162. Bölüm

BU FASS KELİME-İ ÎSEVİYYE'DE MÜNDEMİC    HİKMET-İ NEBEVİYYE" BEYÂNINDANDIR

Nitekim erbâb-ı fen (fen ilmi ile uğraşanlar) bu miyânede (arada) "esîr" ta'bîr ettikleri (dedikleri) seyyâle-i rakîkanın (ince akımın, akıntının) vücûdunu (varlığını) farz (gerçekliğini kabul etmişler) ve istidlâl eylerler (deliller ile anlaşılır duruma getirmişlerdir). İşte seyyârât-ı seb'a (yedi gezen, gezegen) ki, "arz" (dünya) dâhil olmadığı halde, arzdan (dünyadan) nazar eden (bakan) bir kimseye göre fevk-ı re'sinde (başının üstünde) olmak i'tibâriyle (hususuyla) onlara "semâvât-ı seb'a" (yedi gökler) ta'bîr olunur (denir).  Ve onlar Utarid (Merkür), Zühre (Venüs), Merîh (Mars) ,  Müşterî (Jüpiter) ,  Zuhal (Satürn), Uranus ve Neptün seyyârelerinden (gezegenlerinden) ibâret olup şemsin (Güneşin) etrâfında devrederler (dönerler).  Ve her birinin beyninde (arasında) bulunan milyonlarca merhale (uzaklık, bir günlük yol) mesâfede anâsır (unsurlar, basit elementler) bulunmadığı cihetle (bakımından),  bu mesâfât (mesafeler) anâsırdan (unsurlardan (basit elementlerden) mürekkeb (karışmış, bileşik) olan ecrâmın (cansız dediğimiz cisimlerin) mâ-fevkıdir (yukarısındadır).  İşte bu mesâfâtta (uzaklıklarda) "ervâh-ı ulviyye" (yüksek, yüce ruhlar) mevcûddur. Ve bu ervâh (ruhlar) dahi suver-i tabîiyyedendir (tabiata ait suretlerdendir). Zîrâ (çünkü) kendi mertebelerine göre bunlarda da zuhûr (açığa çıkma, görünme) vardır. Ve "nefes-i rahmânî" (rahmanın nefesi) ise bunlara nazaran bâtındır (gizlidir).  Ve bu ervâh (ruhlar) a'yân-ı anâsıra (belli olmuş basit elementlere) nisbeten (göre) bâtın (gizli) ve a'yân-ı anâsır (belli olan basit elemetler) ise bunlara nazaran (göre) zâhirdir (meydandadır).  Ta'bîr-i dîğerle (diğer bir ifade ile) ervâh-ı ulviyye (yüce ruhlar),  insanın nefesini ihrâç ettiği (dışarı verdiği) vakit yavaş ve bilâ-sadâ (sessiz) söz söylemesine ve a'yân-ı anâsır (belli olmuş elementler) ise cehren (açıktan açığa) ve sadâ (ses) ile tekellümüne (konuşmasına) müşâbihdir (benzemektedir).

Ve göklerin ervâhına (ruhlarına) ve onların a'yânına (hakikâtlerine) gelince, onlar anâsıra (unsurlara, basit elementlere) mensûbdur (ilişkilidir). Zîrâ (çünkü) onların cümlesi (bütün hepsi) anâsırın (basit elementlerin) dumanındandır ve anâsırın dumanından mütevelliddir (doğmuştur). Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de buyrulur. ..................................... (Fussılet, 41/11) Ma'lûmdur ki fenn-i hâzıra (fen ilmi anlayışına) nazaran (göre) fezâda "esîr" (görülmeyen ve varlığı bütün ilim sahipleri tarafından kabul edilen ince bulutlar) ta'bîr olunan (denilen) gayr-i kâbil-i vezn ve tavsîf (tartmak ve nasıl bir şey olduğunu anlatmak imkânsız) seyyâle-i rakîkanın (ince, akıcı ve parlak akımın) tekâsüfünden (yoğunlaşmasından) sehâbeler (bulutlar) peydâ olur.  Bu sehâbeler (bulutlar) gazdan ibârettir. Ve gaz ise duhandan (dumandan) başka bir şey değildir, Ve sehâbelerin (bulutların) mürekkeb (karışık, birleşik) oldukları gâzât-ı müzîe (ışıklı gazlar) meyânında (arasında) müvellidü'l-mâ' (hidrojen) ve azot keşfolunmuştur. Demek ki Kur'ân-ı Kerîm'in beyânına (bildirisine) ve fenn-i hâzırında (fen sahiplerinin anlayışlarında) istidlâline (incelemelerinden çıkardıkları neticeye) nazaran (göre) semâvât (gökler) aslında duman idi. Ve bu dumanın terkîbi de anâsır-ı basîtadan (basit elementlerden) ibâret bulunan müvellidü'l-mâ' (hidrojen) ve azot gibi şeyler idi. Şu halde gittikçe tekâsüf (yoğunlaşıp) ve tasallüb edip (katılaşıp) üzerlerinde cemâdât (cansız dediğimiz varlıklar) ve nebâtât (bitkiler) ve hayvânât (hayvanlar) gibi birtakım a'yân (aşikar olmuş belli başlı mevcutlar) peydâ olan seb'-i semâvât (yedi gökler, yedi gezegen) anâsırdan (basit elementlerin) terekküb ettiği (bileşiminden meydana geldiği) gibi, onun gözle görülen a'yânı (dışarıda mevcut olanları, görülen suretleri) ve gözle görülmeyen ervâhı (ruhları) da kezâlik (böylece) anâsırdan (basit elementlerden) mütevelliddir (meydana gelmiştir, doğmuştur). Böyle olunca semâvât-ı seb'adan (yedi gökten, gezegenden) mütekevvin (mevcut) olan melâike (melekler) cinsinden bulunanlar da "unsuriyyûn"dur (basit elementlerdendir).  Zîrâ (çünkü) semâvâtın (göklerin, gezegenlerin) cinsindendir.

