BU FASS KELİME-İ ÎSEVİYYE'DE MÜNDEMİC HİKMET-İ
NEBEVİYYE" BEYÂNINDANDIR
Ve
beşer-i unsurî sûretiyle nefh-i rûhî emrinde bizim
zikrettiğimize delâlet eden şeydendir ki, muhakkak Hak, kendi
nefsini “nefes-i rahmâni” ile vasf etti. Halbuki her bir mevsûf
için bir sıfat lâ-büddür ki, bu sıfatın müstelzim olduğu şeyin
mecmûunda sıfata tâbi' ola. Ve sen, muhakkak nefesin
müteneffiste, ne şeyi müstelzim olduğunu bilirsin. İşte bunun
için nefes-i İlahi, suver-i âlemi kabûl etti. Böyle oluna o,
onlar için cevher-i heyûlânî gibidir ve değildir, illâ ki
tabîatin "ayın"ıdır. İmdi anâsır, tabîatin sûretlerinden bir
sûrettir. Ve anâsırın fevkınde olan şey ve onlar, yedi göğün
fevkınde olan ervâh-ı ulviyyedir. Ve göklerin ervâhına ve
onların a'yânına gelince, onlar unsuriyyedir. Zîrâ onlar duhân-ı
anâsırdandır ki, onlardan mütevelliddir. Ve her bir semâdan,
melâikeden mütekevvin olan şey, onlardandır. Binâenaleyh, onlar
unsuriyyûndur. Ve onların fevkınde olan tabîiyyûndur. Ve işte
bunun için Allah Teâlâ onları, yâ'nî mele-i a'lâyı ihtisâm ile
vasf eyledi. Zîrâ tabîat mütekâbidir. Ve nisebden ibâret bulunan
esmâ-i İlahiyye arasında vâkı' olan tekâbülü ancak nefes i'tâ
eyledi (27.
Ya'nî biz yukarıda "Cesed-i
İsevînin
(İsa a.s.’ mın
madde bedeninin)
ve sûret-i beşeriyyesinin
(beşer, insanlık
suretinin)
tesviyesi
(düzeltilmesi, en
son şeklinin verilmesi)
nefh-ı rûhîde
(üfürülen ruhta)
münderic
(bulunuyor)
idi" demiş idik.
İşte Rûh-i emîn'in
(Cebrail
a.s.’mın) beşer-i
unsurî sûretinde
(insan şeklinde)
mütemessil olarak
(şekillenerek)
Îsâ'yı Meryem'e
nefh ettiği
(üflediği)
vakitte cism-i Îsâ'nın
(İsa’nın bedeninin)
tesviyesinin
(düzeltilmesinin
(son şeklinin verilmesinin)
ve onun sûret-i beşerîsinin
(insan
suretinin) bu
nefh-i rûhânîde
(ruha ait
nefeste) indirâcı
(münderiç olması, içinde bulunması)
hakkındaki beyânâtımıza
(açıklamalarımıza)
delâlet
(işaret)
eden şeydendir ki, Hak
Teâlâ kendi nefsini (sükûn-i fâ ile), (S.a.v.) Efendimiz'in
lisâniyle vâkı' olan ................................... ya'nî
"Ben nefes-i Rahmân'ı
(Rahmanın
nefesini) Yemen
cânibinden
(tarafından)
istişmâm ediyorum"
(kokluyorum)
hadîs-i şerîfınde “nefes-i rahmânî”
(rahmanın nefesi)
ile (feth-i fâ
ile) vasf eyledi.
(vasıflandırdı,
nitelendirdi) Zîrâ
(çünkü)
kavl-i Nebî
(Nebi’nin,
Peygamber’in sözü)
, kavl-i
Hak'tır
(Hakk’ın sözüdür).Nitekim,
âyet-i kerîmede .............................. (Necm, 53/3)
buyrulur.
İmdi nefs-i
Hak
(Hakk’ın nefsi)
mevsûf
(sıfatlanan)
ve nefes-i rahmânî
(rahmanın nefesi)
O'nun sıfatı oldu. Halbuki, her bir mevsûf
(sıfatlanan)
hangi sıfatla
tavsîf olunmuş
(sıfatlanmış)
ise, bu sıfatın
müstelzim olduğu
(gerektirdiği)
şeyin mecmûunda
(ceminde, toplanmışında),
o sıfata tâbi'
olmak
(uymak) lâzımdır.
Ya'nî sıfatın mecmû'-i tevâbi'i
(uyulan, tabi
olunan sıfatın tümü)
mevsûfa
(sıfatlanmışa)
da nisbet
(bağıntılı)
olunur.
