmasa
idi, bu âlem-i kesâfette
(çokluk âleminde, dünyada)
zâhir olan
(meydana çıkan, görülen)
a'yân-ı
kevniyye
(kevni varlıklar)
mevcûd
olmaz idi. Zîrâ
(çünkü)
zuhûr
(meydana çıkış)
vücûdun ve
varlığın şânıdır. Ve yoktan hiçbir şey çıkmaz. Lisân-ı şerîatte
(şeriat dilinde)
avâlimin
(âlemlerin)
yoktan var
oldu denilmesi, suver-i avâlimin
(evren suretlerinin)
adem-i
mahzdan
(mutlak, tam yokluktan)
zuhûra
geldiğini beyân etmek değildir. Belki bilkuvve
(potansiyel güç, kuvve olarak)
mevcûd ve
fıilen
(fiil olarak)
ma'dûm
(yok durumunda)
iken
mertebe-i gaybden
(belirsizlik, gizlilik, bilinmezlik mertebesinden)
ibâret
olân adem-i izâfîden
(kuvve güç olarak mevcut ve fiil olarak yok durumunda olan
varlıklar ademi izafidir)
zâhir oldu
(açığa çıktı)
demektir.
Nitekim şeftâli çekirdeğinin içinde bilkuvve
(potansiyel güç, kuvve olarak mevcut)
bir ağaç
ve belki nâmütenâhî
(sonsuz)
ağaçlar
vardır. Velâkin fiilen
(fiil olarak)
ma'dûmdur
(yok durumundadır)
ve
mertebe-i gaybdedir
(gizlilik, bilinmezlik mertebesindedir).
İmdi
hakîkat-i vücûd,
(Hakk’ın vücudu)
bir
mefhûm-i küllîdir
(tamlık, bütünlük üzere bir kavramdır)
ki, onda
taaddüd
(çoğalma)
mutasavver
değildir
(düşünülemez).Ve
külliyeti
(tamlığı, bütünlüğü)
i'tibâriyle
(bakımından)
bir hadd
(sınır)
ile mahdûd
(sınırlanmış)
değildir.
Ve onun mukâbili
(karşılığı)
adem-i
mahzdır
(tam, salt yokluktur).
Ve adem-i
mahz
(Zat mertebesi)
dahi bir
mefhûm-ı küllî-i nâ-mahdûd
(sınırsız bir kavram bütünü)
ise de,
onun mahall-i ancak
(bulunduğu yer)
zihin olup
onun için kat'â
(katiyetle)
ve
ebedü'l-âbâd
(hiçbir zaman, asla)
zuhûr
(meydana çıkış)
yoktur. Şu
halde vücûd-ı nâ-mahdûd,
(sınırsız vücut)
Zât-ı
Mutlak’ın
(kayıtsız, sınırsız salt Zat’ın)
olup o
vücûdun
(varlığın)
zâtında
bilkuvve
(güç, kuvve olarak)
mündemic
(içinde yerleşmiş bulunan)
sıfât
vardır. Ve o sıfâtın âsârı
(eserleri)
dahi
eşyâdır
(ilmi suretlerdir, hakikatlerdir).
............ daki elif işbâ içindir
(vezin ve kafiye zaruretinden dolayı kelimeye katılmıştır).
.......... kavliyle
(sözleriyle)
............... hadîs-i kudsîsine de işâret buyrulmuştur.
Binâenaleyh biz, hakîkatte kullarız ve Allah Teâlâ muhakkak
bizim Mevlâ'mızdır (17).
Beyt-i
şerîfteki ......... "abd"in
(“kul”un)
cem'idir
(çoğuludur).
Ya'nî
her birerlerimiz hakîkatte Allah Teâlâ hazretlerinin esmâsından
birer isme mazharız
(görüntü mahalliyiz, bir ismin açığa çıktığı yeriz).
Ve Allah
Teâlâ, ahkâm
(hükümlerini, işlerini)
ve âsârı
(eserlerini)
bizde
zâhir olan
(açığa çıkan)
o isimler
ile bizim emrimizi
(işlerimizi)
tedbîr
buyurur
(tasarruf eder, idare eder).
