BU FASS KELİME-İ ÎSEVİYYE'DE MÜNDEMİC HİKMET-İ NEBEVİYYE"
BEYÂNINDANDIR
Sen bu
hükümden hâriç olan zâtı görmez misin ki, onun hakkında
âlemlerden gınâ nasıl vârîd oldu? İşte bunun için âlem, onları
îcâd edenin sûreti üzere çıktı. Halbuki, nefes-i İlâhînin gayri
değildir. İmdi nefes-i İlâhî, kendisinde harâretten vâkı' olan
şey sebebiyle âlî oldu. Ve kendisinde bürûdet ve rutûbetten
vâkı' olan şey sebebiyle de sâfil oldu. Ve kendisinde yubûsetten
vâkı' olan şey sebebiyle de sâbit oldu ve mütezelzil olmadı. Sen
tabîbi görmez misin? Birine ilâç içirmek istediği vakit, onun
kârûre-i bevline nazar eder. Onun rüsûb ettiğini gördükde nazcın
kâmil olduğunu bilir. Binâenaleyh nazcda müsri' olmak için, ona
ilâcı içirir. Ve ancak onun rutûbet ve bürûdet-i tabîiyyesinden
nâşî rüsûb eyler (28).
Ya'nî sen
Zât-ı ahadiyyeye
(ahad olan Zat’a)
çeşm-i
mâ'nevî
(manevi göz)
ile bakmaz
mısın ki, o mertebede onun vücûd-i mutlakı
(tek, kayıtsız, salt vücudu)
tecellîden
(belirmelerden)
ve zuhûr
(açığa çıkma)
ve
ızhârdan
(kendini göstermelerden)
nasıl istiğnâ
(doygunluk, ihtiyaçsızlık)
sâhibidir.
Ve onun hakkında Kur’ân-ı Kerîm’de nasıl
...........................(Ankebût, 29/6) ya'nî “Allah Teâlâ
hazretleri âlemlerin
(bütün yaratılmışların)
vücûdundan
ganîdir
(zengindir, doygundur)”
âyet-i
kerîmesi vârid oldu
(geldi).
Velâkin,
nefes-i rahmânî
(rahman’ın nefesi)
merâtib-i
İlâhiyye
(İlahi mertebeler)
ve
kevniyye
(varlık, var oluşa ait şeyler)
üzerine
mümtedd olunca,
((uzayınca, yayılınca)
bu hal
(oluş)
Zât-ı
ahadiyyenin
(ahad olan Zat’ın)
muktezâ-yı
zâtîsi
(Zat’ının gerekleri)
ve îcâb-ı
vücûdîsi
(varlığının gerekleri)
olduğundan
ve bir şey kendi nefsinden gınâ
(zenginlik, doygunluk, ihtiyaçsızlık)
ile
vasfolunamayacağından,
(vasıflandıralamayacağından)
nefes-i
rahmânînin
(rahmanın nefesinin)
imtidâdı
hîninde
(uzaması, yayılması zamanında),
Hak
nefes-i rahmânîden gınâ
(zenginlik)
ile vasf
olunmaz
(vasıflandırılmaz).
İmdi
âlem
(evren)
nefes-i
rahmânînin imtidâdından
(uzamasından, yayılmasından)
hâsıl
olduğu
(meydana geldiği)
ve nefes-i
rahmânî
(rahmanın nefesi)
âlemin
(evrenin)
aslı
(hakikâti)
bulunduğu
için, a'yân-ı âlem
(aşıkar olmuş âlem, evren)
kendilerinin mûcidinin
(yaratıcısının)
sûreti
üzere çıktı. Halbuki avâlimin
(âlemlerin)
mûcidi
(yaratıcısı)
nefes-i
rahmânînin gayri
(rahmanın nefesinden başkası)
değildir. lmdi hubb-i zuhûr
(zuhur aşkı)
ile menfûh
(üflenmiş)
olan
nefes-i İlahi
(Hakk’ın nefesi)
kendisinde
mevcûd olan harâret sebebiyle âlî
(yüksek, yüce)
oldu. Ve
mümtedd oldukça
(uzayıp yayıldıkça)
kendisinde
bürûdet
(soğukluk)
ve
rutûbetten vâkı' olan
(olagelen)
şey
sebebiyle de sâfil
(alçak, aşağı)
oldu. Ve
bu imtidâd
(uzama, yayılma)
içinde
vâkı' olan
(gerçekleşen)
teseffül
(alçalma)
ile
berâber harâret bilkülliyye
(bütünüyle)
munkatı'
olmadığından
(arkası kesilmediğinden),
netîce-i
harâret
(hararetin sonucu)
olan
yubûset
(kuruluk)
sebebiyle
de nefes-i İlahi
(İlahi nefes, Hakk’ın nefesi)
merâtib-i
kevniyyede
(kevni mertebelerde)
sâbit
(haraketsiz)
olup
mütezelzil
(sallanan, hareket eden)
olmadı:
Ma'lûm
olsun ki, ulviyyet
(yücelik)
ve
süfliyyet
(aşağılık)
merâtib-i
kevniyyeye
(kevni mertebelere)
göredir.