Binâenaleyh
(nitekim)
sıfat olan "nefes", ne
şeyi müstelzim olursa
(gerektirirse),
müteneffis
(nefes
veren) dahi o şeyi
müstelzim bulunur
(gerektirir).
Ve
sen "nefes"in müteneffiste
(nefes verende)
ne şeyi müstelzim
olduğunu
(gerektirdiğini)
bilirsin. Ya'nî
"nefes" havâ-yı dâhilîyi
(içteki havayı)
hârice
(dışarı)
çıkarmaktır ki, nefhi
(nefes
vermeyi)
müstelzimdir
(gerektirir).
Ve
bu havâ-yı dâhilî
(içteki hava)
dışarıya
çıkarılmadığı vakit, ıztırâb ve sıkıntı hâsıl olur. Binâenaleyh
(nitekim) teneffüs
(solumak) izâle-i
ıztırâbı
(ızdırabı
gidermeyi)
müstelzimdir
(gerektirir).
Ve
havâ-yı dâhilî
(içteki hava)
ihrâç olunacağı
(dışarı
çıkarılacağı)
esnâda ses çıkarılmak murâd olunursa, “elif” harfinden “yâ”
hârfine kadar her birisinin mehâricinden
(harflerin
çıktığı yerden, (boğazdan)
geçirildiği takdirde bu
hurûfât
(harfler)
müteayyin olur
(zahir olur).
Ve
harflerin terkîbiyle
(bileşimiyle)
kelimeler
müteayyin olur
(meydana gelir).
Binâenaleyh
(nitekim) nefes,
hurûfât
(harfler)
ve kelimâtın
(kelimelerin)
taayyününü
(meydana
gelmesini)
müstelzimdir
(gerektirir).
İşte her bir
müteneffıste
(teneffüs edende)
nefesin bunları
müstelzim olduğunu
(gerektirdiğini)
sen bilirsin. Ve
senin bu bilişin zevkîdir. Çünkü senin nefsinde
(kendinde)
vâkı' olmaktadır
(oluşmaktadır).
İmdi nefes-i
İlahi
(İlahi nefes,
Hakk’ın nefesi)
dahi böylece nefhi
(nefes vermeyi)
müstelzimdir
(gerektirir) .
Velâkin
Hak, insanlar gibi hâriçten
(dışardan)
havâ almağa muhtâç
değildir. Onun tenfîsi
(teneffüsü)
zâtında mündemic
olan
(bulunan) bilcümle
nisebin
(bütün
sıfatların)
ızhâriyle
(dışarı
çıkmasıyla)
nisbet-i rahmâniyyesinin
(rahmana
ait
sıfatların)
tervîhidir
(rahatlandırılmasıdır).
Zîrâ
(çünkü)
adem-i zuhûr
(dışarı
çıkmaması)
sebebiyle, onun nisbetlerinden
(sıfatlarından)
bir nisbet
(sıfat)
olan ism-i Rahmân
(rahman ismi)
sıkıntıda ve
ıztırâbda bulunduğundan ve ism-i Rahmân
(rahman ismi)
bilcümle
(bütün)
niseb-i İlahiyyeyi
(İlahi
sıfatları) muhît
olmakla
(ihata etmekle,
kavramakla)/
niseb-i sâire
(diğer sıfatlar)
dahi, bu ıztırâb-ı
ademiyyet
(ademiyet
sıkıntısı, yok durumda olmanın sıkıntısı)
içinde kaldığından, nefes-i
İlahi
(Hakk’ın nefesi)
onları bu habs-i ademiyyet
(yokluk durumunda
hapsedilme)
ıztırâbından
(sıkıntısından)
ıtlâk eyledi
(kurtardı, serbest bıraktı).
Ve
kezâlik
(böylece)
nefes-i rahmânî
(rahmanın
nefesi) esmâ ve
sıfât-i İlahiyyeden
(Allah’ın esma ve
sıfatlarından)
ibâret olan hurûf-i âliye ve fa'âle
(yüksek, yüce ve
aktif harfleri) ve
müteessireyi
(pasifleri)
ve taayyünât-ı
kevniyye
(meydana çıkan
kevni varlıklar)
ve halkıyyeden
(yaratılmışlardan)
ibâret bulunan hurûf-i sâfile
(alt,
aşağı harfler) ve
münfaile
(etken)
ve müteessireyi
(etkileneni)
müstelzimdir
(gerektirir) ve bu
hurûf-i âliye
(yüksek
harflerin) ve
sâfilenin
(aşağı harflerin)
imtizac
(karışmalarından,
kaynaşmalarından)
ve terâkîbinden
(terkiplerinden)
vücûd-ı mutlakın
(mutlak
Zat’ın) merâtib-i
muhtelifesinde
(çeşitli
mertebelerinde)
kelimât-ı İlahiyye
(İlahi kelimeler)
ve kevniyyenin
taayyünlerini
(evren
varlıklarının meydana gelmelerini)
müstelzimdir
(gerektirir)
. İşte
nefes-i İlahi
(İlahi nefes
(Hakk’ın nefesi)
bu zikr olunan
(anlatılan)
şeyleri müstelzim
(gerekli)
bulunduğu için âlemde
(evrende)
mer'î olân
(görülen)
sûretleri kabûl etti.