Ma'lûm olsun ki, "Melek" kuvvet ma'nâsına gelir. Ve bu âlem-i kesîfte (madde âleminde, dünyada) birtakım kuvâ-yı unsuriyye (unsuri kuvvetler) olduğu fennen sâbittir (anlaşılmıştır) ki, bunlara "kuvâ-yı tabîiyye" (tabiat güçleri, kuvvetleri) derler. Kuvve-i buhâriyye, (buhar gücü) kuvve-i elektrikiyye (elektrik gücü),  kuvve-i câzibe (çekim gücü),  kuvve-i ani'l-merkeziyye (merkez kaç kuvveti, merkezden uzaklaştıran güç),  kuvve-i ile'l-merkeziyye (merkezcil kuvvet, merkeze doğru çekim gücü) ilh... gibi. Ve bu kuvvetlerin âsârı (eserleri) nazar-ı his (hissedilebilir, hissi görüş) ile görülebilir ise de, kendilerinin mâhiyet (iç yüzleri, içeriği) ve hakîkatleri gayr-i mer'îdir (görülemez).  Meselâ elektriğin hakîkatini hiçbir kimse ta'rîf edemez. Yalnız âsârını (eserlerini) ve mevcûdiyetini beyân edebilir (anlatabilir).  Ve bu kuvâ (güçler, kuvvetler) külliyyâtı (tamlığı, bütünlüğü) i'tibâriyle (bakımından) ta'dâd olunabilir (sayılabilir) ise de, cüz'iyyâtı (kısımları, parçaları) i'tibâriyle (bakımından) lâ-yuadd ve lâ-yuhsâdır (sayılamaz ve hesab edilemezdir). Onun için şerîatte ihbâr buyrulmuştur (haber verilmiştir) ki, "Her bir yağmur tânesi bir melek tarafından inzâl olunur (indirilir).  Ve bir tâneyi indiren melek bir daha rücû' etmez (geri dönmez) .  " Fi'l-hakîkada (hakikâtte) yağmur tânesinin nüzûlü (inişi) hiç şübhe yok ki, sath-ı arza (dünya yüzüne) bir kuvvetle nâzil olur (iner) ve ondan sonra nâzil olan (inen)  tânenin nüzûlü (inmesi) için masrûf olan (harcanan) kuvvet, evvelki kuvvetin aynı değildir. Ve evvelki kuvvetin rücûu (geri dönme) imkânı yoktur. Cereyân-ı elektrikî (elektrik akımı) dahi böyledir. Sâirleri (diğerleri) de buna kıyâs olunsun (bunlarla karşılaştırılsın).