Bu zuhûrun
(açığa çıkmaların)
kâffesi
(bütün hepsi)
vücûd-i
Hak'ta
(Hakk’ın vücudunda)
vâkı' olur
(gerçekleşir).
Mahdûdü'l-vücûd
(vücudu sınırlı)
olan
insanın nefesi gibi tasavvur olunursa
(düşünülürse),
bu
tasavvurda
(düşüncede)
hatâ
olacağı âşikârdır. Burada biraz îzâhât-ı fenniyye
(fenni açıklamalar)
i'tâsına
(verilmesine)
lüzûm
görülür. Şöyle ki erbüb-ı fen
(fen ilmiyle uğraşanlar)
derler ki:
“Fezâ nâ-mütenâhîdir
(uzay sonsuz sınırsızdır).
Ve
bu fezâyı nâ-mütenâhî
(sonsuz sınırsız uzay)
“esîr”
denilen gayr-i kâbil-i vezn ve tavsîf
(tartılamaz ve vasıflandıralamaz)
bir
seyyâle-i rakîka
(ince akım)
ile
mâlâmâldir
(dopdoludur).
Seyyâlenin
(akımın)
ihtizâzât-ı zerrâtı
(zerrelerinin titreşimleri)
kendisinin
sehâbeler
(bulutlar)
hâlinde
tekâsüfünü iktizâ
(yoğunlaşmasına gerek)
ve bu
sehâbeler
(bulutlar)
avâlimin
(âlemlerinin)
asıllarını
(temelini)
teşkîl
eder
(oluşturur).
Sehâbe-i
gâziyye
(gaz bulutları),
bu
vâsi'
(geniş)
rüzgâr
küresi mebdeinde
(başlangıçta)
mütecânis
(aynı cinsten)
ve
müvellidü'lmâ'dan
(hidrojenden)
bile hafif
bir gazdan müteşekkildir
(teşekkül etmiştir).
Merkeze
doğru bilcümle
eczâ-yı
ferdiyyenin
(en küçük zerrelerin hepsinin)
müncezib
(cezbedilmiş çekilmiş)
olması ve
bundan neş'et eden
(meydana gelen, kaynaklanan)
tekâsüf-i
mütezâyid
(yoğunluğun çoğalması)
ve merkeze
doğru olan sukûtun
(hareketsizliğin)
harârete
tebeddülü
(değişmesi)
ve hâsıl
olan
(oluşan)
bu
harâretin bâdî
(sebeb)
olduğu ilk
imtizâcât-ı kimyeviyye
(kimyevi uyuşma, karışma)
ve
elektriğin te'sîri
(etkisi)
ve
nev'anmâ
(bir dereceye kadar)
yekdîğerinden
(biri diğerinden)
iştikâk
eden
(türeyen)
kuvâ-yı
tabîiyyenin
(tabiat gücünün)
ef’âl
(fiilleri, işlevleri)
ve
te'sîrât-ı muhtelifesi
(çeşitli tesirleri, etkileriyle)
müvellidü'l-mâ
(hidrojen),
müvellidü'l-humûza
(oksijen),
fahm
(kömür),
azot,
sodyum, kalsiyum, hadîd
(demir),
magnezyum
ilh:.. gibi anâsır-ı evveliyyenin
(ilkel, ilk unsurların)
teşekkülûnü
(oluşumunu)
mûcib olup
(gerektirip)
envâ'-ı
ma'deniyye
(çeşitli madenlerin)
müteâkıben
(ardı sıra)
yekdîğerinden
(biri diğerinden)
temeyyüz
(farklılaşır)
ve
teferruk ederler
(ayrılırlar).
Ve
harâretin tekevvünü
(oluşması)
eczâ-yı
ferdiyyenin
(en küçük zerrelerin)
hareketindendir. Zîrâ
(çünkü)
hareket,
harârete tebeddül eder
(dönüşür).
Ve
harâret dahi bir nevi'
(çeşit)
hareketten
başka bir şey değildir. Nitekim elimizde çekiç olduğu halde bir
ağaç parçasına demirden bir çivi mıhladığımız vakit, kolumuzun
hareket-i adaliyyesi
(adalelerinin hareketi)
hareket-i
mer'iyye
(görünen hareket)
sûretinde
(şeklinde)
çiviye
intikâl ederek
(geçerek)
çivi ağaç
parçasına bi't-tedrîc
(yavaş, yavaş)
nüfûz
eder. Çivi kâmilen
(tam olarak)
nüfuz
ettikten sonra darba
(vurmaya)
devâm
ettiğimizde, hareket dâimâ çiviye intikâl eder
(geçer).
Ve
bi'n-netîce
(sonuç olarak)
çivi
tesahhun edip
(ısınıp)
bilcümle
eczâ-yı ferdiyyesi
(zerrelerinin hepsi)
az-çok
ihtizâz eder
(titreşir).
İşte
harâret hareket-i gayr-i mer'iyyeden
(gözle görülmeyen hareketten),
ya'nî
hareket-i cüz'-i ferdiyyeden
(en küçük zerrelerin, parçaçıkların hareketinden)
başka bir,
şey değildir.
İmdi
necm-i sehâbînin
(yıldız bulutlarının)
terkîbine
(bileşimine)
dâhil olan
bâlâdaki
(yukarıdaki)
anâsır
(unsurlar, öğeler),
bugün
güneşte yanmakta olduğu gibi, nâr-ı şedîd
(şiddetli ateş)
hâlinde
bulunur. Ve bu kûre-i âteşîn
(ateş küresi)
teberrüde
(soğumaya)
başlayınca
âteş, suya münkalib olur
(dönüşür).
Bu
iki seyyâl
(akıcı)
,
bi'l-hikme
(fizik
ilmine göre)
ezdâd
(zıtlar)
ise de,
bi'l-kimyâ
(kimya ilmine göre)
ayn-ı
anâsırın
muhassalâtıdır
(neticeleridir).
Ve
nitekim, bugünkü günde küremizin
(dünyamızın)
etrâfında
mevc-zen olan
(dalgalanan)
bahr-i
muhît
(okyanus)
müvellidü'l-mâ'
(hidrojen),
müvellidü'l-humûza
(oksijen)
ve
sodyumdan mûrekkebdir. Harâret tenezzül ettiği
(indiği)
ve
buhârât-ı havâiyye
(hava buharı)
mütekâsif
olduğu
(yoğunlaştığı)
vakit,
sath-ı seyyârenin
(gezegenin sathı)
ihtilâcât-ı bürkâniyyesi
(volkanik sarsıntılar)
içinde,
henüz teberrüd etmiş
(soğumuş)
miyâh
derûnunda
(suyun içinde)
nîm
(yarı)
mâyi',
(sıvı)
nîm
(yarı)
sulb
(sert),
acînî
(hamur gibi),
leyyin
(yumuşak),
müteharrik
(hareketli)
ve
mütegayyir
(değişken)
olan
mürekkebât-ı fahmiyyeden
(kömürümsü bileşiklerden)
nebâtât
(bitkiler)
ve
hayvânât-ı ibtidâiyye
(ilk, ilkel hayvanlar)
tahassul
etmeğe
(üremeye, çıkmaya)
başlar
ilh..,"
Hiç şübhe
yok ki, bu tedkîkât
(incelemeler),
esfelden
(aşağıdan)
a'lâya
(yukarıya)
doğru bir
çıkıştır. Fakat, bu i'tilâda
(yukarı yükselmede)
aklın
istinâd ettiği
(dayandığı)
şey
maddedir. Bir yere gelir ki madde muzmahil
(darmadağın, yok)
olur. Ve
akıl burada nokta-i istinâdını
(dayandığı noktayı)
gâib eder
(kaybeder).
Mütefekkir
(düşünür)
daha
yükselmek isteyince vehmin / taht-ı hükmünde
(hükmü altında)
zebûn olur
(aciz kalır).İlkâât-ı
vehmiyyesini
(vehminin telkinlerini)
ilhâm
zanneder. Nihâyet "madde kanûnu" tahtında
(altında)
şu hükmü
verir: "Madde halk edilemez
(yaratılamaz),
mahv
(yok)
edilemez.
Umûmiyet
(genellik)
üzere
kâinâtın ne sebebi ne de bidâyeti
(başlangıcı)
vardır. Şu
halde zevâli
(yok olması, sona ermesi)
de
olmayacaktır. Çünkü hiçbir şey yaradılamaz; hiç bir şey imhâ
edilemez. Madde ezelîdir
(öncesizdir, bir başlangıcı olmayandır),
ebedîdir
(daimidir, sonu olmayandır),
na-mütenâhîdir
(sonsuzdur)..."
Ne yapsın!
Bu müteharrî-i
(araştırmacı)
hakîkatin
daha ilerisi için dest-gîri
(yardımcısı)
yoktur.
Zîrâ
(çünkü)
bunlar
tarîk-ı tefekkürün
(tefekkür yolunun)
reh-nümâları
(yol göstericileri)
olan
Enbiyâ
(Nebiler, Peygamberler)
(aleyhimü's-selâm) ile onların vârisleri
(mirasçıları)
olan
evliyâ-yı kümmelîn
(kamil veliler)
(k.A.esrârahum) hazarâtına
(hazretlerine)
ittibâ'dan
(uymaktan, tabi olmaktan)
kendilerini müstağnî
(doygun, ihtiyaçları yok)
bilirler.
İmdi
hâtem-i evliyâ Şeyh-i Ekber
(İbnü’ül-Arabî)
(r.a.) efendimiz, bu bahs-i münîfte,
(kıymetli konuda)
emr-i
tekvîni
(yaratma hususunu)
a'lâdan
(yukarıdan)
esfele
(aşağı)
doğru
nüzûl sûretiyle
(inmek şekliyle)
beyân
buyurmuş
(anlatmış)
olduklarından, erbâb-ı fennin
(fen sahiplerinin)
çıkabildikleri merâtib-i kevniyyeden
(kevni mertebelerden)
ilerisini,
keşf ve ilhâm tarîkıyle
(yoluyla)
vâkı' olan
(gerçekleşen)
bu
beyânâta
(açıklamalara)
rabt etmek
(bağlamak)
münâsib
(uygun)
görülür.
Ma'lûm
olsun ki, "esîr" ta'bîr olunan
(denilen)
mevcûd,
ancak nefes-i rahmânîdir.
(rahmanın nefesidir, açığa çıkmış ilmi suretlerdir)
Ve nefes-i
rahmânî
(rahmanın nefesi)
mümtedd
olunca
(uzadıkça, yayıldıkça)
bi't-tabi'
(doğal olarak)
hareket
zâhir olur
(açığa çıkar, görülür).
Ve
bu hareket, hubb-i zuhûra
(açığa çıkma aşkına, kendini gösterme sevgisine)
müstenid
(dayalı)
olduğundan
harâreti müntecdir
(neticesidir).
Şiddet-i
harâret
(hararetin şiddeti)
devâm
ettiği hînde
(sırada)
nefes-i
rahmânî
(rahmanın nefesi)
mertebe-i
letâfet
(şeffaflık mertebesinde)
ve
ulüvdedir
(yüksektedir).
Ve mümtedd
oldukça
(uzadıkça, yayıldıkça)
ehl-i
fennin
(fen sahiplerinin)
“sehâbe”
(tek bulut)
dedikleri
asl-ı avâlim
(âlemlerin aslı)
hâlini
(durumunu)
bi'l-iktisâb
(kazanmak suretiyle)
teberrüd
(soğuyarak)
ve
tarattub ederek
(rutubetlenerek)
mertebe-i
kesâfete
(kesif, yoğunlaşmış mertebeye)
tenezzül
etmekle
(inmekle)
sâfil
(aşağı, alçak)
olur. Ve
nitekim küre-i arz
(dünya)
nâr
(ateş, kor)
hâlinde
iken, onun sekenesi
(sakinleri, onda ikamet edenler)
nârdan
(ateşten)
mahlûk
idi. Kur'ân-ı Kerîm'de bu hakîkat bu sûretle
(şekilde)
beyân
buyrulur:
(bildirilir)
..........................
(Rahman,
55/15) Ve kavm-i cân
(ruhlar, ruh toplulukları)
mertebe-i
letâfette
(şeffaflık mertebesinde)
mahlûk
idiler. Ondan sonra arz
(yerküresi)
teberrüd
(soğuma)
ve
tarattub
(rutubetlenme)
netîcesinde tasallüb etti
(sertleşti, katılaştı).
Nebât
(bitki)
ve hayvân
ve insân zuhûra geldi. Onun için İblîs kendisinin letâfet-i
hilkatine
(yaradılışındaki şeffaflığa)
ve Âdem'in
(insanın)
kesâfet-i
vücûdiyyesine
(kesifleşmiş, katılaşmış vücuduna)
bakıp
....................................... (Sâd, 38/76) dedi. /
Zîrâ
(çünkü)
insanın
zuhûru
(ortaya çıkışı)
mertebe-i
esfelde
(en aşağı, en alt mertebede)
vâkı' oldu
(gerçekleşti).
Nitekim,
Kur’ân-ı Kerîm'de buyrulur: ............................. (Tîn,
95/4-5) Ve arzda
(dünyada)
te'sîr-i
harâret
(hararetin etkisi)
ile
yubûset
(rutubet)
mevcûd
olmâsa mevâdd-ı uzviyye
(organik, canlı maddeler)
sâbit
(mevcut)
olmaz;
ve bilakis
(tamtersi)
mütezelzil
(titreyen, sallanan)
olup
inhilâl eder
(çözülüp dağılır)
idi.
İmdi insan
hulâsa-i mevcûdât
(mevcutların özü)
olduğu
için cenâb-ı Şeyh (r. a.) vücûd-ı insânîden
(insanın vücudundan)
misâl
getirip buyururlar ki: Sen tabîbi
(doktoru)
görmez
misin? Birine ilaç içirmek istediği vakit onun bevlini
(idrarını)
bir kap
içine vaz' edip
(koyup)
tedkîk
eder
(inceler).
Bevlin
(idrar)
teressüb
ettiğini
(tortulaştığını)
görünce
nazc
(kıvamı),
ya'nî
indifâ'ın
(püskürtmenin)
kemâlde
olduğunu bilir. İndifâın
(püskürtme)
kesred
(çok)
ise,
tıbben tabîat-i marîzda
(hastalığın tabiatında)
rutûbet ve
bürûdetin
(soğukluğun)
galebesinden
(üstün gelmesinden)
neş'et
eder
(kaynaklanır).
Zîrâ
(çünkü)
rutûbetle seyelân
(akıntı)
ve
bürûdetle
(soğukla)
tenezzül
(inme)
ve
teseffül
(sefilleşme, bayağılaşma)
hâsıl olur
(oluşur).
Binâenaleyh
(nitekim)
tabîat-i
marîza
(hastalığın tabiatında)
galebe
eden
(üstün gelen)
rutûbet ve
bürûdet
(soğuk)
kadr-i
hacetten
(ihtiyaç miktarından)
ziyâde
(fazla)
bevlin
hurûcuna
(idrarın çıkmasına)
sebeb
olur. Böyle olunca emr-i indifâ'da
(püskürtme hususunda)
te'sîri
(etkisi)
olacak ve
tabîat-i marîza
(hastalığın tabiatına)
i'tidâl
(ölçü, denge)
verebilecek olan ilacı bi't-tertîb
(hazırlayarak)
içirir.
Ma'lûm
olsun ki cenâb-ı Şeyh (r.a.)’in bu beyânât-ı tıbbiyyesi
(tıbbi açıklamaları),
tıbb-i
atîka
(eski tıbba)
göredir.
Ve tıbb-ı atîkın
(eski tıbbın)
kavânîni
(kanunları),
kavânîn-i
tabîiyye
(tabiat kanunlarının)
esâsına
(aslına, temeline)
müsteniddir
(dayanır).
Tıbb-ı
cedîd
(yeni tıb)
ise, emr-i
tedâvîde
(tedavi hususunda)
ba'zan bu
kavânîne
(kanunlara)
zımnen
(açıktan olmayarak, dolayısıyle)
tebaiyyet
etmekle
(uymakla)
berâber,
ba'zan da muhâlefet eder
(karşı çıkar).
Tıbb-ı
atîk
(eski tıb)
ile tıbb-ı
cedîd
(yeni tıb)
hakkında
mütâlaât
(tetkikler)
Fass-ı
Muhammedî'de
(Muhammed bölümünde)
gelecektir.
(Devam edecek)
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-26.04.2005
http://sufizmveinsan.com
|