Böyle olunca nefes-i İlahi
(İlahi nefes),
suver-i
âlem
(evren suretleri)
için cevher-i heyûlânî
(öz, ilk madde,
asıl cevher)
gibidir. Halbuki nefes-i İlahinin
(Hakk’ın
nefesinin) suver-i
âlemden
(evren
suretlerinden)
müstelzim olduğu
(gerektirdiği)
şey tabîatin
aynıdır, gayri
(başka)
değildir.
Misâl:
İnsan zemherîde
(şiddetli
soğukta)
pencerenin camı üzerine bir müddet nefesini ihrâç edip
(dışarı verip)
nefh etse
(üflese),
o nefes derhal cam
üzerinde tekâsüf edip
(kesifleşip,
yoğunlaşıp) buğu
şekline girer. Ve şiddet-i bürûdet
(şiddetli soğuk)
sebebiyle o buğu
birtakım muntazam çiçeklere müşâbih
(benzer)
eşkâl
(şekiller)
hâsıl eder
(oluşur).
İşte menfûh
(üflenmiş)
olan nefes-i
insânî
(insan nefesi) bu
suver-i mer'iyyeyi
(görülen
suretleri) kabûl
etti. Demek ki nefes-i insânî
(insanın nefesi)
cam üzerinde
husûle gelen
(oluşan)
buz sûretleri
(şekilleri)
için cevher-i
heyûlânî
(asıl cevher, ilk
madde) gibidir.
İmdi nefesin telattufunu
(ince, narin
olmasını) îcâb
eden
(gerektiren) şey
harâret ve tekâsüfünü
(koyulaşmasını,
yoğunlaşmasını)
mûcib olan
(gerektiren)
şey ise bürûdettir
(soğukluktur).
Ve harâret
(sıcaklık)
ile bürûdet
(soğukluk)
tabîattır ve cam
üzerinde zâhir olan
(görülen)
buzlar ise ayn-ı
bürûdettir
(soğuğun ta
kendisidir).
Şu halde nefes-i
insânînin
(insan nefesinin)
cam üzerindeki buz
sûretlerinden müstelzim olduğu
(gerektirdiği)
şey tabîatin
aynıdır; gayri
(başka)
değildir. Ve nefes
mertebe-i lâ-taayyünde
(taayyünsüzlük
mertebesinde,Zat mertebesinde)
âlîdir
(yüksektir,
yücedir) ve
mertebe-i tekâsüf
(yoğunlaştığı,
kesifleştiği mertebe)
ve taayyününde
(belirdiği,
meydana çıktığı mertebede)
ise sâfildir
(aşağıdır,
alçaktır).
İşte bu misâl gibi nefes-i
İlahi
(İlahi nefes)
hubb-i zuhûr
(ortaya çıkma,
görünme sevgisi)
ile menfûh
(üflenmiş)
olduğu için hârrdır
(hararettir).
Merâtib-i
süfliyyeye
(aşağı, alt
mertebelere)
nüzûlünde
(indiğinde)
teberrüd ile
(soğuyarak)
suver-i muhtelifede
(çeşitli
şekillerde)
müteayyin olur
(belirir,
görünür).
Ve
“tabîat” Ulûhiyyetin
zâhiriyyeti
(dış
görünüşü) olduğu
cihetle
(bakımından),
harâret-i
hubb-i
İlahi
(İlahi sevginin
harareti) vücûd-i
mutlakın
(mutlak vücut
sahibi Zat’ın)
merâtib-i ulviyye ve süfliyyesinde
(yüksek ve alt
mertebelerinde)
sârîdir
(yayılmış,
dağılmıştır).
Zîrâ
(çünkü)
bu âlem-i şehâdet
(içinde
bulunduğumuz âlem),
ki
mertebe-i süfliyyedir
(en alt, aşağı
mertebedir),
eğer
onda harâret olmasa hayât olmaz idi. Ve hayât bulunmayınca da
zuhûr
(meydana çıkma, kendini gösterme)
mümkin olmaz
idi.