İmdi her bir kuvvet me'zâhir-i İlahiyyeden (İlahi görüntü yerlerinden) bir mazhardır (görüntü yeridir).  Ve her bir mazhar (görüntü yeri) bir ism-i İlahinin (İlahi ismin) tedbîri (tasarrufu) tahtındadır. (altındadır) Binâenaleyh (nitekim) her bir zerre hayât-ı İlahiyye (Allah’ın hayat sıfatı) ile hayy (canlı) olduğu gibi, her bir kuvvet dahi öylece hayydır (canlıdır). Melâike-i unsuriyyûn (unsura mensup, unsur olan, basit elementlerle alakalı melekler) dahi mezâhir-i İlahiyyeden (İlahi görüntü yeri) olmakla cümlesi (bütün hepsi) hayy (canlı) olup uhdelerine (sorumluluklarına) mevdû' olan (verilen) vazâifı (vazifeleri) îfâ ederler (yerine getirirler).  Nitekim, âyet-i kerîmede işâret buyrulur: .....................................  (Ra’d, 13/13) Ve "unsuriyyûn"un (basit elementlerin) fevkınde, (üstünde) ya'nî ecrâm (maddi cisimlerin) mâ-beynindeki (arasındaki) milyonlarca merhale mesâfe-i fezâda (feza boşluğunda milyonlarca mesafe, bir günlük yol uzaklıkta) olan melâike, (melekler) ya'nî kudret-i İlahiyyenin (Allah’ın kudret sıfatının) mezâhiri (görüntü yeri) "tabîiyyûn"dur (tabiata mensup, tabiatla alakalı olanlardır).  İşte bu melâike (melekler), tabîiyyûndan (tabiattan, tabiatla alakalı) bulundukları için Allah Teâlâ onları, ya'nî mele-i a'lâyı (yüce melekleri, Allah’a en yakın melekler) ihtisâm (husumet, düşmanlık etmek) ile vasf eyledi (vasıflandırdı). Nitekim, Kur'ân-ı Kerîm'de buyrulur: ...................................... (Sâd, 38/69) Zîrâ (çünkü) "tabîat" mütekâbildir: (karşıttır, zıttır) Çünkü nefs-i tabîat (tabiatın nefsi), yekdîğerinin zıddı (birbirlerinin zıddı) olan dört esâsın hey'et-i mecmûasıdır (bütün hepsinin toplamıdır) ki, onlar da harâret, bürûdet (soğukluk),  yubûset (kuruluk) ve rutûbettir. Suver-i tabîiyye (tabiat suretleri) bu dört esâs dâiresinde mütekevvin olur (oluşur, var olur). Gerçi yubûset (kuruluk) ile rutûbet, harâret ile bürûdetin (soğukluğun) netîcesi ve yekdîğerinden (biri diğerinden) münteşî (meydana gelmiş) ise de, yubûset (kuruluk) harâretin ve rutûbet dahi burûdetin (soğukluğun) aynı değildir. Her birinin kendi mertebelerindeki iktizâât (gerektirdikleri) ve ahkâmı (hükümleri) başka  başkadır. Binâenaleyh (nitekim) tabîatin bu esasları yekdîğerine (biri diğerinin) mütekâbildir (karşısındadır, karşıtıdır).

Ve “tabîat” Ulûhiyet mertebesinin zâhiridir (açığa çıkmışı, dış görünüşüdür).  Ve erkân-ı Ulûhiyyet (Uluhiyetin esasları) dahi hayat, ilim, irâde ve kuvvettir. Şu halde, hayat harârete ve ilim, burûdete (soğukluğa) ve irâde, yubûsete (kuruluğa) ve kuvvet, rutûbete nâzırdır (bakandır).  İşte tabîatta emr-i îcâd (yaratma hususu), bu tekâbülün (zıt, karşıt oluşun) te'sîrâtı (etkinlikleri) dâiresinde vâkı' olur (gerçekleşir). Husûsiyle nefes-i rahmânînin (Rahman’ın nefesinin) müstelzim olduğu (gerektirdiği) kâffe-i esmâ-i İlahiyye (bütün İlahi esmanın) “Mu'tî, Mâni"” ve “Hâdî, Mudill” ve “Rahîm, Müntakım” ve “Nâfi’, Dârr” gibi mütekâbil (karşılıklı, zıt) olup bunların mezâhiri (göründüğü mahal) tabiatte peydâ (ortaya çıkar) ve müteayyin olur (belirir, görünür).  Ve niseb-i İlahiyyeden (Allah’ın  sıfatlarından) ibâret olan esmâ-i İlahiyye (İlahi esma) arasındaki tekâbülü (karşıt, zıt oluşu) ancak nefes-i rahmânî (rahmanın nefesi) i'tâ etti (verdi).  Ve bu tekâbül (zıtlık) ise, zıddeyn (iki karşıt, zıt) arasında ihtisâmı (husumeti, düşmanlığı) îcâb eder (gerektirir).

(Devam edecek)   

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-19.04.2005
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail