BU FASS KELİME-İ ÎSEVİYYE'DE
MÜNDEMİC HİKMET-İ NEBEVİYYE" BEYÂNINDANDIR
Böyle olunca emr, O'na ve bize
maksûmdur (23).
Ya'nî emr-i İlâhî
(Allah’ın emirleri) Hak
tarafından bize ve bizim tarafımızdan Hakk’a vermek ve
almak kısımlarına maksûm (taksim
edilmiş, bölünmüş) oldu. Zîrâ
(çünkü) biz Hakk'ın zât-ı
mutlakında (Zat mertebesinde),
bilkuvve (güç kuvve
olarak) mevcûd ve bilfiil
(fiil olarak) ma'dûm (yok
durumunda), O'nun
nisebinden (sıfatlarından)
ibâret idik. Lisân-ı hâl (oluşum
dili) ile vâkı' olan
(gerçekleşen) talebimiz
(isteğimiz, arzumuz) üzerine
nisbet-i meşiyyeti (dileme, irade
sıfatı) bizi ızhâra
(ortaya çıkarmak için) taalluk etti
(gerçekleşti).
Hâl-i ademde
(yokluk halinde, yok durumunda iken)
ne hâl (oluş)
üzerine sâbit (mevcut) idi
isek, tecellî-i akdesiyle (Zat’ından
Zat’ına olan tecellisiyle) ilminde o hâl
(oluş) üzere sâbit
(anlaşılmış) olduk. Bu ahvâl
(oluşlar) bizim
isti'dâdât-ı gayr-i mec'ûlemiz
(yapılmamış istidadımız, birimin zatında güç kuvve olarak mevcut
(ilmi suretler) istidat) idi. Biz Hakk'a dedik ki:
"Bizim isti'dâdâtımız budur. Binâenaleyh
(nitekim),
hükmünü bizim bu isti'dâdâtımıza göre ver!" Ve bu
bizim tarafımızdan Hak üzerine bir hüküm
(karar, emir) idi. Şu halde
biz, "hâkim" (karar veren) ve Hak "mahkûmün-aleyh"
(hakkında hüküm verilen, mahkum)
oldu. Nitekim tafsîli (geniş
açıklaması) Fass-ı Üzeyrî'de
(Üzeyr bölümünde) geçti.
Ba'dehû (daha sonra) Hak
bizim taleb ettiğimiz (istediğimiz)
hükmü, vücûd-i Hakk'ın
(Hakk’ın varlığı) merâtib-i muhtelifesinde
(çeşitli mertebelerinde)
zuhûr ettikçe (ortaya çıktıkça),
bizim üzerimize verdi. Ve
bu sûrette (şekilde) Hak,
hâkim (karar veren) ve biz
mahkûmûn-aleyh (hakkında karar
verilen, mahkum) olduk. Demek ki biz Hakk'a
kâbiliyyetimizi verdik ve Hak dahi bize o kabiliyyetimize göre
vücûd (varlık) verdi. Ve
bu sûrette (şekilde) de
emr-i İlâhî " (Hakk’ın emri)
vermek" ve "almak" kısımlarına maksûm
(taksim edilmiş) oldu. Ve
dikkât olunursa görülür ki, insanın gerek nefsine ve gerek
âfâka (dış âleme) ,
ya'nî muhîtine
(etrafına) nisbeti
(münasebeti) dahi böyledir.
Meselâ bâtını (içi, ruhu)
müteellim olursa (elem, acı çekerse),
ta'bîr-i dîğerle,
(başka bir ifade ile) dimâğı
(beyni) nâhoş
(hoş olmayan) efkâr
(düşünceler) ile meşbû'
(dolu) olursa, zâhiri
(dış görünüşü)
olan cismi
(bedeni)
zaîf
(zayıf)
olur; iştahı kesilir; yemesinde
içmesinde lezzet
bulamaz. Ve bu hâl devâm ederse helâk
(ölür, mahv) olur. Ve kezâ
(böylece) hakkında kelimât-ı
tayyibe (hoşa giden güzel sözler)
isti'mâl ettiği
(kullandığı) kimseden bu gibi sözler işitir ve
şetmine (sövmesine) şetm
(sövmek) ile mukâbele
(karşılık) görür. Ve
kıs-alâ-hâzâ (bunlarla
kıyasla).
Mesnevî:
Tercüme: "Bu cihan
(kâinat) bir dağdır ve bizim
fiilimiz de nidâdır (bağırma,
seslenmedir);
nidâlara (seslenişlere)
bizim cânımız sadâ (yankı)
getirir.
Diğer:
Tercüme: "Bu cihan
(dünya, evren) dağdır ve
senin güft ü gûn (dedikodun)
sadâ (yankı) gibidir.
Ba'dehû (daha sonra) senin
tarafına gelir.”
İmdi bizi ihyâ ettiği hînde benim
kalbimi bilen onu ihyâ etti (24).
Ya'nî benim kalbim ve bâtınım
(ruhum) ki, Rabb-i hâssım
(has Rabbim (tasarrufu altında
bulunduğum İlahi isim) ) olan ismin sûreti bulunan
hakîkatim ve ayn-ı sâbitemdir (ilmi
suretimdir) ve insân-ı kâmil olduğum cihetle
(bakımından) benim Rabb-i
hâssım (has Rabbim (tasarrufu altında
bulunduğum isim) “Allah” ism-i câmi'idir
(bütün isimleri kendinde toplayan Allah
ismidir). Ve
tecellî-i akdesiyle (Zat’ından
Zat’ına olan tecellisiyle) ilminde benim hakîkatimi
peydâ kılan (meydana çıkaran)
vücûd-i mutlak (kayıtsız,
sınırsız vücut sahibi) bu hakîkatimin
(ilmi suretimin) isti'dâdını
bilir ve bu isti'dâdımda cem'iyyet-i esmâiyyesi sûretini
(cem olmuş, toplanmış bütün esmasının
suretini) müşâhede eder
(seyreder). Ve
................................ hadîs-i kudsîsi mûcibince
(gereğince) semâvât
(göklere) ve arza
(yere) sığmayan Hak, benim
kalbime sığar. işte o vücûd-i hakîkî ...........................
(Hicr, 15/29) âyet-i kerîmesi muktezâsınca
(gereğince) benim sûretimi
tesviye edip (düzeltip, son şeklini
verip) nefh-i rûh (ruh
üflemek) ile beni ihyâ ettiği hînde
(dirilttiği zamanda),
bende bilkuvve (zuhuru
mümkün potansiyel güç (düşünce ve kabiliyet) olan
Hakk'ı cem'iyyet-i esmâiyyesi (bütün
esmasının toplamı, cem edilmiş) suretiyle
(şekliyle) ihyâ
(diriltir) ve ızhâr eder
(ortaya çıkarır).
Zîrâ (çünkü)
vücûd-i mutlak-ı Hak (mutlak vücut
sahibi olan Hakk),
ancak insân-ı kâmilin sûretiyle zuhûru indinde
(ortaya çıkışı sırasında)
ma'rûf (bilinir) ve meşhûd
olur (görünür).
Ve mertebe-i insân-ı kâmil
(insanı kamil mertebesi) ,
Fass-ı Âdemî'de
(Âdem bölümünde) tafsîl olunduğu
(geniş olarak anlatıldığı)
üzere, vücûd-i mutlakın (mutlak
Zat’ın) altıncı mertebe-i tenezzülüdür
(indiği altıncı mertebedir).
Ve insân-ı kâmil mertebesine tenezzül
(iniş) irâde-i azhariyyete
(en çok, en mükemmel açığa çıkma
isteğine) müsteniddir
(dayanır). Zîrâ
(çünkü) latîf
(en şeffaf, nur),
eksef
(en koyu, madde) olmadıkça
kemâli (tam olarak, tamlığı,
mükemmelliği) ile zâhir olmaz.
(açığa
çıkmaz, görünmez)
Ve biz O'nda ekvân ve a'yân ve
ezmân idik (25).