Mısra':
Hudâ âşık;
Resûl âşık, bütün kevn ü mekân âşık
Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a.)
Fütûhât-ı Mekkiyye'lerinin yüz doksan sekizinci bâbının
(kısmının)
on birinci
faslında
(bölümünde)
buyururlar ki:
"Nefes-i rahmânî
(rahmanın nefesi),
dâimâ
müteveccihdir
(teveccüh
edendir, bir tarafa yönelendir).
Ve "tabîat", emr-i
İlahi
(İlahi işler, hususlar)
muattal olmamak
(durdurulmamak, tatil edilmemek)
üzere, bu nefes-i rahmânî
için, dâimâ birtakım sûretler tekvîn eder
(var eder,
yaratır).
Zîrâ
(çünkü)
emr-i İlahinin
(İlahi işlerin,
hususların)
ta'tîli
(ara verilmesi,
durdurulması)
sahîh
(gerçek, doğru)
değildir." Böyle olunca esmâ-i müessire-i İlahiyye
(etken İlahi
esma) ,
erkeğe ve "tabîat"
ise kadına benzer. Erkeğin fâiliyyetinden kadın nasıl mahmûl
(hamile) olup bir
sûret tevlît ederse
(doğurursa),
"tabîat" dahi,
esmâ-i İlahiyyenin
(İlahi esmanın)
fâiliyyetinden
öylece mahmûl
(hamile)
olup birtakım sûretler
tevlît eder
(doğurur).
Nefes-i rahmânî
(rahmanın nefesi)
bâtın
(gizli) ve
"tabîat" zâhirdir
(görünendir).
Ey mü'min-i
mütefennin,
(Müslüman fen
alimleri) fezâ-yı
bî-nihâyede
(sınırsız sonsuz
fezada) mütekevvin
olan
(mevcut bulunan)
ve peyderpey olmakta bulunan sehâb-ı muzîlerin
(parlak, şeffaf
bulutların) ve
ecrâm-ı bî-adedin
(sayısız cansız
cisimlerin) ve
onların üzerindeki suver
(suretler)
ve ecsâmın
(bedenlerin,
gövdelerin)
nereden geldiklerini teemmül et
(iyice düşün)!
İmdi ecrâm-ı mütekâsifeyi
(yoğunlaşmış cisimleri)
terkîb eden anâsır
(unsurlar (basit
elementler),
"tabîat"in
sûretlerinden bir sûret olduğu gibi, bu ecrâmdan
(cansız dediğimiz
cisimlerden)
tevellüd eden
(doğan)
şeyler dahi yine tabîatin
sûretlerinden bir sûrettir. Ve "anâsır"dan
(unsurlardan,
basit elementlerden)
murâd, kimyâda bahsedilen
azot, karbon, müvellidü'l-mâ'
(hidrojen),
müvellidü'l-humûza,
(oksijen)
hadîd
(demir),
nuhâs
(bakır),
tûtyâ
(çinko),
kalay, kurşun
ilh.... gibi besâit
(basit şeyler)
ile, bu besâitten
(basit
şeylerin) terekküb
eden
(bileşimlerinden)
su, ateş, havâ-yı nesîmî
(rüzgar)
ve toprak gibi mevâddır
(maddelerdir).
Ve
anâsırın
(basit
elementlerin)
fevkınde
(üstünde)
olan şeyler ve ondan
mütevellid
(doğmuş)
olan şeyler dahi kezâlik
(böylece) suver-i
tabîiyyedendir
(tabiat
suretlerindendir)
.
"Anâsırın
fevkı"nden
(üstünde
demekten) murâd
ecrâm
(cansız cisimlerin)
mâbeynindeki
(arasındaki)
fezâdır.
Ve fezâda ecrâmı
(cansız
cisimleri) terkîb
eden
(meydana getiren (karışım)
mevâdd-ı kesîfe-i anâsır
(uzay
boşluğunu dolduran yoğunlaşmış unsurlar, basit elementler)
bittabi'
(tabii olarak)
mevcûd değildir.
Fakat orada mevâdd-ı kesîfe-i unsuriyyenin
(feza boşluğunda
yoğunlaşmış unsurların)
adem-i vücûdu
(vücudunun
olmayışı) mutlaka
hulüvvü
(boş olmayı)
ve boşluğu iktizâ
etmez
(gerektirmez).
(Devam edecek)
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-12.04.2005
http://sufizmveinsan.com
|