BU FASS
KELİME-İ ÎSEVİYYE'DE MÜNDEMİC HİKMET-İ NEBEVİYYE"
BEYÂNINDANDIR
Nitekim
erbâb-ı fen
(fen ilmi ile uğraşanlar)
bu
miyânede
(arada)
"esîr"
ta'bîr ettikleri
(dedikleri)
seyyâle-i
rakîkanın
(ince akımın, akıntının)
vücûdunu
(varlığını)
farz
(gerçekliğini
kabul etmişler)
ve
istidlâl eylerler
(deliller ile anlaşılır duruma getirmişlerdir).
İşte
seyyârât-ı seb'a
(yedi gezen, gezegen)
ki, "arz"
(dünya)
dâhil
olmadığı halde, arzdan
(dünyadan)
nazar eden
(bakan)
bir
kimseye göre fevk-ı re'sinde
(başının üstünde)
olmak
i'tibâriyle
(hususuyla)
onlara
"semâvât-ı seb'a"
(yedi gökler)
ta'bîr
olunur
(denir).
Ve
onlar Utarid
(Merkür),
Zühre
(Venüs),
Merîh
(Mars)
,
Müşterî
(Jüpiter)
,
Zuhal
(Satürn),
Uranus ve
Neptün seyyârelerinden
(gezegenlerinden)
ibâret
olup şemsin
(Güneşin)
etrâfında
devrederler
(dönerler).
Ve
her birinin beyninde
(arasında)
bulunan
milyonlarca merhale
(uzaklık, bir günlük yol)
mesâfede
anâsır
(unsurlar, basit elementler)
bulunmadığı cihetle
(bakımından),
bu
mesâfât
(mesafeler)
anâsırdan
(unsurlardan (basit elementlerden)
mürekkeb
(karışmış, bileşik)
olan
ecrâmın
(cansız dediğimiz cisimlerin)
mâ-fevkıdir
(yukarısındadır).
İşte
bu mesâfâtta
(uzaklıklarda)
"ervâh-ı
ulviyye"
(yüksek, yüce ruhlar)
mevcûddur.
Ve bu ervâh
(ruhlar)
dahi
suver-i tabîiyyedendir
(tabiata ait suretlerdendir).
Zîrâ
(çünkü)
kendi
mertebelerine göre bunlarda da zuhûr
(açığa çıkma, görünme)
vardır. Ve
"nefes-i rahmânî"
(rahmanın nefesi)
ise
bunlara nazaran bâtındır
(gizlidir).
Ve
bu ervâh
(ruhlar)
a'yân-ı
anâsıra
(belli olmuş basit elementlere)
nisbeten
(göre)
bâtın
(gizli)
ve a'yân-ı
anâsır
(belli olan basit elemetler)
ise
bunlara nazaran
(göre)
zâhirdir
(meydandadır).
Ta'bîr-i
dîğerle
(diğer bir ifade ile)
ervâh-ı
ulviyye
(yüce ruhlar),
insanın
nefesini ihrâç ettiği
(dışarı verdiği)
vakit
yavaş ve bilâ-sadâ
(sessiz)
söz
söylemesine ve a'yân-ı anâsır
(belli olmuş elementler)
ise cehren
(açıktan açığa)
ve sadâ
(ses)
ile
tekellümüne
(konuşmasına)
müşâbihdir
(benzemektedir).
Ve
göklerin ervâhına
(ruhlarına)
ve onların
a'yânına
(hakikâtlerine)
gelince,
onlar anâsıra
(unsurlara, basit elementlere)
mensûbdur
(ilişkilidir).
Zîrâ
(çünkü)
onların
cümlesi
(bütün hepsi)
anâsırın
(basit elementlerin)
dumanındandır ve anâsırın dumanından mütevelliddir
(doğmuştur).
Nitekim
Kur'ân-ı Kerîm'de buyrulur.
..................................... (Fussılet, 41/11)
Ma'lûmdur ki fenn-i hâzıra
(fen ilmi anlayışına)
nazaran
(göre)
fezâda
"esîr"
(görülmeyen ve varlığı bütün ilim sahipleri tarafından kabul
edilen ince bulutlar)
ta'bîr
olunan
(denilen)
gayr-i
kâbil-i vezn ve tavsîf
(tartmak ve nasıl bir şey olduğunu anlatmak imkânsız)
seyyâle-i rakîkanın
(ince, akıcı ve parlak akımın)
tekâsüfünden
(yoğunlaşmasından)
sehâbeler
(bulutlar)
peydâ
olur. Bu sehâbeler
(bulutlar)
gazdan
ibârettir. Ve gaz ise duhandan
(dumandan)
başka bir
şey değildir, Ve sehâbelerin
(bulutların)
mürekkeb
(karışık, birleşik)
oldukları
gâzât-ı müzîe
(ışıklı gazlar)
meyânında
(arasında)
müvellidü'l-mâ'
(hidrojen)
ve azot
keşfolunmuştur. Demek ki Kur'ân-ı Kerîm'in beyânına
(bildirisine)
ve fenn-i
hâzırında
(fen sahiplerinin anlayışlarında)
istidlâline
(incelemelerinden çıkardıkları neticeye)
nazaran
(göre)
semâvât
(gökler)
aslında
duman idi. Ve bu dumanın terkîbi de anâsır-ı basîtadan
(basit elementlerden)
ibâret
bulunan müvellidü'l-mâ'
(hidrojen)
ve azot
gibi şeyler idi. Şu halde gittikçe tekâsüf
(yoğunlaşıp)
ve
tasallüb edip
(katılaşıp)
üzerlerinde cemâdât
(cansız dediğimiz varlıklar)
ve nebâtât
(bitkiler)
ve
hayvânât
(hayvanlar)
gibi
birtakım a'yân
(aşikar olmuş belli başlı mevcutlar)
peydâ olan
seb'-i semâvât
(yedi gökler, yedi gezegen)
anâsırdan
(basit elementlerin)
terekküb
ettiği
(bileşiminden meydana geldiği)
gibi, onun
gözle görülen a'yânı
(dışarıda mevcut olanları, görülen suretleri)
ve gözle
görülmeyen ervâhı
(ruhları)
da kezâlik
(böylece)
anâsırdan
(basit elementlerden)
mütevelliddir
(meydana gelmiştir, doğmuştur).
Böyle
olunca semâvât-ı seb'adan
(yedi gökten, gezegenden)
mütekevvin
(mevcut)
olan
melâike
(melekler)
cinsinden
bulunanlar da "unsuriyyûn"dur
(basit elementlerdendir).
Zîrâ
(çünkü)
semâvâtın
(göklerin, gezegenlerin)
cinsindendir.
Ma'lûm
olsun ki, "Melek" kuvvet ma'nâsına gelir. Ve bu âlem-i kesîfte
(madde âleminde, dünyada)
birtakım
kuvâ-yı unsuriyye
(unsuri kuvvetler)
olduğu
fennen sâbittir
(anlaşılmıştır)
ki,
bunlara "kuvâ-yı tabîiyye"
(tabiat güçleri, kuvvetleri)
derler.
Kuvve-i buhâriyye,
(buhar gücü)
kuvve-i
elektrikiyye
(elektrik gücü),
kuvve-i
câzibe
(çekim gücü),
kuvve-i
ani'l-merkeziyye
(merkez kaç kuvveti, merkezden uzaklaştıran güç),
kuvve-i
ile'l-merkeziyye
(merkezcil kuvvet, merkeze doğru çekim gücü)
ilh...
gibi. Ve bu kuvvetlerin âsârı
(eserleri)
nazar-ı
his
(hissedilebilir, hissi görüş)
ile
görülebilir ise de, kendilerinin mâhiyet
(iç yüzleri, içeriği)
ve
hakîkatleri gayr-i mer'îdir
(görülemez).
Meselâ
elektriğin hakîkatini hiçbir kimse ta'rîf edemez. Yalnız âsârını
(eserlerini)
ve
mevcûdiyetini beyân edebilir
(anlatabilir).
Ve
bu kuvâ
(güçler, kuvvetler)
külliyyâtı
(tamlığı, bütünlüğü)
i'tibâriyle
(bakımından)
ta'dâd
olunabilir
(sayılabilir)
ise de,
cüz'iyyâtı
(kısımları, parçaları)
i'tibâriyle
(bakımından)
lâ-yuadd
ve lâ-yuhsâdır
(sayılamaz ve hesab edilemezdir).
Onun için
şerîatte ihbâr buyrulmuştur
(haber verilmiştir)
ki, "Her
bir yağmur tânesi bir melek tarafından inzâl olunur
(indirilir).
Ve
bir tâneyi indiren melek bir daha rücû' etmez
(geri dönmez)
.
"
Fi'l-hakîkada
(hakikâtte)
yağmur
tânesinin nüzûlü
(inişi)
hiç şübhe
yok ki, sath-ı arza
(dünya yüzüne)
bir
kuvvetle nâzil olur
(iner)
ve ondan
sonra nâzil olan
(inen)
tânenin
nüzûlü
(inmesi)
için
masrûf olan
(harcanan)
kuvvet,
evvelki kuvvetin aynı değildir. Ve evvelki kuvvetin rücûu
(geri dönme)
imkânı
yoktur. Cereyân-ı elektrikî
(elektrik akımı)
dahi
böyledir. Sâirleri
(diğerleri)
de buna
kıyâs olunsun
(bunlarla karşılaştırılsın).
İmdi her
bir kuvvet me'zâhir-i İlahiyyeden
(İlahi görüntü yerlerinden)
bir
mazhardır
(görüntü yeridir).
Ve
her bir mazhar
(görüntü yeri)
bir ism-i
İlahinin
(İlahi ismin)
tedbîri
(tasarrufu)
tahtındadır.
(altındadır)
Binâenaleyh
(nitekim)
her bir
zerre hayât-ı İlahiyye
(Allah’ın hayat sıfatı)
ile hayy
(canlı)
olduğu
gibi, her bir kuvvet dahi öylece hayydır
(canlıdır).
Melâike-i
unsuriyyûn
(unsura mensup, unsur olan, basit elementlerle alakalı melekler)
dahi
mezâhir-i İlahiyyeden
(İlahi görüntü yeri)
olmakla
cümlesi
(bütün hepsi)
hayy
(canlı)
olup
uhdelerine
(sorumluluklarına)
mevdû'
olan
(verilen)
vazâifı
(vazifeleri)
îfâ
ederler
(yerine getirirler).
Nitekim,
âyet-i kerîmede işâret buyrulur:
..................................... (Ra’d, 13/13) Ve
"unsuriyyûn"un
(basit elementlerin)
fevkınde,
(üstünde)
ya'nî
ecrâm
(maddi cisimlerin)
mâ-beynindeki
(arasındaki)
milyonlarca merhale mesâfe-i fezâda
(feza boşluğunda milyonlarca mesafe, bir günlük yol uzaklıkta)
olan
melâike,
(melekler)
ya'nî
kudret-i İlahiyyenin
(Allah’ın kudret sıfatının)
mezâhiri
(görüntü yeri)
"tabîiyyûn"dur
(tabiata mensup, tabiatla alakalı olanlardır).
İşte
bu melâike
(melekler),
tabîiyyûndan
(tabiattan, tabiatla alakalı)
bulundukları için Allah Teâlâ onları, ya'nî mele-i a'lâyı
(yüce melekleri, Allah’a en yakın melekler)
ihtisâm
(husumet, düşmanlık etmek)
ile vasf
eyledi
(vasıflandırdı).
Nitekim,
Kur'ân-ı Kerîm'de buyrulur:
...................................... (Sâd, 38/69) Zîrâ
(çünkü)
"tabîat"
mütekâbildir:
(karşıttır, zıttır)
Çünkü
nefs-i tabîat
(tabiatın nefsi),
yekdîğerinin zıddı
(birbirlerinin zıddı)
olan dört
esâsın hey'et-i mecmûasıdır
(bütün hepsinin toplamıdır)
ki, onlar
da harâret, bürûdet
(soğukluk),
yubûset
(kuruluk)
ve
rutûbettir. Suver-i tabîiyye
(tabiat suretleri)
bu dört
esâs dâiresinde mütekevvin olur
(oluşur, var olur).
Gerçi
yubûset
(kuruluk)
ile
rutûbet, harâret ile bürûdetin
(soğukluğun)
netîcesi
ve yekdîğerinden
(biri diğerinden)
münteşî
(meydana gelmiş)
ise
de, yubûset
(kuruluk)
harâretin
ve rutûbet dahi burûdetin
(soğukluğun)
aynı
değildir. Her birinin kendi mertebelerindeki iktizâât
(gerektirdikleri)
ve ahkâmı
(hükümleri)
başka
başkadır. Binâenaleyh
(nitekim)
tabîatin
bu esasları yekdîğerine
(biri diğerinin)
mütekâbildir
(karşısındadır, karşıtıdır).
Ve
“tabîat” Ulûhiyet mertebesinin zâhiridir
(açığa çıkmışı, dış görünüşüdür).
Ve
erkân-ı Ulûhiyyet
(Uluhiyetin esasları)
dahi
hayat, ilim, irâde ve kuvvettir. Şu halde, hayat harârete ve
ilim, burûdete
(soğukluğa)
ve irâde,
yubûsete
(kuruluğa)
ve kuvvet,
rutûbete nâzırdır
(bakandır).
İşte
tabîatta emr-i îcâd
(yaratma hususu),
bu
tekâbülün
(zıt, karşıt oluşun)
te'sîrâtı
(etkinlikleri)
dâiresinde
vâkı' olur
(gerçekleşir).
Husûsiyle
nefes-i rahmânînin
(Rahman’ın nefesinin)
müstelzim
olduğu
(gerektirdiği)
kâffe-i
esmâ-i İlahiyye
(bütün İlahi esmanın)
“Mu'tî,
Mâni"” ve “Hâdî, Mudill” ve “Rahîm, Müntakım” ve “Nâfi’, Dârr”
gibi mütekâbil
(karşılıklı, zıt)
olup
bunların mezâhiri
(göründüğü mahal)
tabiatte
peydâ
(ortaya çıkar)
ve
müteayyin olur
(belirir, görünür).
Ve niseb-i
İlahiyyeden
(Allah’ın sıfatlarından)
ibâret
olan esmâ-i İlahiyye
(İlahi esma)
arasındaki
tekâbülü
(karşıt, zıt oluşu)
ancak
nefes-i rahmânî
(rahmanın nefesi)
i'tâ etti
(verdi).
Ve
bu tekâbül
(zıtlık)
ise,
zıddeyn
(iki karşıt, zıt)
arasında
ihtisâmı
(husumeti, düşmanlığı)
îcâb eder
(gerektirir).
(Devam edecek)
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-19.04.2005
http://sufizmveinsan.com
|