Ya'nî biz Hakk-ı mutlakın
(mutlak Zat’ın) tecellî-i akdesinden
(Zat’ından Zat’ına olan tecellisinden)
mukaddem (önce) O'nun
vücûdunda ekvân (kevnler, âlemler)
ve a'yân (ilmi suretler)
ve ezmân (anlar, zamanlar)
idik. Çünkü bizim ve cemî'-i mevcûdâtın
(bütün varlıkların) suveri
(suretleri),
onun şuûnât-ı Zâtiyyesinin
(Zatının işlerinin, fiillerinin)
sûretleridir. Ve onların îcâdından
(yaratılmasından) mukaddem (önce),
cümlesi (bütün hepsi)
onun zâtında, onun ekvân-ı ezeliyyesi
(ezeli varlıkları) idi. Ve
cümlemiz (hepimiz) O'nun
vücûdunun aynı idik. Zîrâ (çünkü)
o vücûd-i mutlak
(sınırsız, kayıtsız vücut) vitr
(yalnız, tek) idi. Ve
mertebe-i şef’iyyete (çift olma
mertebesine) tenezzül etmemiş
(inmemiş) olduğundan ikilik
i'tibârı (değeri)
mevcûd değil idi. Ve zuhûr
(görünmek) ve butûn
(gizli kalmak) şey'-i vâhid
(tek şey) idi. Binâenaleyh
(nitekim) ezel-i âzâlde
(ezellerin ezelinde (zat mertebesinde)
Hakk-ı mutlak (mutlak Zat)
var idi ve biz yok idik. Nitekim buyrulur:
.................................. Yâ'nî "Allah Teâlâ var idi ve
onunla berâber bir şey mevcûd değil idi". Ve zâhir
(görünen) ve bâtının
(görünmeyenin) aynı olan
Hakk-ı mutlak, (mutlak Zat)
ekvân-ı zâhireyi (aşıkâr olmuş
âlemleri, varlıkları) ve a'yân-ı sâbiteyi
(ilmi suretleri) ve cemî'-i
dühûr ve ezmânı (bütün zamanları
anları) muhît (ihata eden,
kuşatan) idi. Ve bunların cümlesi
(bütün hepsi) onun vücûdunda
mücmel (öz, hulâsa, icmal)
olup O, kâffesinin (bütün
hepsinin) "ayn"ı (zatı,
hakikâti) idi. Böyle olunca bizim a'yânımız
(ilmi suretlerimiz) dahi onda
mücmel (öz, hulâsa,, icmal)
olduğu cihetle (bakımından)
biz de o vücûdun aynı idik. Ve biz o vücûdun aynı
olunca aramızda temeyyüz (farklılık)
olmaması i'tibâriyle,
(hususuyla) bi-hasebi'l-ittihâd
(bir, birleşik olmamız bakımından),
cemî'-i ekvân ve a'yân ve ezmânın
(bütün âlemler ve ilmi suretler ve
zamanların) aynı idik. Vaktâki
(ne vakit ki) meşiyyet-i
Zâtiyye (Zat’ın iradesi),
Zât’ta mündemic
(indimac eden, bulunan) ve
münderic (derc edilmiş, yerleşmiş)
olan şuûnâtıyla
(işleriyle, fiilleriyle) zuhûra
(meydana çıkmaya) taalluk
etti, Hakk-ı mutlak
(mutlak Zat) merâtibe
(mertebelere) tenezzül edip
(inip) ekvân
(kevnler, alemler) ve a'yân
(ilmi suretler) ve ezmân
(zamanlar) sûretlerinde
müteayyin (meydana çıktı, zahir)
oldu ve tertîb (düzen)
şefiyyete (çift olmaya)
münkalib oldu (dönüştü).
Ve bu zuhûr (ortaya çıkma)
neticesinde "ben" ve "sen" i'tibârâtı
(faraziyeleri, sanışları)
zuhûra geldi. Ve bi'n-netîce (sonuç
olarak) bizler ekvân
(kevnler, âlemler) ve a'yân
(ilmi suretler) ve ezmân
(zamanlar) sûretlerinde zâhir
olduk (açığa çıktık, göründük).
Binâenaleyh
(nitekim) bizim ihyâmız
(dirilmemiz),
bundan evvelki beyitte beyân olunduğu
(açıklandığı) üzere, onun
ihyâsı (dirilmesi) oldu.
Zirâ (çünkü) onun ism-i
Zâhir'i (zahir ismi),
hayât-ı zâhire (hayatın
zahir olması) ile hayy
(canlı, diri) oldu. Ve bu hayâttan mukaddem
(önce) gayb
(görünmezlikte) ve bâtın
(gizli) idi.
Halbuki bu, bizde dâim değildir.
Velâkin ahyânen vâkı' olur (26).
Bu beyt-i şerîf
(bu beyt) suâl-i mukaddere
(takdir edilmiş soruya)
cevaptır. Gûyâ bir sâil (soru soran)
çıkıp sorar ki: "İnsân-ı kâmil tecelliyât-ı zâtiyyeye
(Zati tecellilere) mazhar
(görüntü mahalli)
olduğundan zâten (Zat olarak)
ve sıfâten (sıfat olarak)
vücûd-ı Hak'ta (Hakk’ın
vücudunda) müstehlektir
(helak olmuştur, yok olmuştur).
Ve vücûd-i Hakkânî
(Hakk’ın varlığı) onun
vücûd-i abdânîsini (kulluğunun
varlığını) setr etmiştir.
(örtmüştür) Halbuki bâlâdaki
(yukarıdaki) beyitte "Biz
onda ekvân (kevnler, âlemler)
ve a'yân (ilmi suretler)
ve ezmân (zamanlar)
idik" buyrulur ve mâzîden (geçmişten)
bahs olunur: İnsân-ı kâmil el-ân
(şu anda) dahi öyle değil
midir? Zîrâ (çünkü)
insân-ı kâmile nazaran (göre)
Hak vardır, o yoktur.''
Hz. Şeyh (r.a.) işte bu suâle
(soruya) cevâben buyururlar
ki: Biz insân-ı kâmillerin zâten (zat
olarak) ve sıfâten (sıfat
olarak) vücûd-i Hak'ta
(Hakk’ın vücudunda) istihlâkimiz
(tükenmemiz, yok olmamız) ve
hakîkatimizin halkıyyetimiz
(yaratılmışlığımız) üzerine galebesi
(üstünlüğü),
bizde dâimâ vâkı' olmaz
(olagelmez).
Belki ara sıra ve ba'zı
vakitlerde vâkı' olur (gerçekleşir).
Nitekim bu hâle işâreten
(S.a.v.) Efendimiz buyururlar. ........................... Ya'nî
"Benim Allah ile bir vaktim vardır ki, o vakte ve hâle Allâh'ın
gayri (başkası) sığmaz."
Eğer insân-ı kâmilin Hak'ta istihlâkı'
(tükenmesi, yok olması) devâm
etse, emr-i zuhûr ve ızhâr
(meydana çıkma ve çıkarma hususu)
muattal (terk edilir,
tatilde) kalır idi. Binâenaleyh
(nitekim) kümmel-i ehlullah
(büyük veliler) nüfûs-i
beşeriyyeyi (insanları, beşer
nefisleri) ikmâl (kemale
erdirmek) ve tekmîl
(tamamlamak) için, ahyânen
(ara sıra, vakit vakit)
kendilerine vâkı' olan (olagelen)
mahvden (yokluk halinden,
fena halinden) sahva
(şuurlu, uyanık hale) gelerek sıfât-ı beşeriyyeye
(beşer sıfatlarına) tenezzül
ederler (inerler).
Hâl-i istihlâkte
(bitmişlik, tükenmişlik halinde) :
“Men reânî fekad
rea'l-Hakka” (beni gören Hakk’ı
görmüştür) ve “Ene'l-Hak”
(ben Hakk’ım) ve “Leyse fî cübbetî sivallah”
(cübbemin içinde Allah’ın gayrı yoktur)
ve “Sübhânî mâ a'zame şânî”
(ben kendimi tesbih ederim, benim şanım
ne yücedir) ve emsâli
(benzer) kelimât-ı kudsiyyet-âyâtı
(ayetler gibi kudsiyet taşıyan
kelimeler) söylerler. Ve sahve
(uyanıklık haline)
geldiklerinde ............................. (Fussılet, 41/6) ve
“Ene'l-abdü'z-zelîl” (ben zelil (hor,
hakir, alçak) kulum) derler.
(Devam edecek)
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-05.04.2005
http://sufizmveinsan.com
|