BU FASS KELİME-İ ÎSEVİYYE'DE
MÜNDEMİC HİKMET-İ
NEBEVİYYE" BEYÂNINDANDIR
İmdi sen insân-ı kâmil ile
muhtecib olma! Sana bir burhân verdi ( 19).
Ya'nî 'sen insanın sûret-i
beşeriyye-i kesîfesine
(yoğunlaşmış madde yapısına)
bakıp da, o sûretle müteayyin olan
(meydana çıkan, beliren)
vücûd-i vâhid-i latîfden
(tek varlığın nurundan)
muhtecib
(örtülü)
olma! Nitekim, Kur'ân-ı Kerîm'de
Hakk-ı Latîf
kendinden
haber verip buyurur ki: ....................... (Şûrâ, 42/19)
"Bâ" mülâbese
(iç içe birlikte olma, bürünme)
içindir. Ma'nâ-yı münîfi
(yüce manası)
"Allah denilen ma'nâ-yı latîf
(ince, şeffaf mana)
ibâdına
(kullarına)
mülâbisdir
(iç içe birliktedir, bürünmüştür)
"
demek
olur. Binâenaleyh
(nitekim)
Allâh-ı Latîf
(Allah’ın nuru),
ibâdının
(kullarının)
kisve-i taayyününe
(taayyün elbisesine, suretine)
bürünerek bu âlem-i kesîfde
(madde âleminde (dünyada)
zâhir
(açığa çıkmış)
ve mütecellîdir
(görülmektedir).
Ve Hak ayn-ı külldür
(tam, bütün bir hakikattir, tek
Zat’tır)
ve her "ayn"ın
(zatın)
aynıdır. Velâkin, onun her "ayn"da
(zatta)
zuhûru
(meydana çıkması)
ve tecellîsi
(belirmesi)
o "ayn"ın
(zatın)
iktizâsına
(gereğine)
göredîr. Kemâliyle
(tam mükemmelliğiyle)
zuhûru
(açığa çıkışı)
ve tecellîsi
(belirmesi)
ancak insân-ı kâmilin "ayn"ındadır
(Zat’ındadır).
Ve
buna işâreten Hz. Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî (r.a.) buyururlar:
Beyt:
Tercüme ve îzâhı: Âdem'in
(insanın)
bu heykel-i kesîfi
(madde bedeni)
ve taayyünü
(belirmesi)
nikâb
(örtü)
ve hicâbdır
(perdedir).
Yoksa biz insân-ı kâmil
olduğumuzdan bütün secdelerin kıblesiyiz. Zîrâ
(çünkü)
mazhar-ı Zât'ız
(Zat’ın göründüğü mahaliz, yeriz)
.
Nitekim Ka'be dahi mazhar-ı Zât
(Zatın göründüğü mahal)
olduğu için mescûdün-ileyhdir
(kendisine secde olunandır).
Velâkin gerek Ka'be'de ve gerek
insân-ı kâmilde "Mescûdün-leh"
(kendisine şehadet edilen)
ancak Hak'tır. Onların suver-i
müteayyinesi
(meydana çıkmış görünen
suretleri)
hayalden başka bir şey değildir.
Ve kezâ
(böylece)
Ebu'l-Hasan Harkânî (r.a.) dahi bu
hakîkate işâreten buyurur. ........................ ya'nî "Eğer,
siz, biz insân-ı kâmillerin hakîkatini ârif
(bilmiş)
olsa idiniz, onların suver-i
zâhiriyyeleriyle
(dışarıda gördüğünüz suretleriyle)
muhtecib olmayıp
(perdelenmeyip)
elbette secde eder idiniz". Ve Hz.
Mısrî dahi Hakk-ı latîf’in
(Hakk’ın nurunun)
bu telebbüsüne
(giyinmesine)
işâreten buyurur. Beyt:
Bilinmez bî-nişânîdir, bulunmaz
lâ-mekânîdir Heman ancak sana kuldur, senin ehl ü iyâlindir.
Ma'lûm olsun ki Fass-ı Âdemî'de
(Âdem bölümünde)
îzâh olunduğu
(anlatıldığı)
üzere, Hakk-ı latîf-i mutlakın
(Hakk’ın mutlak nurunun)
tenezzülât-ı muhtelifesi
(çeşitli inmeleri)
vardır ki, her bir mertebede
esmâsı hasebiyle suver-i muhtelife
(çeşitli suretler)
ile müteayyin olur
(belirir, meydana çıkar).
Ve
her mertebede ve o mertebede zâhir olan
(açığa çıkan)
sûretlerin her birerlerinde birer
"isim" ile müsemmâdır
(isimlenmiştir).
Bu
âlem-i kesîf-i şehâdet
(içinde bulunduğumuz bu madde
âlemi, dünya)
dahi onun bir ismi olduğu gibi bu
âlemde
(dünyada)
zâhir olan
(açığa çıkan)
suver-i muhtelifenin
(çeşitli suretlerin)
isimleri dahi, esmâ-i İlâhiyyedir
(Allah’ın esmasıdır).
Ve
o sûretlerin isimlerinden birisi de insândır. Şu halde "insan"
ismi dahi onun esmâsından bir isim olmuş olur.
Misâl: Elimize bir çekirdek
alsak bunun ismine “çekirdek” deriz. Toprağa gömdükten sonra
çekirdek infılâk edip
(patlayıp)
filizlendikde “fidan” deriz. Bu
isim çekirdeğin bu mertebede aldığı bir isimdir. Büyüyüp dal
budak salıverince "ağaç" deriz. Bu da o mertebede çekirdeğin
aldığı bir isimdir. Yaprak, meyve ilh... isimleri dahi buna
makıystir
(benzetilebilir, kıyas edilebilir).
Bu
taayyünât
(meydana çıkışlar)
hep çekirdeğin taayyünâtıdır
(belirmeleridir).
Binâenâleyh
(nitekim)
taayyünât-ı mezkûre
(anlatılan taayyünler, belirmeler)
kendi hakîkatleri olan çekirdeğin
nikâb
(örtüsü)
ve hicâbıdır
(perdesidir).
İmdi sen "insan"ın ism-i kevnî
(kozmik varlığın ismi)
olmasıdan nâşî
(dolayı),
ism-i
İlâhî
(Allah’ın ismi)
olduğundan muhtecib
(perdeli)
olma! Binâenaleyh
(nitekim)
"insan" sana vücûd-i Hakk'a
(Hakk’ın vücuduna)
delâlet
(işaret)
eder bir burhan
(delil)
verdi. Böyle olunca sen, insanın
sûret-i beşeriyyesine
(yaratılmış suretine)
ve sıfât-ı imkâniyyesine
(mümkün olan sıfatlarına)
nazar edip
(bakıp)
onda mütecellî olan
(görünen, beliren)
Hak'tan mahcub
(kapalı, perdeli)
olma! Zirâ
(çünkü)
insan bahr-i vücûb
(zaruri deniz)
ile bahr-i imkân
(imkan denizi)
arasında bir berzah-ı kübrâdır
(büyük berzahtır, geçittir).
..........................
(Rahmân, 55/19)
İmdi Hak ol ve halk ol! Allah ile
Rahmân olursun (20).
Ya'nî ey sâlik-i râh-ı Hudâ
(Allah yolunun yolcusu),
makâm-ı cem'u'l-cem'e
(cemin de cemi olan (taayyün-i
evvel) makama)
gelip bilcümle
(bütün)
esmâ-i İlâhiyyenin
(İlahi esmanın)
âsâr
(eserleri)
ve ahkâmı
(hükümleri)
senden zâhir olduğu
(açığa çıktığı)
vakit, sen “hakîkat”inle
(ruhunla)
Hak ol; ve sûret-i müteayyinen
(meydana çıkmış suretin, bedenin)
ve zâhiren
(dış görünüşün)
ile halk ol! Vücûd-i mutlak-ı
Hakk'ın
(mutlak vücut sahibi Hakk’ın)
cemî'-i merâtibinin
(bütün mertebelerinin)
ahkâmı
(hükümleri)
sende müctemi'
(toplanmış)
olmakla ve binâenaleyh
(nitekim)
sen sûret-i İlâhiyye
(Hakk’ın sureti)
üzere bulunman ile kâffe-i halka
(bütün halka, yaratılmışlara)
Rahmân olursun. Zîrâ
(çünkü)
insân-ı kâmil zâhiri
(dış görünüşü (bedeni)
ve bâtını
(ruhu)
ile halka
(yaratılmışlara)
rahmettir. Nitekim Fahr-i rusül
(Peygamberimiz)
(s.a.v.) hakkında buyrulur:
................................ (Enbiyâ 21/107) Ve insân-ı
kâmil, Hak'la halkı
(yaratılmışı)
câmi'dir
(toplamıştır)
ve "hakîkat"i
(ruhu, zatı)
ile cemî'-i a'yân
(bütün varlıklara)
ve ekvâna
(âlemlere)
Rahman'dır. Hz. Ömer Hayyâm
(k.a.s.) bu makâma işâreten buyururlar.
Rubâî:
Tercüme ve îzâh
(açıklama):
Meyhâne-i aşk-ı İlâhîde
(İlahi aşk meyhanesinde)
zikr-i mey-i aşk
(aşk şarabını anmak)
benim ism-i celîlimdir
(celal ismimdir).
Rindlik
(dünya işlerini hoş görmek)
ve perestiş-i bâde-i aşk
(aşk şarabını taparcasına sevmek)
benim vazîfemdir. Ben bu deyr-i
mugânda
(dünyada),
bu hazret-i şehâdette,
(içinde bulunduğumuz âlemde)
cihânın
(kâinatın)
cânıyım. Bu kevnin
(kâinatın)
sûret-i mecmûası
(suretlerinin cemi, toplamı)
,
bütün
benim cismimdir
(bedenimdir).
Ve
O'nun halkına O'ndan gıdâ ver! Revh ve râhat ve reyhân olursun
(21).
Ya'nî ey sâlik
(yolcu),
sen
insân-ı kâmil olunca Hak ile halk
(yaratılmış),
ya'nî
vücûb
(zaruri, gerekli)
ile imkân
(olabilir, mümkün)
arasında berzah
(ara, geçit)
olursun. Bu berzahiyyetin
(geçit oluşun)
hasebiyle Hak'tan ahz ettiğin
(aldığın)
gıdâyı, O'nun halkına
(yarattıklarına)
îsâl eyle
(ulaştır)
ve bu gıdâ-yı- zâhirî ve ma'nevîyi
(dünya ve ruhla ilgili gıdayı)
halkın
(yaratılmışların)
isti'dâdâtına göre onlara ver!
Zîrâ
(çünkü)
mazhar
(görüntü mahalli)
olduğun esmâ-i ilâhiyyeden
(Allah’ın esmasından)
birisi dahi "Mu'tî"
(ita eden, veren)
ism-i şerîfidir. Bu sûrette
(şekilde)
sen halk
(insanlar)
için "revh",
(gönül rahatlığı içinde olmasına)
ya'nî bâis-i râhat
(rahatlamasına sebeb)
olursun. Ve gıdâ-yı rûh
(ruhun gıdası)
olan maârif
(ilimleri, bilgileri)
ve hakâyıkı
(hakikatleri)
onlara ifâza etmekle
(vermekle, feyizlendirmekle)
reyhan, ya'nî bûy-i latîf
(güzel, hoş kokulu)
olursun.
İmdi biz, bizde onunla zâhir olan
ve bize verdiği şeyi, O'na verdik (22).
Ya'nî biz, Zât-ı Ahadiyyette
(Zat mertebesinde)
mahfi
(gizlenmiş)
ve müstehlek
(yok durumunda olan)
esmâ-i İlâhiyye
(İlahi esma)
idik. Kendi zâtında, kendi zâtına
vâkı' olan
(gerçekleşen)
tecellîsi indinde,
(tecellisi anında)
ilm-i ilâhîsinde
(Allah’ın ilminde)
bizim hakâyıkımız
(hakikatlerimiz)
olan a'yân-ı sâbitemiz
(ilmi suretlerimiz)
zâhir oldu
(açığa çıktı)
.
Bu tecellî
(oluş)
,
"feyz-ı akdes"
(Zatından Zatına olan tecellisi)
idi. Ve biz bu zuhûr indinde
(meydana çıkış sırasında)
Hakk'a, kabiliyyetimizi ve
ahvâlimizi
(oluşlarımızı, hallerimizi)
verdik. Ba'dehû
(daha sonra)
Zât-ı
mutlak
(mutlak Zat)
merâtibe
(mertebelere)
tenezzül ile
(inerek)
a'yân-ı sâbitemizin
(ilmi suretlerimizin)
sûretleri zâhir olmak üzere,
bizlere vücûd-i kesif-i hâricî
(dünyada beden)
verdi. Ve bu i'tâ
(verme, ihsan),
kendi
vücûdu ile vâkı' oldu
(gerçekleşti).
Bu tecellî
(oluş)
dahi "feyz-i ' mukaddes"
(esmasının tecellisi)
idi. Şu halde biz O'nun feyz-i
akdesi
(zatından zatına olan tecellisi)
ile bizim hakâyıkımızda
(hakikatlerimizde)
ve a'yân-ı sâbitemizde
(ilmi suretlerimizde)
zâhir olan
(açığa çıkan)
ve bizim Hakk'a verdiğimiz şey ne
ise ve bu tecellî
(belirme, görünme)
ile Hak dahi, bize ne vermiş ise,
âyîne mesâbesinde
(ayna değerinde)
olan hakâyıkımız
(hakikatlerimiz)
ile ve bu vücûdât-ı izâfiyyemiz
(nisbi, göreceli vücudumuz)
ile biz dahi Hakk'a onu verdik.
Zîrâ
(çünkü)
âyîneye
(aynaya)
ne verilirse, o da onu verir.
Âyîne
(ayna)
kendisine tekâbül eden
(karşısına gelen)
sûretin gayrisini
(başkasını)
i'tâ etmez
(vermez).
(Devam edecek)
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-29.03.2005
http://sufizmveinsan.com
|