Zîrâ
(çünkü),
Hak
esmâsının veliyy-i mutlakıdır
(mutlak velisidir, sorumlusudur)
ve onların
mutasarrıfıdır
(tasarruf edenidir, idare edenidir)
ve esmâ
ise mutasarrafdır
(tasarruf olunandır).Ve
halbuki mutasarrafıyyet
(tasarruf olunma)
abdiyyetin
(kulluğun)
iktizâsıdır
(gereğidir).Bizim
vücûdât-ı kesîfemiz
(madde vücudumuz)
ise o
esmânın suver-i müteayyinesinden
(suretlerinin belirmelerinden, meydana çıkmalarından)
ibârettir. Binâenaleyh
(nitekim)
biz
abdleriz
(kullarız)
ve Allah
Teâlâ velâyet-i- mutlakası
(mutlak velayeti)
hasebiyle
bizim Mevlâ'mızdır.
İmdi
ma'lûmun olsun ki, sen "İnsan" dediğin vakit (veyâ ben "İnsan"
dediğim vakit) biz O'nun "ayn"ıyız (18).
Ya'nî
.................... ya'nî "Allah Teâlâ Âdem'i
(insanı)
kendi
sûret, ya'nî sıfâtı üzerine halk etti"
(yarattı)
hadîs-i
şerîfı mûcibince
(gereğince)
"İnsan"
ismiyle mevsûm
(isimlendirilmiş)
olan
sûret,
kâffe-i esmâ-i İlahiyeye
(bütün İlahi isimlerin hepsine)
mazhariyyet
(görüntü yeri olmak)
isti'dâdiyle halk buyrulmuştur
(yaratılmıştır)
.
Velâkin
(fakat)
bu
isti'dâd, her sûret-i insâniyyede
(insan olan her surette)
kemâliyle
(tam, mükemmel olarak)
münkeşif
(açılmış, meydana çıkmış)
değildir.
Bu inkişâf-i kemâlî
(tam olarak açığa çıkması)
,
ancak
"insân-ı kâmil"e mahsûstur
(aittir).
Ve
insân-ı kâmil bilcümle
(bütün)
esmâyı
câmi' olan
(kendinde toplayan)
"Allah"
ism-i Zâtının
(adı Allah
olan Zat’ın)
mazharı
(göründüğü yer)
olduğundan
onun sûreti, zât-ı İlahiyyeye
(İlahi Zat’a)
karşı vaz'
edilmiş
(konulmuş)
olan bir
endâm âyînesi
(boy aynası)
mesâbesindedir(derecesindedir).
Binâenaleyh
(nitekim)
Zât,
kendisini insân-ı kâmil âyînesinde
(aynasında)
kemâliyle
(tam olarak)
temâşâ
eder
(seyreder).
Beyt:
Tercüme:
"Mahbûb-i hakîkî
(hakiki sevgili),
kendi
sûretini göstermek murâd eyledi. Âdem'in su ve çamuru
ma'rekesinde
(meydanında, bedeninde)
çadır
kurdu. Kendi cemâlini temâşâ
(seyretmek)
için
topraktan bir âyîne
(ayna)
yaptı;
kendi aksini gördü, cümleyi
(hepsini)
alt ve üst
etti."
Ma'lûm
olsun ki, sûret-i insâniyyede
(insan görünüşünde)
bulunan
her bir mazhar,
(görüntü mahalli, birim)
esmâ-i
İlahiyyeden
(Allah’ın isimlerinden)
bir ismin
mazharıdır;
(göründüğü yerdir)
ve bu
isim, onun Rabb-i hâssıdır
(has Rabbidir, terkibindeki güçlü isimdir).
Nâsıyesinden
(alnından)
tutup
kendi sırât-ı müstakîmi
(doğru yolu)
üzerinde o
mazharı
(görüntü mahallini, birimi)
çeke çeke
kendi kemâline
(tamlığına, mükemmelliğine)
götürür.
Ve o mazhardan
(birimden)
bittabi'
(tabii olarak)
bu ismin
ahkâm
(hükümleri)
ve âsârı
(eserleri)
zâhir olur
(açığa çıkar).
Ve bu isim
ya cemâlî veyâ celâlîdir. Enbiyâ
(Nebiler, Peygamberler)
(aleyhimü'sselâm) efrâd-ı insâniyyeyi
(kişileri)
bu erbâb-ı
müteferrikadan
(ayrı ayrı Rablardan)
Rabbü'l-erbâb
(Rabların Rabbi)
olan ism-i
Zât'ın
(ismi Zat olanın),
ya'nî
"Allah" ism-i câmi'inin
(bütün isimleri kendinde toplayan Allah isminin)
taht-ı
terbiyesine
(terbiyesi altına)
idhâle
(sokmaya)
sa'y
(gayret)
ederler.
Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de buyrulur:
.................................... (Yûsuf; 12/39) ya'nî
"Erbâb-ı müteferrika
(ayrı ayrı Rabler)
mı
hayırlıdır, yoksa Vâhid ü Kahhâr
(tek Kahhar)
olan Allah
mı hayırlıdır?" İmdi erbâb-ı müteferrikanın
(ayrı ayrı Rabların)
taht-ı
hükmünde
(hükmü altında)
kalanlar
insân-ı nâkısdırlar
(noksan insandırlar).
Zîrâ
(çünkü)
ism-i
Zât'a
(Zat ismine)
mazhariyyet
(görüntü yeri olmak)
isti'dadiyle mahlûk
(yaratılmış)
bir sûret
oldukları halde ............................... (Necm; 53/39)
âyet-i kerîmesinde işâret buyrulduğu üzere, çalışıp bu
isti'dâdlarının inkişâfına
(açığa çıkmasına, açılmasına)
gayret
etmediler ve Peygamberlerinin da'vetini sem'-i
(işitip)
i'tibâra
almadılar
(değer vermediler)
.
Velâkin
(fakat)
insân-ı
kâmil
(tam, mükemmel insan)
olanlar,
Nebiyy-i zî-şânın
(şerefli Peygamberlerin)
da'vetine
koşup envâ'-ı mücâhedât
(çeşitli nefsi savaşlar)
ve
riyâzât'
(nefsi kırmak, dünya lezzetlerinden sakınmak)
ile kendi
Râbb-ı hâslarının
(has Rablerinin (kendi terkiplerindeki güçlü ismin)
dâire-i
dıykından
(dar çemberinden)
"Allah"
ism-i vesî'inin
(vasi, geniş ismin)
dâiresine
can attılar ve inâyet-i Hak'la
(Hakk’ın lutfuyla)
mazhar-ı
ism-i Zât
(Zat isminin göründüğü mahal)
oldular.
Ve kendilerinden cemî'-i esmâ-i İlahiyyenin
(bütün İlahi esmanın)
âsâr
(eserleri)
ve ahkâmı
(hükümleri)
fıilen
(fiil olarak)
zâhir oldu
(açığa çıktı).
Meselâ
ölüye nefh ettiler
(nefeslerini üfürdüler),
dirildi.
Binâenaleyh
(nitekim)
vücûdlarında "Muhyî" isminin ahkâmı
(hükümleri)
zâhir oldu
(açığa çıktı).
Ve
kezâ
(böylece)
taştan,
topraktan hayvânât
(hayvanlar)
halk
ettiler
(yarattılar)
;
sûretlerinde
"Hâlık" isminin ahkâmı
(hükümleri)
zuhûr
etti.
(meydana çıktı)
Ve
kıs-aleyhi'l bevâkî!
(geri kalanları bunlarla kıyas et).
Suâl:
Her bir insân-ı kâmil, "Allah" ism-i câmi'inin mazharı
(bütün isimleri kendinde toplayan Allah isminin göründüğü mahal)
olduğundan, onun Rabb-i hâssı
(has Rabbi (kendisini idare eden isim),
bu
ism-i câmi'dir
(bütün isimleri kendinde toplamış olan bu
isimdir).
Halbuki kable'-l-kemâl
(kemalden, mükemmellikten önce)
sâir
(diğer)
efrâd-ı
insâniyye
(kişilere)
misillu
(benzer)
onun dahi
erbâb-ı müteferrikadan
(ayrı ayrı Rablardan)
bir Rabb-ı
hâssı
(has Rabbi, güçlü ismi)
var idi.
Bu Rabb-i hâs
(öz Rabbi)
ise onun
hakîkatidir
(zatıdır)
ve ayn-ı
sâbitesi
(ilmi sureti)
de o ismin
sûretidir. Ve .......................... (Rûm, 30/30) âyet-i
kerîmesi mûcibince
(gereğince)
kalb-ı
hakâyık
(bir hakikati başka bir hakikate çevirmek)
mümkin
değildir. Binâenaleyh
(nitekim)
ism-i
câmi'in mazharı
(bütün isimleri kendinde toplamışın göründüğü mahal)
olan
insân-ı kâmil, kendi Râbb-i hâssının
(öz Rabbinin)
sırât-ı
müstakîmini
(doğru yolunu)
terk mi
ediyor?
Cevap:
Hayır, insân-ı kâmilde cemî'-i esmânın
(bütün esmanın)
ahkâmı
(hükümleri)
ve âsârı
(eserleri)
zâhir
olmakla
(görülmekle)
berâber,
Rabb-i hâssı
(öz, has Rabbi)
hangi isim
ise, bu ismin ahkâm
(hükümleri)
ve âsârı
(eserleri),
esmâ-i
sâire
(diğer esmanın)
ahkâm
(hükümlerine)
ve âsârına
(eserlerine)
gâlib
(üstün)
olarak
zâhir olur
(açığa çıkar, görülür).
Ve bihasebi'l-galebe
(üstünlüğü bakımından)
insân-ı
kâmil o ismin sırât-ı müstakîmi
(doğru yolu)
üzerinde
yürür. Binâenaleyh
(nitekim)
onda
bilcümle
(bütün)
esmânın
zuhûr-i ahkâmı
(hükümlerinin açığa çıkışı)
i'tidâl
(denge üzere, ölçülülük)
üzere
olmaz. Velâkin bu adem-i i'tidâl
(ölçülü, dengeli olmayışı)
ile
berâber, mâdemki kendisinde bilcümle
(bütün)
esmânın
ahkâmı
(hükümleri)
fıilen
(fiil olarak)
zâhirdir
(açığa çıkmıştır)
ve kâffe-i
esmâ
(bütün esmanın hepsi)
ise
"Allah" isminin tahtında
(altında)
müctemi'dir
(cem olmuş, toplanmıştır);
şu halde
insân-ı kâmil, hu ism-i câmi'in
(bütün isimleri kendinde toplayan “hu” isminin)
mazharıdır
(göründüğü yerdir).
Ve
cemî'-i esmânın
(bütün esmanın)
ahkâm
(hükümleri)
ve âsârı
(eserleri)
kendisinde
i'tidâl
(ölçülülük, denge)
üzere
zâhir olan
(açığa çıkan)
insân-ı
kâmil ancak hâtem-i enbiyâ
(son Peygamber)
(s:a.v.)
Efendimiz'dir.
İmdi
Şeyh-i Ekber (r.a.) buyururlar ki: Sen bizim sûretimize bakıp,
bizi "İnsan" ismiyle tesmiye ettiğin
(isimlendirdiğin)
vakit bil
ki, biz Hakk'ın "ayn"ıyız. Veyahut biz "İnsan" dediğimiz vakit
bil kî, biz onun "ayn"ıyız. Zîrâ
(çünkü)
biz
"İnsan" demekle "insân-ı kâmil"i murâd ederiz. Biz ve emsâlimiz
(benzerlerimiz)
olan
insân-ı kâmil ise, esmâ-i İlahiyye
(İlahi esma)
hey'et-i
mecmûasının
(bütün hepsinin)
mazharı
(göründüğü mahal)
olmakla
Hakk'ın "ayn"ıyız. Zîrâ
(çünkü)
insân-ı
kâmilin "ayn"ında
(Zat’ında)
Hakk'ın
zuhûru
(meydana çıkışı)
ve
tecellîsi
(görünmesi, belirmesi)
ıtlâk-ı
Zâtîsi
(Zatının kayıtsızlığı)
sûretiyledir
(yoluyladır).
Ve
insân-ı kâmilin gayri
(başka)
olan
eşyâda
(varlıklarda)
O'nun
zûhûru
(meydana çıkışı),
o
"ayn"
(Zat)
hasebiyledir. Zîrâ
(çünkü)
bu a'yân
(aşikar olmuşlar, birimler)
ba'zı
esmâ-i İlahiyyenin
(İlahi esmanın)
mezâhiridir
(göründüğü mahaldir).
Ve Hak onlara sûret-i Zâtiyyesiyle
(Zatı yoluyla)
tecellî
etmez
(kendini ızhar etmez).
Zîrâ
(çünkü)
onlarda bu
tecellîye tahammül isti'dâdı yoktur. İmdi Hakk'ın her "ayn"da
(zatta),
onun
hasebiyle
zuhûruna
(meydana çıkışına)
göre, Hak
her “ayn”ın
(zatın)
aynıdır.
Velâkin her "ayn"
(zat)
Hakk'ın
aynı değildir. Fakat Hak, insân-ı kâmilin "ayn"ı
(hakikati, Zat’ı)
olduğu
gibi, insân-ı kâmil dahi Hakk'ın "ayn"ıdır
(Zat’ıdır, hüviyetidir).
(Devam edecek)
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-22.03.2005
http://sufizmveinsan.com
|